Emre Küçükoğlu
Ana Kamp
- Mesajlar
- 23
- Tepkime Puanı
- 0
15 Şubat
Sorun şu: Yıllar önce bir gün, tabii oldukça üzgün bir halde, Laurenziberg yamaçlarında oturuyordum. Yaşamdan dilediklerimi gözden geçiriyordum. En önemli ya da bana en çekici geleni, bir yaşam görüşü kazanma dileğiydi (ve -bu tabii ki onun zorunlu bir kısmıydı- yazarak bu hayat görüşünün doğruluğuna başkalarını ikna etmekti); öyle ki yaşam yine kendi doğal, keskin iniş çıkışlarını koruyacak ama aynı zamanda aynı açıklıkta bir hiç, bir rüya, bir boşlukta dolanıp duruş olarak kabul edilecekti.
Güzel bir dilekti belki, ama eğer doğru dürüst dilemiş olsaydım ınu. Diyelim ki binbir çabayla elde edilmiş üstün bir ustalıkla bir masayı çatmak dileği gibi olsaydı, ama aynı zamanda hiçbir şey yapmamak, ama öte yandan insanların, "çekiç sallamak onun için bir hiçti" değil de "çekiç sallamak onun için gerçekten çekiç sallamaktı, ama aynı zamanda bir hiçti" diyecekleri bir şeydi, bu vasıtayla çekiç sallayış daha da gözüpek, daha da kararlı, daha da gerçek, ve ne bileyim, daha da çılgınca bir hale gelirdi. Ama bu şekilde bir dilekte bulunulamazdı, çünkü dileği dilek değildi, bir savunmaydı sadece, hiçliğe yer bulunması, bu hiçlik'e, ilk bilinçli adımlarını yeni yeni atmaya başladığı ama şimdiden kendisinin bir öğresi olduğunu hissettiği bu boşluğa bir canlılık verme isteğiydi. İşte o an gençliğin aldatıcı dünyasına bir tür elvadaydı; gerçi gençlik onu hiçbir zaman doğrudan doğruya aldatmamıştı, ama çevresindeki otoritelerin sözleriyle aldanmasına neden olmuştu. Ve böylece "dileğinin" zorunluğu ortaya çıkmıştı.
Yalnız kendi kendisini kanıtlayabiliyor, tek kanıtı kendisi, tüm düşmanları anında alt ediyor onu, ama onu yalanlayarak değil (o yalanlanamaz!) kendilerini kanıtlayarak.
İnsanların birlikteliği şuna dayanır: İnsan, kendi varlığının gücüyle aslında kendi içlerinde yadsınamaz olan başkalarını yadsıyormuş gibi görünür; bu da o insanlar için tatlı ve rahatlatıcı, ama gerçeklikten, ve dolayısıyla süreklilikten hep yoksun.
Bir zamanlar anıtsal bir topluluğun bir parçasıydı. Yüksek bir merkezin çevresinde, inceden inceye düşünülmüş bir düzenle, askerliği, sanatları, bilimleri ve elsanatlarını temsil eden simgesel figürler dizilmişti. Bu çok sayıda figürlerden biri de oydu. Şimdi ise topluluk dağılalı uzun bir süre oldu, en azından o, topluluktan ayrıldı ve kendi yolunda ilerliyor. Artık uzunca bir süredir eski mesleği bile elinde yok, hatta bir zamanlar neyi temsil ettiğini bile unutmuştur. Galiba asıl işte bu unutuş bir çeşit hüzüne, güvensizliğe, huzursuzluğa, kaybolup giden zamanların, şimdiki zamanı bulandıran, bir çeşit özlenmesine yol açıyor. Ama yine de bu özleyiş, insanın yaşama gücünün önemli bir öğesidir, ya da belki de o gücün ta kendisidir.
Epigraf
Kaynak: Aforizmalar, Altıkırkbeş Yay.
Sorun şu: Yıllar önce bir gün, tabii oldukça üzgün bir halde, Laurenziberg yamaçlarında oturuyordum. Yaşamdan dilediklerimi gözden geçiriyordum. En önemli ya da bana en çekici geleni, bir yaşam görüşü kazanma dileğiydi (ve -bu tabii ki onun zorunlu bir kısmıydı- yazarak bu hayat görüşünün doğruluğuna başkalarını ikna etmekti); öyle ki yaşam yine kendi doğal, keskin iniş çıkışlarını koruyacak ama aynı zamanda aynı açıklıkta bir hiç, bir rüya, bir boşlukta dolanıp duruş olarak kabul edilecekti.
Güzel bir dilekti belki, ama eğer doğru dürüst dilemiş olsaydım ınu. Diyelim ki binbir çabayla elde edilmiş üstün bir ustalıkla bir masayı çatmak dileği gibi olsaydı, ama aynı zamanda hiçbir şey yapmamak, ama öte yandan insanların, "çekiç sallamak onun için bir hiçti" değil de "çekiç sallamak onun için gerçekten çekiç sallamaktı, ama aynı zamanda bir hiçti" diyecekleri bir şeydi, bu vasıtayla çekiç sallayış daha da gözüpek, daha da kararlı, daha da gerçek, ve ne bileyim, daha da çılgınca bir hale gelirdi. Ama bu şekilde bir dilekte bulunulamazdı, çünkü dileği dilek değildi, bir savunmaydı sadece, hiçliğe yer bulunması, bu hiçlik'e, ilk bilinçli adımlarını yeni yeni atmaya başladığı ama şimdiden kendisinin bir öğresi olduğunu hissettiği bu boşluğa bir canlılık verme isteğiydi. İşte o an gençliğin aldatıcı dünyasına bir tür elvadaydı; gerçi gençlik onu hiçbir zaman doğrudan doğruya aldatmamıştı, ama çevresindeki otoritelerin sözleriyle aldanmasına neden olmuştu. Ve böylece "dileğinin" zorunluğu ortaya çıkmıştı.
Yalnız kendi kendisini kanıtlayabiliyor, tek kanıtı kendisi, tüm düşmanları anında alt ediyor onu, ama onu yalanlayarak değil (o yalanlanamaz!) kendilerini kanıtlayarak.
İnsanların birlikteliği şuna dayanır: İnsan, kendi varlığının gücüyle aslında kendi içlerinde yadsınamaz olan başkalarını yadsıyormuş gibi görünür; bu da o insanlar için tatlı ve rahatlatıcı, ama gerçeklikten, ve dolayısıyla süreklilikten hep yoksun.
Bir zamanlar anıtsal bir topluluğun bir parçasıydı. Yüksek bir merkezin çevresinde, inceden inceye düşünülmüş bir düzenle, askerliği, sanatları, bilimleri ve elsanatlarını temsil eden simgesel figürler dizilmişti. Bu çok sayıda figürlerden biri de oydu. Şimdi ise topluluk dağılalı uzun bir süre oldu, en azından o, topluluktan ayrıldı ve kendi yolunda ilerliyor. Artık uzunca bir süredir eski mesleği bile elinde yok, hatta bir zamanlar neyi temsil ettiğini bile unutmuştur. Galiba asıl işte bu unutuş bir çeşit hüzüne, güvensizliğe, huzursuzluğa, kaybolup giden zamanların, şimdiki zamanı bulandıran, bir çeşit özlenmesine yol açıyor. Ama yine de bu özleyiş, insanın yaşama gücünün önemli bir öğesidir, ya da belki de o gücün ta kendisidir.
Epigraf
Kaynak: Aforizmalar, Altıkırkbeş Yay.