Geçmiş Tarihte Dilin ve Nezaketin İstanbul'u

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan ANKARA Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 1
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 31,978

ANKARA

TEL 312 59 42 0543 644 48 78 GÜZEL OLAN HERŞEY
Mesajlar
677
Tepkime Puanı
1
Yer
A N K A R A
Web
www.definecilerkahvesi.com
dalyan' Alıntı:
Merhaba
Rahmetli babam eski İstanbul kabadayılarındandı.80 lerde Bakırköy sahilde restaurantımızın ismi Dalyan restauranttı(şimdiki ismi ziya),babamada dalyan ibrahim derlerdi.Sonrasında babam,abim ve benimde iisimlerimizden önce lakap olarak dalyan eklenerek öyle kaldı,Birde boy pos olarak dalyan vari adamlarız :smiley:selamlar

Serbest muhabbet köşesinde Ertan bey'in yazısını okuyunca geçenlerde okuduğum yazıyı paylaşmak istedim.

Yavuz Bahadıroğlu


Dilin ve nezaketin İstanbul’u

Onları tarif etmek için hâlâ “İstanbul hanımefendisi-beyefendisi” sözcüğü kullanılıyorsa, bunun bir sebebi olmalı.
Hanımefendiler öncelikle şiir gibi konuşur, kelimelerden âdeta beste yaparlardı.
Dilini düzeltmeyenler, nezaket kurallarına uymayanlar, yaşadıkları şehri özümseyemeyenler, özetle görgüsüzler ve bilgisizler eski İstanbul’da tutunamazdı.
Düzgün konuşmaya o kadar önem verilirdi. Şiveli konuşanlar seçkin meclislerde yer bulamazlardı.
Şimdi televizyon ekranlarını “aksan” götürüyor: Çocuklarımız da ister istemez “televizyonca” konuşuyor.
Eskilerin “adab-ı muaşeret” dediği görgü kuralları, çoktan sizlere ömür! “Argo” geçer akçe oldu. Özellikle gençlerin konuşma tarzı “Hay dilini eşek arısı soksun” dedirtecek cinsten!
Ayrıca da kelime haznemiz daraldıkça daraldı, sunucular bile 300 kelime ile konuşuyor.
Geçenlerde otomobilimde radyo dinliyordum. Programcı delikanlı bir güzelliği anlatmaya çalışıyor, ama aklına “güzel”den başka kelime gelmediği için sürekli tekrarlıyordu: “Güzel… Çok güzel… Valla-billa güzel!”
Buna mahkûmdu: Zira dağarcığında “güzel”i ifade için “güzel”den başka kelime yoktu. Oysa “muhteşem”, “mükemmel”, “muazzam”, “harika”, “harikulâde”, (daha eskilere gidersek) “âlâ, “âli’y-ül âlâ” v.s. diyebilirdi.
Suç onun değil, onu “Türkçe fukarası” haline getiren sistemde…
Eski okullarda “Lisan Dersleri”nin üzerinde hassasiyetle durulurdu. Ayrıca terbiye ve “adab-ı muaşeret” dersleri okutulur, dili zengin, terbiyeli ve görgülü insan yetiştirmeye özen gösterilirdi.
Hele Beylerbeyi halkı nezaket ve dil konusunda tüm İstanbul’a örnekti. Kadınlar ve erkekler nezaket göstermekte âdeta yarışırlardı.
Vasıtaya binerken, şimdiki gibi itişip kakışmaz, bir birlerine yol verirler, hatta bunu biraz da abartırlardı.
Bir gün Şirketi Hayriye Müdürü Hüseyin Haki Bey, Boğaziçi’nde işleyen bir vapur kaptanına sık sık gecikmesinin sebebini sordu.
Aldığı cevap şu mealdedir:
“Muhterem Müdür Beyefendi. Malûmaliniz Çengelköy’ün zerzevatı, Kuzguncuk’un haşeratı, Beylerbeyi’nin teşrifatı bir türlü bitmiyor ki, vaktinde gelebilelim. Vapur Beylerbeyi’ne uğrayınca daha iskelede herkes birbirine: ‘Efendim rica ederim zatıaliniz buyurun lütfen!’ demeye başlıyor.
“ ‘Estağfirullah efendim, ne demek, önden zatıaliniz buyurunuz!’
“ ‘Hakipayinize iltifat buyuruyorsunuz, ne haddime efendim, bendenize zatıâlinizden önce binmek yakışır mı?’
“İşte böyle böyle gecikiyoruz, muhterem beyefendi.”
Nezakette kadınlar erkeklerden önce gelirdi…
Kadında güzellikten önce nezaket, nezafet, letafet ve kabiliyet aranırdı…
Bir de doğru-düzgün konuşma…
Bu yüzden İstanbullu hanımlar son derece ölçülü ve yerli yerinde konuşmaya dikkat eder, şimdiki gibi bağırıp çığırmazlardı.
Öte yandan “İstanbul hanımefendisi” ya da “İstanbul beyefendisi”, imkânları nispetinde şık giyinirlerdi…
Başa fes giyilse, ya da başlar “türban”la örtülse bile, saçlar özenle taralı olurdu.
Bilgili ve görgülüydüler. Nezaket kurallarına, çok sevdikleri o kelime ile söylersek, “ihtimam” (özen) gösterirlerdi.
Karşılarında kim olursa olsun asla küçümsemez, her yaştan ve her sınıftan insana saygılı davranırlardı.
“Dayı”lı, “amca”lı, “baba”lı değil, “efendim”li konuşurlardı.
Böbürlenmeyi sevmez, bu yüzden de asla “Ben” diye söze başlamazlar, “bendeniz” demeyi tercih ederlerdi:
“Bendeniz”, “köleniz”, “cariyeniz”, “hâk-i payınız”…
Son derece mütevazi, kültürlü ve bir o kadar da görgülü insanlardı...
Eşlerinden saygıyla söz ederler, “Bizim hamfendi”, ya da “cariyeniz hanımefendi” şeklinde ifadeler kullanırlardı.
Anne-babalarından “Bizim moruk”, “ihtiyar”, hatta “Anne-baba” diye söz etmezlerdi…
“Hanımannem”, “Efendi babam”, “Bey babacığım”!..
Bağırarak konuşmaz, asla ıslık çalmaz, seslerinin tonunu muhataplarının duyacağı şekilde ayarlarlardı.
Çayı-kahveyi höpürdeterek içmek çok ayıp sayılırdı. Gözler anında ona döner, tuhaf bir yaratığa bakar gibi bakarlardı.
Keskin şive ile konuşanlarla kelimeleri doğru telaffuz edemeyenler de aynı muameleye maruz kalırdı.
Kısacası eski İstanbul insanı dili, terbiyesi ve nezaketi ile ünlüydü. İnsanlar terbiye ve nezaketleri ile değer kazanırdı.
İstanbul’un meşhur külhanbeyleri ile tulumbacıları bile terbiye ve nezaketi elden bırakmazlardı.

Yabancı gezgin ve gözlemcilerin, Osmanlı insanının nezaket, nezafet, temizlik, görgü, incelik ve insan ilişkilerine dair tespitlerini aktarmaya bugün de devam ediyoruz...
Meşhur Fransız gezgin Brayer şunları söylüyor:
“Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir... Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları tertemizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir...
Brayer, hayranlıkla devam ediyor:
“Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubâlilikler yoktur.”
Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:
“Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezâket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshîr eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrîfat kurallarının zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Tanınmış yazar Edmondo de Amicis ise Osmanlı halkını şöyle anlatıyor:
“Tetkîk ve tespitlerime göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarâra uğrama tehlikesi yoktur. Hatta namaz vakitlerinde bile camileri gezmek kabildir! Bu ziyaretlerde bir yabancı, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet görebileceğinden emîn olabilir.
“Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla meraklı bir bakışa bile hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.”
Şimdi sıra Du Loir’da... Yıllarca incelediği toplumsal yapımızı bize şöyle anlatıyor:
“Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın olan küfürbazlık, öfke ve intikam hissi Türklerde yoktur. çünkü bunlar içki ve kumarın kışkırttığı alışkanlıklardır. Osmanlılar için içki ve kumar da meçhuldür. Sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı ise, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız ‘Vallâhi’ şeklinde Allâh’a yemin ederler.”
Du Loir haklı: Osmanlıların hayreti bile zikirdi. Şimdi olduğu gibi “Vaaaav yaaaa” diye Amerikan kırması çığlıklar atılmazdı. Hayretlerini “Allah Allah”, “Fesübhanallah”, “Lailahe İllallah”, “Tövbe estağfurullah” gibi kelimelerle ifade ederlerdi.
Sakınmak istediklerinde “Neuzubillah” çeker, her işe “Bismillah” ile başlarlardı. öfkelenmeleri halinde “Ya sabır” der, haksızlığa uğramaları karşısında “Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!” diyerek Allah’ı kendilerine “vekil” ederlerdi.
Tekke ve zâviyelerin duvarlarında teselli edici levhalar asılıydı:
“Bu da geçer ya hû!”, “Vazgeç ya hû!”, “Hoş gör ya hû!”
Toplum “yaşamak” ve “yaşatmak” temelinde yücelmişti. Bu yüzden cinayete pek rastlanmazdı. Oysa aynı dönemde düello, (iki kişinin bir birlerini öldürmeleri) Avrupa hükümetleri tarafından “yasal” sayılırdı. Paris sokaklarında ve meydanlarında düello edenlere çok sık rastlanırdı.
Hırsızlık, soygun, kapkaç gibi suçlar da meçhul sayılırdı. Bu tür vakalara senede sadece birkaç kez rastlanırdı.
1700’lerde İstanbul’a gelen Fransız müellif Motray, anılarında şunları yazıyor:
“Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.”
Fransız müellif Dr. Brayer de 1830’ların İstanbul’unu şöyle anlatıyor:
“Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul’da her sene azami beş-altı hırsızlık vak’ası görülür.”
Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor: “Haksızlık, mürabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür... öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.”


Şimdikinin aksine, eski İstanbul sokakları genel olarak sakindi. Her yer güven içindeydi. Herkes günün her saatinde istediği yere hiçbir endişe duymadan gidebilirdi.
İngiliz sefiri Sir James Porter 1740’ların İstanbul’unu şöyle tasvir ediyor:
“Gerek İstanbul’da, gerekse İmparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde isbat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır.”
Osmanlı insanı hırsızlık, gasp, kapkaç nedir bilmezdi. İstanbul’daki gasp, kapkaç, hırsızlık, soygun olaylarını gazetelerde okudukça eski halimizi nasıl da özlüyorum bilemezsiniz.
“Bu muazzam payitahtta” diyor Fransız tarihçi M. A. Ubicini, “dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vak’aları olmadan gün geçmez.”
çevreyi kirletmek ise bir Avrupalı alışkanlığıydı. Osmanlı insanı, “kul hakkı” sayıldığı için yerlere çöp atmaz, ortamı kirletmezdi… Hatta, “Ağaçlar zikreder” düşüncesiyle, ağaçları yeşertmeye çalışırlardı. Mesela kurak günlerde ücretle adam tutup sokaktaki ulu çınarları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yaparlardı.
Osmanlı insanı asla yere tükürmezdi. Bazı Batılı gözlemciler, sırf yere tükürmedikleri için atalarımızı eleştirmişti:
“Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür.” (Comte de Marsigil).
Osmanlı insanının üstün bir ahlâk anlayışı vardı. “Türkiye Seyahatnâmesi”yle meşhur Du Loir 1650’lerde şunları yazıyor: “Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.” Bugünümüz için de bunları söylemek mümkün mü?
Sadece insanlara değil, hayvanlara bile saygılı bir toplumsal yapıdan geliyoruz. Bunun da şahidi Elisee Recus’tur. 1880’lerdeki durumumuzu anlatıyor: “Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir.”
Galiba atadan “mürteci”yiz! Comte de Marsigli, atalarımıza günümüzün bazı “laikçiler”i gibi yaklaşıyor ve dindarlığı abarttıklarını söylüyor: “Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki, (eski Türkler) bu dindarâne hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler.”
Osmanlı insanı güzel konuşur, derdini kestirmeden anlatırdı. Sözü gereksiz yere uzatmaz, o zamanın deyişiyle “israf-ı kelam” (kelime israfı) etmezdi. Ayrıca konuşanın sözü asla kesilmezdi. İfadeleri gâyet zarîf ve düzgündü.
Sohbet edenlerin aralarındaki uyumu ve sevgiyi gören Charles MacFarlane, şöyle yazmaktan kendini alamamıştı: “Bu milletin konuşması, bütün diğer milletlere örnek olabilecek kadar güzel ve mükemmel!”
Osmanlı’da aile kavramı temel kavramdır. Her zaman baş tacı edilmiştir. Daha geniş bir anlamda aile Türk toplumunun daima temeli olmuştur. Osmanlı oluşumunda da aile terbiyesinin özel bir yeri vardı. Anne babadan evlada şefkat ve muhabbet, evlattan ana-babaya sevgi, saygı ve itaat Osmanlı dinamiğinin özü idi.
Dilerseniz ondokuzuncu yüzyılda İstanbul'da yaşamış Fransız gezgin A. Brayer’in bu konudaki tespitlerine kısaca bir göz atalım:
"Erkeklerde ve kadınlarda evlat sevgisi çok derindir. Türkler'in hafta tatiline tesadüf eden Cuma günü ve bilhassa Ramazan ve Bayram günleri sokaklarda Müslüman Türk'ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvede yanına oturtup şefkatle hitap ettiği, evladına tam bir ana özeniyle baktığı, ihtiyarlarından gençlerine kadar bütün diğer Müslüman Türkler'in de çubuklarını bırakıp çocuğa alakayla baktıkları ve ilerde (İnşallah) ihtiyarlık desteği olacak bir oğul sahibi olduğu için babayı tebrik ettikleri görülür...
“Bu şefkat tezahürlerine başka memleketlerde de tesadüf edilir; fakat arada dağlar kadar fark vardır! Birtakım boş menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettikleri ticari muamele gaileleri, kısacası başka memleketlerin her şeyleri çocuklara karşı şefkatlerini azalttığı halde, harem hayatı bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.
“İşte bundan dolayı Türkiye'de çocuklar yetişip adam oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar."
Ailede nelerin değiştiğini, geleneksel yapının hangi istikamete kaydığını ve bu yüzden toplumumuzun neler kaybettiğini sanırım bu ifadelerde görebiliyoruz.




 

Etiketler
Ynt: Geçmiş Tarihte Dilin ve Nezaketin İstanbul'u

Merhaba
Sayın Yavuz Bahadıroğlu'nun alıntı yaptığı yazısını okuyunca ve benim rumuzlarımızın anlamı,nereden esinlendiğimiz köşesindeki açıklamama dair yapmış olduğu yoruma ithafen bende bir kaç kelam etmek istedim.Evet dikkat çekilen noktada olduğu gibi benim çocukluk yıllarımda bizzat babamın ve arkadaşlarının adabı muhaşere kuralları vardı.Kendisi eski bir İstanbul kabadayısıydı.Ben daha çocuk denecek yaşlardayken babamın gerek kendi restaurantımızda gerekse dost meclislerinde yada misafirliklerde,ev ziyaretlerinde onları hiç bıkmadan saatlerce dinler,neredeyse büyülenirdim(genelde dinlemelerim gizli olurdu).Arkadaşları,İdris Özbir(kürt idris,kirvam) Dündar Kılıç(alemin en büyüğü,en azından benim gözümde)Oflu Osman,Boksör Kemal vs,Yiğenim dedikleri,Hasan heybetli,Alaattin Çakıcı(babası cezaevi arkadaşı ve kankardeşi)onların dünyası şimdiki mafyoz vari ortamlardaki çıkar ilişkileriyle uzaktan yakından alakası olmayan sadece kendi kuralları olan ilk başta saygı gelen çok farklı bir dünyanın insanlarıydılar.Tarifi olmayan mutlak kuralların olduğu çok başka bir dünyanın insanlarıydılar,bu gün neredeyse hepsi ahirete intikal etmiş bu insanları rahmetle anıyorum.Onlar gariban babası,bir anlamda adaleti sağlayan insanlardı.Giyim kılık kıyafet aksesuar,taşıdıkları silahları özeldi.kıssaca onlar özel insanlardı.Saygılarımla Ertan Özer.
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,383
Mesajlar
1,517,445
Kayıtlı Üye Sayımız
172,041
Kaydolan Son Üyemiz
İsmail.s

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst