Güney Doğu - Doğu - Gürcistan ve Karadeniz Turu (5055 km)

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan muratsahin Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 56
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 69,252

muratsahin

Kamp I
Mesajlar
141
Tepkime Puanı
10
Yer
Ankara
Web
www.dirtycatridrs.com
Güneydoğu... Doğu... Gürcistan... Doğu Karadeniz

Ekip 1


Murat Şahin Öcal
Vinzenz Henke
Behlül Baydar
Sedat Ademoğlu
Zihni Aslan
Suat Cengiz




Kendi Doğu’na


Bir Japon arkadaşım kendi haritasını önüme koyup, “neden bütün dünya bize ‘uzak doğu’ diyor işte dünyanın tam ortasındayız” diye sitem etmişti. Haksız da sayılmaz. Her insan gibi, her toplum ve ulusun da kendini dünyanın merkezine koyma hakkı yok mu? Medeniyetler geliştikçe, kendi egosunu city centre’ın tam da göbeğine koymaz mı? Burası benim ve bana benzeyenlerin demez mi ? Ve başkasını dışlayarak kendi sınırlarını çizmez mi? En yoksulundan en zenginine her kesin sallandırdığı bayraklar sınırı değil çoğu zaman bir merkezi simgeler. Caddelerde satılan, yoksul paslı balkon demirlerine asılan bir ortak onurdur. Ben ve benim gibi olanlar işte merkez biziz demenin renkli bir yoludur bayraklar. Bir ulusun onuru, yoksulu ve zengini aynı kazanda kaynatıp aynı duygu kabına bir anda boşaltıveren sihirli semboller…


Bayrak



Hep bir bütünü temsil etmeye niyetlidir. Ama bütün her zaman o kadar da bütün olmayabilir. Bazı an kendi durduğumuz yeri dünyanın merkezi yapar, sıralamaya başlarız. Diğeri, uzakta olan, hal ve davranışları bize benzemeyen ama bizden olan, en azından aynı bayrağı asıp sallayan ve maç gecelerinde ve aynı duyguları paylaştığımız… hep biraz yabancıdır bize. Biz de ona tanıdık geliriz, ama bazı an orada nasıl davranacağımızı biz de bilemeyiz.

Dünyanın her yerinde herkesin alabileceği ucuzlukta bayraklar satılıyor. Babil Kulesini inşa edenlerin kefaretini ödeyelim diye herkes kendi dilinde sevinip üzülüyor… Ve yetmezmiş gibi her kes kendini bir daha bölüyor… ikiye… üçe… dörde.


DSC 4197



Boş bir kağıt alın. Yukarıdan aşağıya bir çizgi ile ikiye bölün; sol tarafını batı sağ tarafını doğu diye adlandırın. Kağıt, dünyayı, yan yana kıtaları, şehri, hatta aynı apartmanda yaşayan komşuların yan yana dizildiği hayali bir içtima alanını temsil edebilir… Kolaydır çizgiyle ayırmak. Yine kolaydır, çizgiyle ayrılmış ayrılıklara inanmak !


Dogu 1



Beğenilerinize uymadıysa çizginin sağında solunda kalan unsurların yerlerini de değiştirebilirsiniz. Bu orada kalmış ama aslında şurada olması lazım diyerek. Küçük bir çember içine alıp bir ok işareti ile öteki tarafa geçirebilirsin. Misal, Gazi Antep’de bir sokak görüntüsü… sokak panolarından birinde son derece Avrupai çizgileri ile bir grafiti yapılmış. Bunun gibi yan yana onlarca var. Aynı zamanda şehirde limonlu Meksika birası bulmak ve içerek yolda yürümek de mümkün. Eh bu kadar kanaat yeterliyse çember içine alıp batıya taşıyabilirim Antep’i. (Turist refleksleri böyle acele kararlara neden olabilir, turist gibi değil de seyyah gibi gezmeye hevesliyseniz mümkün olduğunca hızlı sınıflandırmalardan kaçınmakta yarar var). Konuya dönelim.


DSC 3222



Şimdi başka bir boş kağıt alın… buruşturarak avucunuzun içinde kağıttan bir top yapın. Sonra, açıldığında kağıdın tam ortasından geçmek üzere hayali bir çizgi geçirin topun üzerinden. Kağıttan topu açın ve çizginin geçtiği yerleri görmeye çalışın…


Bat



Sonuç: buruşuk bir kağıt ve kağıdın her yerinde kesik kesik, yer yer silik, yer yer keskin çizgiler… İşte ülkemin doğusu ve batısı. Her bir çizginin solu batı, sağı doğu… Ülkemin her beyaz sayfası biraz buruşuk… Bu gezi yazısı, böyle buruşuk bir kağıda, bazı an yazabilen bazı an yazamayan bir kalemle aldığım notları derleme çabası. Şehirler ilçeler ve köylerde konakladım. Herkes bir başkasının doğusunda sürgün ve her kes kendi batısında, mahcup bir acemilikle biraz daha dünyaya karışmaya biraz daha onun olmaya çalışıyor. Dünyayı kucaklamaya çalışan her ademoğlu aynı şefkati göremeyebiliyor. Ve şefkatten yoksun büyümüş insanların sevgisi yırtıcı ve çılgınca olabiliyor. Senden gördüğü samimiyete, hemen bir bıçak darbesiyle sahip olduğu tek hindinin eti ile karşılık vermek isteyebiliyor mesela… Onu kabul ettiremezse, bir fincan kahveyi ikram etmek için üçer dörder seferber olup gönlünü hoş etmeye çalışıyor.


DSC 3850



Ülkemde insanların yürekleri buruşturulup top edilmiş kağıtlar gibi. O kağıtlardan okuduklarımı yazdım. Elbette hata ve yanlış okumalar olacaktır. O’na olan sevdamız, bizi bir miktar kör edebildiyse, bu toprağa olan borcumuzun bir zerre hafiflemesi niyetine bu kusurumuz da af ola.

Üstelik bu toprağın bilmecesi yetmezmiş gibi bir de bilmediğimiz bir alfabenin içine daldık. Cüretkarlık nadiren ödüllendirilir, ki biz bu anlamda şanslı idik, Gürcistan bize peçesinin altından gülümsedi. Tam göremesek de yüzünü, sıcak tebessümü görmeye değerdi.
 

Etiketler
2007'de yaptığımız gezinin ardından tadı damağımızda kalan Karadeniz’i biraz daha genişleterek dolaşma arzusu depreşti. Önce ilk hedef olarak Karadeniz’in etrafını dolaşma düşüncesi üzerinde yoğunlaştık. Fizibilitesi pek olumlu sonuç vermedi. Üzerinde çalıştıkça, gerek güvenlik gerekse “Karadeniz’in etrafını dolaştık” demek dışında pek bir açılımı olmayacak gibi görünmeye başladı. İzlenecek rotanın coğrafyayı tavaf etmesi pek de “motorcu bir tutum” gibi gelmemeye başladı. Suyun izini takip etmek hoş bir düşünce olabilirdi ama pek bir göstermelik olduğu meydandaydı. Dışa vurumcu motorculuğu oldum olası sevmem.

Eski ekiple yola çıkmak niyetindeydik ama beklenmedik gelişmeler yüzünden ekipte kayıplar oldu. Sabit’in katılması gereken bir organizasyon, Ülgen’in zaman sorunu nedeniyle Behlül ve ben kaldık eski ekipten. Hani ne kadar dışa vurumculuğu sevmesek de geçen yıl çenemizi tutamayıp ballandır ballandıra anlattığımız için bu seneki geziye talipler de arttı. Açıkçası 14 gün ve 5000 km. sürecek bir yol için yol arkadaşı seçimi çok ciddi bir konu. Çünkü bu sadece fiziksel dayanıklılık değil ondan daha çok psikolojik dayanıklılık gerektiriyor. Bekleme zamanları, konaklama yeri ararken yaşanan ortak şaşkınlık anındaki ruhsal durum, bir şehre girdiğinizde nereye park edip nereye gideceğini bilememe hali, say sayabildiğin kadar. Olumsuzluklar bazen heyelan gibi küçük küçük taşlar halinde sen seyir halindeyken tependen aşağı düşmeye başlıyor. İşte bu nedenle çoğunlukla asfalttan gittiğimiz için hard enduro yapmadığımız söylenebilir ama insani unsurları içine kattığımızda gezimizin hard enduro olacağını baştan biliyordum. Ekipte herkesle uzun yol yapmışlığım vardı, Sedat çok eski arkadaşım ve motora biraz benim yüzümden bulaşmış bir VN 800 kullanıcısı. Fizik kondüsyonu ve soğukkanlı yapısı ile içimi rahatlatan biri. Yapacağımız yol VN 800 için pek uygun olmadığından Sedat Suzuki jeep ile geziye katılmak istedi. Hem motorlardaki yükü hafifletmek hem de bir güven unsuru olarak aramızda bir de jeep olması her kesin içini rahatlatıyordu. Sedat her ne kadar jeep içinde kahvesini içerek zaman zaman kask içinde terden sırılsıklam olmuş suratlarımıza bakarak “yorulan varsa jeepi verip motorunu alabilirim” diye iyi niyetli cümleler kurduysa da kimseden anahtar alamadı. Onun için de zevkli bir macera oldu. Bizim motorları tek tek denedikten sonra cruiser motorunu satıp enduro motor almaya karar verdi.

20 Haziran sabahı Ankara’dan yola çıkarken Özgür de bize eşlik etti. Kardeşi Kilis’de askerlik yapıyor onu görmeye giderken beraber sürdük. Özgür de 250lik bir twisterla gelmiş, pek geride kalmadan birlikte Antep’e kadar sürdük. Geceyi Antep mutfağının nefis yemekleri ile taçlandırırken kendi kendime “kolestrolün dibine vuracağız” galiba diye söylendim. Gerçekten de hem gittiğimiz yerin özellikleri hem de gezinin doğası gereği öyle beşamel soslu kabak ya da zeytinyağlı fasulye yeme şansı olmuyor. Hem zaman baskısı hem de “ye ve uza” (fast foot) pratiği nedeniyle kebap türevleri revaçta yemeğimiz oldu. Arada bir kuru pilav ile değişiklik yaptığımız olsa da genel olarak her öğün protein yüklemesi yaptık diyebilirim. Hani bir de kalp hastasıyız ya zaten etrafımdaki insanların “sen deli misin ne işin var otur evinde” bakışları altında yola çıkmışım, bir de bu kebap stresi hiç çekilir gibi değil o yüzden “koy’ver gitsin” prensibi ile davranmaya kara verdim. Ölçülü porsiyonlarla her yerin mutfağından bir şeyler tatmaya özen gösterdim.

DSC 3219


Antep’de geçirdiğimiz gece maç vardı ekip maça dalmışken Sedat’la ben Antep sokaklarında dolaştık. Şehirleri gece daha çok seviyorum. Şehirler biraz kendi karanlığında kendi edepsizliğini dener geceleri. Sokaklar, daha az, ama daha dışa dönük insanlarla dolar.


DSC 3229


Gün ışığının göstermediğini sokak lambaları gösterir. Kabul edilebilir bir edepsizlik hali vardır sokaklarda. Biraz böyle bir şey görebilirim umudu ile gezdim sokaklarda ama lokasyon olarak doğru yer seçmemişiz. Ankara – Antep arası zaten yorucu bir yol olduğu için “daha fazla sosyoloji yapamayacağım Sedat; gidip yatak kardaş” dedim. Misafirhaneye gidip kendimizi uykuya teslim ettik.

Sabah motorları yağlayıp Özgür’le vedalaştık ve kendimizi Nizip, Birecik üzerinden Halfeti’ye gitmek üzere yola attık. Birecik Köprüsü 1956da Menderes tarafından açılmış, Cumhuriyetin o zamanki prestij projelerinden. En uzun betonarme köprü. Köprü üzerinde yoğun trafiğe rağmen durup biri iki fotoğraf çekiyorum. Ama kamyonculardan işittiğim küfürler yanıma kar kalıyor çünkü fotoğraflar pek bir şeye benzemiyor. Yola devam edip Halfeti’ye varıyoruz. İlçenin girişinde cezaevi var. Zaten girişi de çıkışı da aynı yol. Coğrafi nedenlerle buralarda çoğu yer aynı şekilde.

DSC 3253
 

Halfeti’ye bundan on üç yıl önce gitmiştim. GAP İdaresi Halfeti’de yapılan baraj nedeniyle su altında kalan köyler ve Halfeti üzerine bir proje hazırlıyordu, biz de asistan maaşı ile kurt kesilmiş her genç akademisyen gibi projeyi bir kenarından ısırmıştık. Bölgeye gidip yaklaşık bir ay kadar kalmıştım. O zamanlar Fırat deli akıyordu, salla karşıdan karşıya 300 metre geçmek için önce 300 metre akıntıya karşı gidilir sonra akıntıyla 300 metre geri gelinip karşıya ayak basılırdı. Hem genç hem de hevesli olduğumuzdan cebimizde bir dolu proje ile gitmiştik Halfeti’ye. Ve ayak basar basmaz gerçekle karşılaştık. Bizim “bilimsel” bulgularla önerdiğimiz işlerin hiç birine yüz vermiyorlardı. Onların aklı kamulaştırma parasındaydı. Alacakları parayla yapabilecekleri şeyleri önerirken bizim de naif bir salaklığımız vardı ama onlar da bayağı ayak diretiyordu. Sonunda biri patladı. “Beyim bizim gözümüz aklımızdadır. Önce biri yapacak, biz onun işi tuttuğunu göreceğek sonra biz de yapacaak” dedi. Yani bizim fizibiliteler falan hikaye. Sen yap tutarsa ben de yaparım diyor. Ama en önce kamulaştırma parası…

O zamanlar turizm odaklı önerilerimiz de olmuştu. Bizim projelerden çoğu tutmasa da turizm işi tutmuş, bir de alabalık projesi vardı onu da küçük ölçeklerle gerçekleştirmişler.. İyi kötü bölgede bir canlılık var. Konaklama imkanı da var (15 YTL).


Fırat’ın deli deli aktığı zamanlar göre biraz daha sakin bir Halfeti gördüm. Fırat akarken bağırıyordu. Akıntı üzerinde durmak çok zordu. O zamanlar bizi karşıdan karşıya geçiren salda yol arkadaşlığı yaptığımız eşek bile korkmuştu akıntıdan. Şimdi ise baraj gölü olmanın verdiği tatlı bir akıntı var. Eski zamanlarında Fırat çok can almış. O’na yakılan türkülerin hiç birinde neşeli bir şey bulmak mümkün değil… Yaşadıkları yeri tam ortasından ıslak bir bıçak gibi kesen nehir, her kuşaktan birilerini kendi karanlığına gömmüş bir zamanlar. Suda yüzüp eğlenen çocuklar, anadan babadan daralan kızlar…. ya top peşinde ya yok derdinde akıp giden suyun gürültüsünde hayata gözlerini yummuş. Beklide bu yüzdendir dünyada tek siyah gül Fırat’ın kıyısındaki bu beldede yetişir. Siyah gül Halfeti’nin gururudur. Adı siyah ama kendi patlıcan moru. Fırat’ın içine gömdüğü canlara ağıtı gibi siyah güller dizi dizi sahil boyu. Ve evlerin önünde teneke kutularda yine siyah güller…

DSC 3334


Halfeti’de gezinirken bir evin bahçesinde yan yana bir selvi ağacı ile bir palmiye dikkatimi çekiyor. Selvi malum mezarlık ağacı, hatta Anadolu’da gezdiğim pek çok eski mezarlıkta selvi ağacı işlenmiş mezar taşı hatırlıyorum. Çok güzel ve hızlı büyüyen bir ağaçtır ama ölümü çağrıştırdığı için şehirlerde pek rastlanmaz. Palmiye ise malum. Neşeli Akdeniz canlılığını akla getiren, gövdesi ile yaprakları arasında komik bir kabuktan merdiven olan yaşam dolu bir ağaç. Biri ölümü diğeri yaşam sevincini sembolize eden bu ikili dikkatimi çekiyor. Fırat’ın içinde sakladığı yaşam ve ölümü toprağa saldığı kökleriyle haykırıyor ağaçlar. O nehre kanma. Suyumuzu ondan alsak da canlarımızı ona veriyoruz der gibi…


DSC 3236a



Bizi teknesiyle gezdirecek olan Ahmet Güler, Fırat için “küfürlü su” diyor. Onun da bir oğlunu almış, daha yedi yaşındayken . Benim daha önce buraya gelip çalıştığımı hele ortak tanıdıklardan falan söz ettiğimi duyunca “ sen bizdensin” diyor. Onun teknesine binip gezmeye başlıyoruz. Su altında kalan yerlerin üzerinden geçiyoruz. Minareler yarı beline kadar suya gömülü. Evlerin damları (buralarda çatı olmaz çünkü çatıda yatılmaz) beyaz gölgeler halinde suyun altındaki şehrin izleri. İnsan tuhaf oluyor. Hani Akdeniz’de Bodrum’da falan olsak batık şehir taştan bir şey olarak algılarız ama burada öyle olmuyor… altımızda etten kemikten bir şeyler yatıyor. Daha on yıl öncesinde çocukların misket oynadığı sokakların üzerinden geçiyoruz. Ahmet’e senin cenazen kaldı mı su altında diye soruyorum. Annemle babam vardı rahmet olsun, taşıdım onların kemiklerini diyor. Anne babasının mezarını kazıp ikisinin de kemiklerini tepede eski bir mezarlığa nakletmiş. On beş gün konuşamadım acımdan dilim tutuldu diyor.

DSC 3281


Rotayı önce Rumkale’ye sonra Savaşan Köyüne çeviriyoruz. Rumkale’nin adındaki Rum muhtemelen Ermeniler’in buraya Hromkla demesinden evrilmiş. Yoksa kale Asurlar’dan kalma. Kesme taştan yapılmış ve dış duvarları önemli ölçüde ayakta duran heybetli yer. Etrafını dolaşıp Savaşan köyüne doğru gidiyoruz.


DSC 3286



Burada su altında kalmış bir minare daha ve neredeyse tamamen su altında kalmış bir kilise görüyoruz.

DSC 3307



Kilise mağaradan oyma. Tavana yakın duvar bitimlerinde haç ve benzeri figürler var.

DSC 3302


Savaşan Köyünde çay içip mola vereceğiz. Teker teker tekneden inip yeşillikler içinde bir bahçeye giriyoruz.

DSC 3316


Bizi karşılayan Mehmet Ali Kaplan Halfeti’nin eski sakinlerinden. Evi su altında kalında “Yeni Halfeti”ye taşınmış. Her gün buraya gelip gidiyorlar “turist sezonunda”. Çocukları nehirde balık tutma sevdasında oyalanıyor. Gelen gidenle alakaları yok. Onlar kendi maceralarını yaşıyor.


DSC 3312



Biz çay içmeye oturduğumuzda orada ailecek piknik yapanlardan biri geliyor yanımıza elinde iki parça şiş tavuk. Buyrun yiyin diyor. Tavuklar tenklenmiş. Yani salçalı soğanlı terbiye ile dinlendirilmiş. (Kırmızı eti tenklerken süt de koyarlar ama tavuğa süt koyulmuyor) biraz sıcak ama çok lezzetli. “Ya yok… sağol… ne zahmet” gibi sahte laflar ederek mideye indiriyoruz tavukları. Sonra Mehmet Ali ile sohbet ediyoruz. Eşi ilerimizde bulaşık yıkıyor. Beraber çalışıyoruz diyor, onun emeği benden çoktur gibi şeyler söylüyor. Abla da isterse ikinizin fotoğrafını çekeyim diyorum. Olur diyor. Sen önce ona sor, he derse çekerim diyorum. Bir süre sonra hep birlikte fotoğraf çekiliyoruz.


DSC 3322



Hala kamulaştırma parasını alamayan eksik alanlar üzerine anlatıyor bir şeyler. Sonra Ahmet giriyor lafa “Çapar İbram aldı da ne oldu iki yılda beş buçuk tirilyonu yedi bitirdi” diye dalgasını geçiyor. Mehmet Ali ile konuşurken bir ara o yörenin zahterinin güzelliğinden söz ediyor. Zahter normal kekiğe göre yaprakları biraz ince uzun (kekiğinki yuvarlakçadır) kokusu daha baskın bir kekik türü. Tam tekneye binip hareket ettiğimizde koştura koştura karısı geliyor arkamızdan elinde bir gazete kağıdı parçası içine zahter koymuş. Şunu ver diye Mehmet Ali’ye iletiyor. Zor bela Mehmet Ali elime tutuşturuyor zahteri. Cebe sığacak gibi değil. Depo üstü çantamın harita gözüne koyuyorum zahteri. Birkaç gün orada duruyor. Ne zaman haritayı çıkarıp elime alsam çantadan buram buram zahter kokusu geliyor. Gezinin ilk durağında haritamız zahter kokmaya başladı hadi hayırlısı diye geçiyor içimden.

Hepimizin aklından bu gece Halfeti’de kalsak diye geçiyor çünkü hem konukseverliği hem doğası çok etkileyici. Ama daha ilk günden programdan saparsak işimiz zor. Ayrılmadan önce karnımızı doyurmak istiyoruz ve suyun üzerine kurulmuş bir iskele lokantada Şabut balığı yiyoruz. Trança’nın Urfalı olanı diyelim. İri bir balık şişte yapılıyor, hafiften acılı salçalı bir sosa bulanıp şişte kızartılmış. Anlatmakla olmaz… yemeniz lazım.

DSC 3313
 

Halfeti’nin insanı hepimizi etkiledi. Konukseverlik vs. gibi basma kalıp değerlerin ötesinde samimiyeti etkiledi. Son derece sade, kendisi için bir şey istemeden, sen sorup deşmezsen derdini söylemeyen, söyledikten sonra da öyle sessiz bakmaya devam eden bir halleri var. Mazlumdan ziyade görmüş geçirmiş, kin değil sabır biriktirmiş gibi. En büyük dertleri hala doğru dürüst alamadıkları kamulaştırma paraları.

Sahil denilebilecek bir yerde bir genç kız banka oturmuş kitap okuyor. Bulunduğum yerin açısı fotoğrafını çekmeye uygun. İçim elvermiyor deklanşöre basmaya. Çünkü her fotoğraf karesi çektiğin insanı biraz “şeyleştiriyor”. Kendisi olmaktan çıkıp yaşadığım çevrenin insanının bakışları altında başka bir şeye dönüşüyor. Çevremle kavgam da bu yüzden işte. Kendi ülkesine oryantalist olanlara öfkeliyim. Kendi insanına “ne enteresan… ne kadar hoş” diye bakanlarla kavgalıyım. O bakış açısı sevdalı olduğum şeyi pornografik malzemeye dönüştürüyor. Ülkesini seyrettiği TV dizileri ile öğrenen (!), kendi hakkındaki fikirlerini hep başkasının filtresinde süzen insanların turistik kirliliğine bulaşmaktan korkuyorum. Elim varmıyor deklanşöre basmaya ve kitap okuyan kızı çekmiyorum. Mahremiyeti bu kadar saygıyı hak ediyor. Onun yerine magazin hayalleri ile kameramın önüne atlayıp, biraz da benim arkadaşlarımın dolduruşu ile “ben zati mankenim” diye bir başkası atlayacak birkaç saat sonra. O da bir garip kız çocuğu ama çok fazla “kız” olmuş işte. Görülsün beğenilsin istiyor. Onda gördüğüm şey ile bankta oturup kitabını okuyan Halfeti’li sakin kız arasında kaç dünya var. Hangisi doğulu, hangisi batılı. Hangisi kendini kurmak için zihnin ışığından, hangisi kendini var etmek için kamerama yansıyan ışıktan medet umuyor. Biri başkalarına çok ilginç geliyor. Çeksene bunun resmini !. Çekeyim. Çiğnenmiş sakız tadında kızların fotoğrafları ile taçlandırayım hafızamı. Ama aklım o diğer kızda. Açık bir meydan okumayla sahile inip kitabını okuyan, ya da o izlenimi vererek bir duruş edinmeye çalışan, yöresinden ve bedeninden taşıp dünya ile kucaklaşmaya çalışan kızda. Gölgede oturuyordu ama oradaki her kesden daha çok terlediğine eminim.


DSC 3423


Halfeti’den yola çıkıp tekrar Antep Urfa yoluna çıkıyoruz. Suruç sapağından yukarı Adıyaman yönüne dönerek Atatürk Barajını sağımıza alarak ilerliyoruz. Atatürk Barajı suyun rengi çok hoş. Yüzük taşı gibi derin bir yeşil. Hele arazinin girinti çıkıntıları ile uzaktan bakıldığında tam bir şölene dönüşüyor. Bu memlekette nereye baksan rakı mezesi diye
geçiyor aklımdan.
DSC 3354



Asfalt kalitesi oldukça iyi. Gurup olarak gitmesek yollar azmaya müsait, ama hepimizin kafasına kazınmış olan “eve tek parça dönmek” düşüncesi yüzünden sürat yapmadan ilerliyoruz. Kahta’ya yaklaşırken bir benzinliğe girip benzin alacağız. Koca benzinlikte pompacı tek kişi. Kredi kartından çekim, su satmak, benzin doldurmak onun işi. Bunalmış çocuk ama biraz da kendi beceriksizliği var. Hem bizi çok bekletiyor hem de benim motoru doldururken pompayı bırakıp gidiyor ve pompa otomatik olarak atmadığı için benzi taşıyor. Motor sıcak olduğundan bu çok tehlikeli bir anda alev alabilir ortalık. Hemen motoru uzağa çekip kurtarıyoruz. Bağırış çağırış derken çocuğun eli ayağına dolanıyor. Müşteriden patronundan korkar gibi korkuyor. Dört beş litre benzin yere dökülmüş durumda. Dökülen benzinin parasını vermiyorum, biraz vicdanım rahatsız oluyor, çünkü cebinden ödeyecek. Ama başka türlü öğrenmez; çok da kafaya takmıyorum. Kahta’ya girdiğimizde Sedat bizden önce oraya varmış ve kalacağımız oteli ayarlamış. İki kişiye birer oda, benim ortağım Sedat. Beton gibi uyuyor ve horlamıyor, insan oda arkadaşından daha ne ister. Gece olmadan Kahta’nın içinden sürerek Barajın kıyısında bir lokantaya gidiyoruz. Alabalık yiyeceğiz. Ortaya birkaç meze falan derken canım deli gibi rakı istiyor. Motorla geldik ama yol temiz. Otele üç dört kilometre mesafedeyiz. İki kadeh rakıyı ağır ağır içiyorum. Sek rakı içmenin tek kötü yanı içine buz atamadığın için sıcak rakı içmek durumunda kalabiliyorsun. Bu da öyle sofralardan biri. Masamız bir koya bakıyor. Paslanmış terkedilmiş bir tekne eskisi var koyun öte yanında. Ortasına doğru genişçe bir çember içinde çiftlik balıkçılığı yapılıyor belli ki. Denizden uzak yerlerde balık yemek tuhaf geliyor. Bu tatlı su balığı denen meret naylon boncuk gibi bir şey, sanki sahte balık yediğim duygusuna kapılıyorum. Şabut balığı hariç o nefisti. Bu yediğim düpedüz sahte balık işte, balıkmış gibi yapmış takmışlar kepçeye atmışlar fırına… ama bildiğin ot !

Kahta’ya geliş sebebimiz Nemruta çıkmak. Aslında programı yaparken Nemrut’a niyetim yoktu. Ama Ankara’dan bilgisine değer verdiğim bir ağabeyim “sen git hocam” dedi. Buralarda yaşamış bir miktar, tamam diyerek rotayı Kahta’ya çevirdik. Bir de Kahtalı Mıçı var onun gibi birilerini görmek ya da kasetçide sesini duymak istiyorum, ama olmuyor belli ki o da İstanbul sosyetesine karışmış buralarda duyulmuyor sesi.

Sabah erken kalkmamız lazım, Gün doğumunu izlemek için üçte kalkıp yarım saat sonra yola çıkmanız lazım dediler. 2100 metrenin üzerinde motor süreceğiz üstelik sabahın üçünde. Hiç akıl karı değil. O kadar da endurocu değilim, olan önden buyursun. Hemen bir minibüs ayarladık. Makul bir fiyata bizi hem zirveye çıkartacak hem de Nemrut dağındaki diğer arkeolojik ve tarihi kalıntıları gezdirecek. Gece kalkıp minibüse doluşuyoruz. Minibüs şoförü aracı kullanmaktan çok tekmeliyor. Benim bildiğim gaz pedalına ayakla basılır. Bu herif pedalı düpedüz tekmeliyor. Hoplaya zıplaya, önümüze düşen araçları uçuruma sürüklercesine sollayarak zirveye çıkıyoruz. Araçtan aşağı indiğimizde ciddi soğuk çarpıyor. Polar kazak asrın icadı ama o bile kesmiyor. Hava alacakaranlık. Çay içelim diyor şoför bizi bir kulübeye sokuyor. Bu arada akın akın insan gelmeye başlıyor. Japonlar. Sadece Japonlar değil birkaç Alman ile çok sayıda yerli turist de var.


DSC 3409



Bulunduğumuz yerden güneşin doğuşunun izleneceği terasa yedi yüz metre yol var. Taşlık bir patikayı çıkarak tepeye ulaşmamız gerekiyor. Başlıyoruz tırmanmaya. Oldukça dik, taşlık zor bir patika, ilk iki yüz metrede pilim bitiyor. Dinlenerek çıkmaya devam ediyorum, yolun yarısını geçtiğimde acaba geri mi dönsem diye aklımdan geçerken yanımdan sigara içerek geçen genç bir oğlana takılıyor gözüm. Ağzımın içinden, bok iç diye geveliyorum ve oturduğum yerden kalkıp yeniden yola koyuluyorum. Dinlenirken korkum güneşin doğuşunu kaçırmak. Neyse ki yukarı vardığımda daha güneş doğmuş değil. Hatta erken geldiğimizi anlıyorum. Battaniyelere sarılı insanlar uykulu gözlerle şakalaşıyorlar.

DSC 3394


Güneşin doğuşu yaklaşırken her kes terasta ayakta izlemeye başlıyoruz. Havada asılı onlarca cep telefonu anı ölümsüzleştirmeye çalışıyor. Ah oh sesleri arasında insan bir tuhaf oluyor, acaba başka bir numara var da biz mi es geçiyoruz diye işkilleniyorum. Güneşin dağların tepelerini aşarak doğuşu görmeye değer. Ama o kadar da “i-na-nıl-maz” değil. Açıkçası Eminönü’nde güneşin batışı ile bir ufak rakı içerim ama buradaki manzaranın ederi en fazla bir fincan sıcak kahve diyebilirim. Pek çok şey gibi Nemrut’da güneşin doğuşu da biraz “öğrenilmiş heyecan”. Gerçekten güzel ama tek ve biricik olduğuna ikna olmadım. Belki sabah güneşi bolca selamlamış olmanın ve gün batarken onun ardından baka kalmışlığımız epeyce bol olduğundandır.


DSC 3386


Yine de Nemrut’ta heykeller ve tümülüs çok güzel. Ben en çok tümülüsü sevdim. Heykeller ise fotoğraflarda olduklarından büyük algılanıyor. Olsa olsa 160-180 cm. arasında değişiyor boyları. Batı terasındakiler biraz daha heybetli. Ama Nemrutun en çok nesini sevdin deseler tümülüs derim. Hele ay ile birlikte harika görünüyordu.

DSC 3395
 

Nemruta gider de zirveye çıkarsanız size kahvaltı yapmanız teklif edilirse asla kabul etmeyin. Çünkü sizi gezdiren şoför, mekan sahibi ile anlaşmalı olup 2,5 YTL etmeyecek kahvaltıyı adam başı 8 YTL’ye “iteliyor”. Çay deseniz o da vasatın altında.

Bununla birlikte minibüsle gitmenin bir avantajı geldiğiniz asfalt yoldan değil Milli Parkın içinden geçerek bozuk ama güzel manzaralı yoldan gezerek iniyorsunuz. Ayrıca tek başınıza bulamayacağınız Kommegane Krallığı kalıntıları da bu güzergah üzerinde. İ.Ö 1.yüzyıldan kalma tarihi doku meraklısı için heyecan verici.

DSC 3438


Bir mağara yerleşimine giren dehlizin önünde hoş bir grafik yakaladım ve benim ekiptekilere poz verdirmekten çekinmedim. Post modern bir tarz oldu ama Behlül’ü Adıyaman dağlarında Mısır dansı yaparken çekmekten de geri durmadım.

DSC 3443


Burayı dolanıp gezdikten sonra Şeytan Köprüsüne indik. Ne zaman böyle bir köprü görsem fotoğrafın içine etmek için oraya park etmiş bir jeep illa ki bulunur. Murphy kuralları yine işledi ve bu muhteşem Selçuklu köprüsünü çekerken Isuzu aracı da kadraja almak durumunda kaldım. Fotoğrafı satacak olsak hadi neyse, ama bizim hava atmaktan başka derdimiz yok. Öyle olunca da façamızı bozuyor.


DSC 3449


Etraftaki çiçekler mor bir yorgan gibi toprağı örtmüş, köprünün altından akan nehir küçük bir şelale yaparak coşuyor ve kayaların arasından kayarak dağın eteklerine doğru kendine yol buluyor. Köprünün adı neden “şeytan” öğrenemedim. Yeni zamanlarda yapılan yol köprünün yapıldığı dönemdekine göre bir miktar yükseltilmiş ve köprünün bir kısmı bu yükseltme nedeniyle gömülmüş. Yolumuzun ilerisinde bir köprü daha var Cendere Köprüsü. Ona doğru giderken minibüsü kullanan şoförümüz aracı yolda durduruyor. Buy’run nohut yiyin diyor. Nohut tarlası yanındayız. İlk okulda cebimizdeki 10 kuruşları yatırdığımız nohutun tarladaki halini ilk kez gördüm. Tarladan kopardığınız anda ağzınıza attığınızda ekşimsi bir tat alıyorsunuz. Aracın içinde nohut yiyerek dağın eteklerinden aşağı süzüldük ve Cendere köprüsüne geldik. Roma köprüsü olduğu için hikayesi bol. Septimus Severus isimli bir abimiz yaptırmış. Köprünün iki ucunda ikişer sütun varmış zamanında. Abimiz iki sütunu eşi hanımefendi için, diğer iki sütunu da iki çocuğu için diktirmiş. Başlangıçta pek bir sorun yokken Septimus ağabeyimiz hakkın rahmetine kavuşuyor ve çocuklarından Carvalas kral oluyor. Olur olmaz da kardeşi Geta’yı öldürtüp babasının onun adına diktiği sütunu yıktırıyor. Şu hırsa bakar mısınız. Sen koskoca kral ol ondan sonra elinde kazma direklere saldır… Sonra böyle dile düşersin işte…

DSC 3461 1


Kahta’da doyurucu bir turdan sonra motoralarımıza binip yine Atatürk Barajını seyrederek Keferge Köyüne geldik. Feribotla Barajı geçerek Siverek’e doğru gideceğiz. Feribotun gelmesine yaklaşık kırk dakika var. Bir kısmımız kahvede çay içerken Behlül baraja girmeye heves ediyor. Pantalonunu indirip suya atlıyor. Altında paçalı don olsa sorun olmayacak ama mayo olduğu ve kardeşimiz alemlerde “üçgen bey” olarak anıldığı için yöre halkında bir huzursuzluk başlıyor.

DSC 3473



Çay içtiğimiz bahçedeki çocuk Suat’a sözlü uyarı yapıyor “orada kadınlar çamaşır yıkıyor dedem görürse hadise çıkar” diye. Suat gelip Behlül’e durumu bildiriyor o da kadınlara bir göz atıp la havle çekerek giyinmeye başlıyor.

DSC 3471



Bir süre daha feribotu bekliyoruz ve motorları yerleştirip etrafı seyrederek karşıya geçiyoruz. Zihni abi ve Behlül yöre halkı ile içli dışlı vaziyette, birinin elinde bir çocuk diğeri kadınlara bir şeyler anlatıyor. Tabi ki Kaptanımız Suat. Ben de öyle boş boş bakınıyorum sağa sola.

DSC 3481


DSC 3482


Karşıya geçtikten sonra Siverek’e ve oradan da Diyarbakır’a kadar olan yol çok zevksiz. Dümdüz çorak yollardan geçiyoruz. Tarlaların kenarlarında taş bentler yapılmış. Tarlanın içindeki taşlar elle toplanarak (belki vardır makinası) tarlanın sınırına dizilmiş duvar gibi. Bazı yerlerde tarlaların ortasında da taş öbekleri var. Diyarbakır’da yemek molası veriyoruz. Zevksiz bir yolu teperek Mardin’e iniyoruz.
 



Mardin denilince her kesin aklına bir şeyler gelir. Her kes Mardin’le ilgili taştan hecelerle konuşur biraz. Mardin’in alfabesi taştan ama dili ipek gibidir.Mardin denildiğinde aklıma ilk Murathan Mungan gelir. Bütün baba yaralısı erkekler birbiri ile biraz kardeştir; bizim de kendisine yakınlığımız yaralarımızın birbirini tanımasındandır… Mungan’ı iyi tanırım. Okuma alışkanlığımın pekişmesinde ikinci eşiktir. İlk gençliğimde aklım kasıklarımın arasına sıkışmışken beni dünya ile tanıştıran Orhan Kemal ve Nazım Hikmet Ran olmuştu. Mungan da zihinsel küremin üzerindeki hamasi sosyalist kabuğu, biraz daha insani ve kendine benzemeye özendiren bir törpüyle inceltmişti.

DSC 3501



Mungan kendini referans almayı öğretir insana. Sadece merhameti değil şefkati öğretir. Aşk ve ayrılık onun kaleminde olta ucunda çırpınan balık gibidir. Tutamazsın havada. Şiirini taşıyamazsan düşürürsün… Taştan alfabe ile yazılmış ne olsa… O yüzden Mardin denilince aklıma ilk o gelir, onun Paranın Cinleri’ni okumadan Mardin’i gezmek biraz eksik iştir. Dükkanlarda asılı Şahmeran resimlerinin önünden kayıtsızca geçmemek için de Şahmeran’ı okumak öyledir… Onun aklının; kelimeleri yan yana dizerken, kağıt üzerinde sahici bir insan yapabilen bir yeteneği ayakta tutan bir acı ile hediyendirildiğini düşünürüm. Ta ki Yüksek Topukarı yazana kadar. O kitaptan sonra Mungan’ın aklı gençliğini kaybeder ve yaşlanarak bir proje adamına dönüşür. Hele Müslüm Güreses’le yaptığı “iş”lerden sonra artık daha az Mardin’li daha çok İstanbulludur. Internet sayfasına girip bir bakın Bon Jovi’nin sitesi bile daha sade. İkibinli yıllar onun için bir kırılma noktasıdır. Mardin için de öyle. Sokaklar küçeler kendi gibi kalmaya değil Istanbul’a kaymaya teşnedir. Vitrinlerde telkari diye satılan gümüşlerin yüzde doksanı Kapalı Çarşı işi. Kenarları dantel gibi işlenmiş pencere pervazlarını örten camların üzerine “Milyonların Aşkısın” diye FB afişleri asılmış.


DSC 3511



Bütün kentler gibi burası da ilerlemeyi kendinden kaçmakta buluyor. İşte bu yüzden şehrin fotoğraflarını çekmeye pek elim varmıyor. Kasımiye Medresesi internet sitelerinde ve fotoğraf albümlerinde yeterince yer alıyor. Dar-ul Zaferan da öyle. Ama o taştan yapıları dolduran insanlar bizim vehmettiğimizden başka rüyalara yatıyorlar. Gençler heryerde olduğu gibi burada da gelenek ile güncel hasretler arasında sıkışmış. Şehir merkezinde bir konser hazırlığı var. Ses sistemini kontrol ederken zaman zaman yerel zaman zaman pop parçalar çalıyorlar. Bir kararsızlık var.
DSC 3506



Bir sinema festivali düzenlemişler. SineMardin diye. Filmlerden o gün Persapolis oynuyordu. Sinemadan başı örtülü bir kız çıkıyor yanında genç bir çocukla. Persapolis İran’ın Humeyni ile yön değiştirişini ve İranlı aydınların çektiği işkenceleri bir kız çocuğunun ağzından anlatan bir film. İşte hal böyle karışıkken insanın içinden sahte fotoğraflar çekmek gelmiyor.


DSC 3509



Fotoğraf zaten sahte bir şey bir de samimiyetten uzak düşerse iş iyice içinden çıkılmaz hale gelir. O sebepten şöhretimize giden yoldan bir adım geri atıyoruz ve Mardin’i pek popüler olmayan, aman ne güzel dedirtmeyen başka bir dikkatle çekmeye çalışıyoruz.

DSC 3504


Bir kedicik evinin avlusunda bize poz veriyor. Işığı sevdim ve çektim.
Behlül’ün eşi kitap restoratörü ve burada bir kilise de eski Süryani belgelerini onarmış. Dolayısıyla burada bir tanıdığımız var: Mor Gabriel. Onu ziyarete gidiyoruz (Doğru anımsıyorsam Kırklar Kilisesinde) Ahmet Ümit’in bir romanında Mor Gabriel kilisesinden bahsedildiğini biliyorum. Yakınlarda bir de Mor Gabriel Kilisesi var.


DSC 3499



Papaza Mor Gabriel adını daha önce duyduğumu, kendisini tanımaktan çok mutlu olduğumu söylüyorum. Gülümsüyerek teşekkür ediyor. Üstelik hem adınız Gabriel hem de morsunuz diyorum, üzerindeki mor gömleği işaret ederek. Zevzekliğim cezasını buluyor anında. Son derece nazik biçimde, “adımdaki ‘Mor’ eki Saint anlamındadır diyor renk değil, Süryanice’de Mor Aziz demektir diye düzeltiyor. Utanıyorum ama araya başka laflar karışıyor. Biraz ilahiyattan sohbet edelim istiyorum ama turist muhabbetine doymuş sohbete katılmıyor.

DSC 3500


Havadan sudan konuşarak kahve içiyoruz. Kilise içinde 4-5 aile yaşıyor. Çocuklar avluda top oynuyorlar. Kadınlar pencere önü sohbeti gibi sohbete dalmış bizimle ilgilenmiyorlar.


DSC 3488



İki genç fotoğrafçı çocuk dolaşıyor ortalıkta ikisi de Nikoncu, iyi bir kare yakalamaya çalışıyorlar ama ışık sert hiç şansları yok. Selam veriyorum bir tanesine cevap veriyor ama hırt bir tip hiç konuşmaya yeltenmiyorum.

DSC 3502



Üç yıl önce Mardin’e çekime gittiğimde fotoğrafladığım bir kapıyı gördüm tesadüfen. Üç yıl önce pırıl pırıl bakımlı olan kapı süsünün sıvaları dökülmüş, bakımsızlıktan solmuş küsmüş nerdeyse. Yan binada çamaşır asan bir kadın var “abla bu duvarın hali ne böyle üç yıl önce ayna gibiydi ?” diye laf attım. Sahipleri Istanbul’a gitti bina sahipsiz bir kiracı var onlar da bakmaz diye cevap verdi.

Mardin’de konaklamayı Polisevi’nde yaptık. Biz motorları parkederken yanımızda biri bitti. Polismiş ama şube müdürü öyle ufak tefek bir şey değil. Ben de motor hastasyım diye başladı. Adı Hüseyin. Her bir motora oturdu. Kendine arıyormuş uygun bir şey. Internetten her modelin teknik verilerini ezberlemiş bizim motorları bize anlattı epey. Akşam yemeğinde de bize eşlik etti. Ertesi gün Midyat, Hasankeyf, Siirt, Bitlis, Tatvan yapacağız. İyi bir uyku için yeterince yorgun ve yeterince bira ile doluyuz.
 

Midyat’a geldiğimizde doğrudan şehir merkezine giriyoruz. Mardin’den daha erken çıkmak istedik ama kahvaltı polis evinde 8de başladığı ve polis arkadaşımız Hüseyin’le lafladığımız için çıkışımız biraz gecikti ve güneş tepede iken şehre girdik. Hiç sevmem çünkü ışık sert olur iyi fotoğraf vermez şehir. O sıcakta bulduğum ilk yere parkedip kendimi motordan atarken yol arkadaşlarımın itinayla motorlarını gölgeye çekişlerini izliyorum. Aralarında motorun üzerine örtü örten de var; ama asıl hit olayımız “gorateksim kirlendi yıkamam lazım” diye banyoda çamaşır yıkayanlar. Canım kardeşlerim benim gorateks 50 bin kilometrede iki kez sabun yüzü gördü, bunu bilseniz benimle aynı odada yatamazsınız bir daha… Motorcu dediğin ter, gaz ve akşam yatmadan önce rakı… bilemedin bira kokar ! Sizi gidi annesinin temiz çocukları sizi… seneye ben sizi batağın ta dibine batırmaz mıyım Ermenistan’ın dağ köylerinde…


Hazır geyiğe sarmışken Midyat’a girmeden önce bir köyde yaşadığımız bir olayı anlatmadan geçmeyeyim. Bir köy kahvesinde çay içiyoruz. Adamın biri benim motoru göstererek kaça bu diyor. “Kaça bu”, “kaç basıyo” ve “nerden geliyonuz” bu soruların cevabının basılı olduğu bir T-shirt giyin ve asabınız bozulmadan gezmeye devam edin. Benim tecrübem budur. Ne kadar nefret etsem de bu sorulardan her birine sabırla cevap veriyoruz. Çünkü ağız bükerek konuşmak hem bize yakışmaz hem de seni adam yerine koyup sormuş bir soru sen de adam ol cevap ver psikolojik cenderesindeyiz…

DSC 3548



Her neyse benim motor için yirmi milyar dedim. Soruyu soran adam gözlerini belertip “essah mı diin” dedi. Ben de “he essah diim” diye cevap verdim. Sanki pazarlıkta kandırılmış tam alacakken vazgeçmiş gibi “ de get hemşerim yaaa. Yirmi milyar para verilir mi buna ya… ben iki buçık milyara bunun kralını alırım hem de Mondial” dedi….. ve arkasına bakmadan dönüp gitti. Ben dumur vaziyette kalakaldım. Suat da boş durmayıp lafı yapıştırdı. Murat abi üzülme ben beş bin lira veririm temizinden, gerçi Mondial değil ama gönlün olsun”….. Yani bu da bize kapak olsun o kadar hava attığımız sanırken adam bize fırçasını kaydı bir de seninkinden güzel Mondial var diye ayar çekti. Yöre halkından bu olayın intikamını almak için ben de aşağıdaki garibe soruyorum. “Net’çen bu maymunları niye arabaya koydun” Garipten ses çıkmıyor. Sana diyorum bebe bu maymunları satıyor musun? … derinden bir ses “tavuk” diyor. Ne tavuğu onlar maymun, tavuk sensin ! Kafası karışıyor anasının eteğine dönüp kafayı gömüyor. Sonra biraz daha şakalaşıyoruz onların tavuk olduğunda anlaşıyoruz. Anası da gülüyor…


DSC 3513



Gelelim Midyat’a. Midyat’ta şehir merkezinde çocuk çetesi tarafından çevremiz sarıldı. Abi motorlara bakayım mı sen yokken bu piçler oynamasın diye kendi arkadaşlarını satıp benden para sızdıracak. Altta kalmayacaksın böyle durumlarda. Ne o piçler ne de sen motorun gölgesinde durursanız alayınızın paçasına sıçarım, siee ! diye bağırdım. He bunlar bizdendir diye tırıs tırıs gittiler. İçlerinden birini gözüm tuttu, o da beni kesiyor ama çıkışımdan tedirgin oldu diyeceğini diyemiyor. Ne istiyon lan diye sordum. “Abe isterseniz size Midyatı gezdirem”. Get şurdan beş çay söyle dedim. Böylece mukavaleyi imzalamış olduk…Çocğun adı Emrullah saçlar jöleli. Ne o ‘lan reçel mi sürdün kafana diye çıkıştım. Yok abe jöledir, dedi. Jöleli Emrullah nereye gezdircen bizi dedim. Demez olaydım Emrullah başladı saymaya ezberde ne kadar yer varsa hepsini anlatıyor. Tamam oğlum beş çay daha söyle sonra şuralara şuralara gideceğiz. Peşimiz takılan her arkadaşın için senin bahşişinden bir lira düşerim ona göre dedim. Emrullah cin gibi. Önce merkezde eski kuyumcular çarşısını gezdirdi bize. Çok da tarihi doku denilemeyecek ama eni konu ilginç mekanlara girip çıktık. Bunlar arasında bir avluda bir arkadaşla tanıştım ki sizlerle tanıştırmazsam kendisine ayıp olur. Sıpa. Hem de beyaz sıpa. Al koynuna uyu o derece munis ve sevimli. Fakat neresine dokunsan bir araba toz kalkıyor. Hijyen konusunda gurubun en amele ruhlu adamı ben olduğum için toza toprağa aldırmadan sıpa ile sarıldık, öpüştük, hal hatır sorduk. O da seni bir yerlerden tanıyorum gözüm ısırıyor dedi…..


DSC 3525



Midyat Mardin’den daha heyecan verici geldi bana. Belki Mardin’i daha önce görmüş olduğumdandır. Midyat Suryani nüfusu itibariyle oransal olarak Mardin’den daha fazla yoğunluğa sahip. Kent merkesinde pek bir şey anlaşılmasa da Emrullah bizi gezdirirken nerelerin Suryani mahallesi olduğunu, kendi Suryani arkadaşlarını anlatıyor. Cehaletimin patladığı bir diğer yerde buradaki devlet konuk evi oluyor. Popüler dizilerden biri burada çekiliyormuş: Sıla… Emrullah anlatırken “aha Sıla buradan düşmüştür, buradan aşağı atlamıştır falan diyor ben de he he diye geçiştiriyorum (belki de Sıla değil başka bir isimdi bilemedim şimdi). Konukevi terasından Midyat kuşbakışı görünüyor.

DSC 3542 1


Bir de eski kaymakamın evi var o da güzel bir bina. Bölgedeki taş işçiliği üç beş kişi ile de olsa bu çevrede hala yaşıyor. Ama işler artık geometrik desene dökülmüş. Kasımiye Medresesindeki o inanılmaz tığ işi taş oymacılığı artık yok. O sadece ustalıkla değil, aynı zamanda bir inancın taşa nakşedilmesi ile ilgili bir şey olsa gerek. Orada sabır ve hüner değil, teslimiyet ve aşk varolsa gerek başka türlü mümkün değil.

DSC 3537


Ve tabi her şeyin önünde ve arkasında çocuklar…. Kapı aralıklarında, avlu eşiklerinde, sokaklarda “dünyalı çocuklar”. Onlar Midyat’ı bizim görmediğimiz bilmediğimiz bir bilgi ile yaşıyorlar. Biz onların dünyasını kendi çocuklarımızın dünyası ile tartarak anlamaya değerlendirmeye çalışıyoruz. Onlar TVden gördükleri ve gelen “turistler”den aldıkları 50 kuruşlarla bizi tartıyor… Ama tartıda en ağır basan gerçek onların radyosu var. Pilli. Radyo bu bölgede önemlidir. Öyle olmasa bu gezi yazısının ilk sayfasında Diyarbakır Ulu Cami avlusu duvarına oturmuş sigara içenlerin gururu yüzlerinden okunmazdı. Radyo önemlidir çünkü yanında taşıyabilirsin. Yanında taşıyamadığın her şey biraz kaybolmaya senin olmaktan çıkıp gitmeye mahkum gibidir. Taşıyabildiğin kadar zenginsin.


DSC 3532


DSC 3544


DSC 3546




Gideceğimiz istikamete göre yolumuzun üzerinde Mor Brahim Manastırı vardı Emrullah bizi oraya götürdü. Gittiğimiz saatte Manastır kapanmış, bekçiye yalvar yakar kapıyı açtırdık. Bekçi müslüman olduğu için içerde fotoğraf çekmeme bir şey demedi. Normalde izin vermiyorlar.

DSC 3556




Nedeni bilinmez bir tür refleks olsa gerek. Dünyanın her yerinde fotoğraf makinasından korkulur. Kimse kendi görüntüsüne razı değil ondan olsa gerek. Brahim Manastırı çok bakımlı temiz bir kompleks. Bahçesinde ziyaretçiler için güzel dinlenme köşeleri yapılmış. Dar-ul Zaferan gibi turizm beldesi olmamış.


DSC 3562



Küçük bir eski eşya müzesi var içinde, ne ararsanız var Mamia 645’den Meryem Ana heykelciklerine kadar… Bari Hasankeyf’te akşamüzeri güzel bir ışık yakalayayım diye dinlenme arasını daha fazla uzatmayıp yola koyuluyoruz.


Emrullah sonunda bizden on lira kaptı. Rayicin üzerinde bir rakamdı ama yüzündeki gülümseme de rayiç üstüydü. O da bizi ödüllendirdi.
 

Midyat’tan Hasankeyf’e kısa bir mesafe, yollar güzel… hava biraz sıcak olduğu için yer yer kaskın önünü açıp serinleme ihtiyacı duyuyorsunuz fakat bu sefer de alev alev rüzgar çarpıyor yüzünüze. Kıvrımlı yollardan Hasnkeyf’e indik. Gerek Atlas Dergisi’nin gerekse farklı duyarlı gurupların “Hasankeyf Sular Altında Kalmasın” kampanyası yüzünden gazete okuyan hrekesin kafasında yer etmiş beldelerden biri. Hasankeyf Barajı’na karşı yürütülen kampanyalar nedeniyle burada eşi benzeri bulunmaz bir tarihi doku göreceğim beklentisi ile girdim. Hele kente girmeden önce dağların eteklerinde yeni yetme bir genç kızın çırpı bacakları gibi cılız ve ürkek akan nehri görünce, bu kuruluğa razı olanın mutlaka korumaya değer zenginlikleri olmalı diye düşündüm. Zeugma gibi mesela…

DSC 3583



Hasankeyf fotoğrafları tek bir karenin tek bir noktadan farklı fotoğrafçılar tarafından tekrarlanmasından ibarettir. Kentte bir kale (her kentte olandan), eski köprü ayakları dışında o kuruluğu yaşatmaya değer ne var doğrusu göremedim. Bizde “aydın” olmak kendi ışığını bulmak değil, ortak kullanılan bir gaz lambasının ışığında birbirinin amentüsünü tekrar etmekten ibaret olduğu için başından beri bu konuda temkinliydim. Su altında kalma tehdidi ile ayakta duran cılız bir turistik eşya satış sokağı ve nehir kenarında “çardak” denilen yerden başka sudan ve enerjiden vazgeçmeye değer ne var keşfedebilmiş değilim. Istanbul’dan trenlere binip “Hasankeyf’e gidiyoruz sular altında kalmasın” facilitiy’sine katılanların kaç tanesinin bölgesel kalkınma stratejileri üzerine iki satır okuduklarını merak ederim doğrusu.

DSC 3582


Zaten batılının kendi ülkesine oryantalist oluşunun keyfi burada yatar. Bir yerlerde bizden çok fakir, çok otantik birileri kalsın. Rakı masamızda onların türküleri ile coşalım, oralara gidip sümüklü çocuklara defter kalem dağıtalım. Böylece kendi çağdaşlığımıza bir cila atmış oluruz. (Ne de olsa bizim kullandığımız elektrik Marstan geliyor, nükleere de karşı çıkacakmışız arkadaşlar… yeşil marul.. pardon yeşil barış… oleyyyy)

Başkasının kanaatleriyle kendi aynasını sırlayanlara entelektüel denilen başka bir ülke var mı acaba… Dedim ya ülkemde nereye baksam rakı mezesi. Bu da öyle işte... ama ağlatan cinsinden.


Her yerde olduğu gibi burada da binalar ve vitrinler kentin özlemleri hakkında daha çok fikir veriyor. Ara sokaklardan birinde cama pek ustaca olmayan çizgilerle yapılmış bir resim gözüme çarpıyor. Yeşil gözlü kırmızı dudaklı bir kadın, onun yanında dev bir karanfil ikisinin de arka planı ayna gibi metalik bir fon. Önce kuaför olduğunu düşünüyorum. Sonra ilçe nüfusuna bakılırsa pek kuaför olamaz diye geçiyor aklımdan. Ben fotoğraf çekip içeri ile ilgilenince içeriden bir genç çıkıyor “hoş geldin abi” diyor. Ona doğru bakarken içerde ahşap bilgisayar masalarını görüyorum. Yaklaşık on, on iki bilgisayarlı bir internet cafe. Anadoluda beni şaşırtan derecede internet cafe gördüm. Buyurun çay içelim diye içeri davet edildim.


DSC 3571


Bizim ekip ise karpuz, peynir vs. bir şeyler alıp öğle yemeği organize etme peşinde onları da kaybetmek istemiyorum. Pek gönüllü olmadım girmeye. Sonra motorların yanına gidip burada olacağımı söyledim bizimkilere ve dükkana girdim. İçerde beş altı çocuk. Bir tanesi mekan sahibi. Üzerinde poşu niyetine bir şal var. Renkli bir şey amaboyundan atmış, koltuk altından geçirmiş… şekilli bir şey yapmış kendine. Duvarda Yılmaz Güney posterleri var. Biz çay içerken Suat ve Behlül geliyor içeri onlar da sohbete katılıyor. Sohbet malum motorlar kaça, nerden geliyorsunuz vs. Suat Yılmaz Güneyi göstererek oradaki en ağır abiye soruyor. Say bakalım Yılmaz Güney’in filmlerini. Çocuk iki tane söylüyor, iki de Suat söylüyor. Sonra bir çocuk bir Suat sekiz on film sayıyorlar. Gençler nezdinde itibarımız bir anda yükseliyor. Çaylar tazelenirkençocuklar biraz rahatlamış vaziyette bana poz veriyorlar. Eller zafer işareti yapıyor. Anlayan anladı biz anlamazdan geliyoruz. Sonra bir de her kes Yılmaz Güney pozu versin, mapusta duvar kenarında cigara içer gibi yapın diyorum. Hemen itaat ediyorlar.


DSC 3574



Çocuklardan Çardak’ın tarifini alıp yemek malzememizle beraber o tarafa doğru sürüyoruz. Zaten şehir içinde bir iki kilometrelik bir mesafe. Bu arada Zihni abi bir kahvede bir Alman bulmuş. Çardak’a giderken bir kahvede bizi bekliyor. Bu kardeş Alman.. dur dedim durdu diyor. E şimdi de, git de gitsin diye takılıyorum. Zihni abi sıcaktan bunalmış ters ters bakıyor… Alman arkadaşlar biraz sohbet ediyoruz. Adı Vinzenz.. Vinzenz Henke. Almanca “vinses” diye telaffuz ediliyor ama biz ona hep “vinsent” diyoruz. Hatta Behlül, birkaç gün sonra tek heceye sıkıştırıp “vins” demeye başlıyor. Vinzenz GS 1150 kullanıyor. Boyu iki metreye yakın kilo deseniz 130, rugby oyuncusuymuş. Daha sonra gözlerimizle gördük devrilmiş motoru ters eğimde bisiklet kaldırır gibi kaldırıyor. Almanya’dan buraya tek sürmüş. Tek gezme işini ben de severim ama bu kadar uzun yolda cesaret edemem herhalde. Kendi kendine konuş konuş nereye kadar. Tek başına olunca insanların sana yaklaşımı da biraz soğuk oluyor. Gurup dinamiği daha sıcak.

DSC 3678


Vinzenz’in de bize katılmasıyla çardağa gidip öğle yemeğine başlıyoruz. Karpuz, peynir, ayran. Gezinin başında beri bir köye yetecek kadar koleterol ve ürik asit toplamışımdır, daha da devamı olacak… seziyorum. Çardak olsa olsa dört kişilik ama biz içimizdeki hayvanı saldık ya bir kere ortaya ille altı kişi dört kişilik yere sığmaya çalışıyoruz. Birinin ayağı diğerinin burnuna dayanmış vaziyette, ortopedik olarak imkansız pozisyonlara girerek yemeğimizi yiyoruz. Gırgır şamata geçiyor öğle yemeği. Vinzenz de Gürcistan’a gidiyormuş. Bodrum Marmaris Kapadokya taraflarında gezmiş. Gece Hasankeyf’de kalmaya niyetliydi ama bizi şamata hoşuna gitti be nde sizinle geleyim dedi. Biz de sevinerek kabul ettik.
Vinzenzle beraber Hasankeyf’ten ayrılıp Tatvan Ahlata doğru sürüyoruz. Bu arada Van’da Zihni ağabeyin bir arkadaşı ve Sedat’ın askerlik yapan yeğeni var onlar Van’a gidiyor. Gurup ikiye bölünüyor bir kısmı Van gölünün güney batısında diğeri kuzeydoğusunda… olsun yarın buluşuruz nasıl olsa.

Van gölünde görmek istediğim iki yer var biri Ahlat’ta Selçuklu Mezarlığı diğeri Gevaş'ta Ahtamara Kilisesi. Selçuklu Mezarlığı yolun hemen üzerinde arayıp bulmak gibi bir derdimiz olmuyor. Akşam Ahlat’a girerken mezarlığı görüyoruz, sabah ışığında buluşmak üzere önünden geçip bir otel buluyoruz. Otel eli ayağı düzgün bir yere benziyor. Fiyatı makul bir seviyeye çekmek üzere Suat’ı resepsiyona gönderiyoruz, iki dakika sonra gülerek geliyor, üç kişi adam başı yirmi lira diyor… Boşuna mı Suat’ı yolladık üzerine para bile alır adam ticarette aramızda bir numara. Odaya çıkıp yerleşiyoruz. Behlül ben biraz şehri dolaşacağım diyor Suat’la ikimiz göl kenarında otelin bahçesinde oturuyoruz. Akşam yemeği için bir şeyler söylüyoruz. Bir de küçük rakı. Ne rakı “var” diye soruyorum. Yeni rakı “var” diyor garson. Sonra beklemeye başlıyoruz. Yirmi dakika kadar zaman geçtikten sonra mezeler geliyor… Rakı nerde diyoruz, geliyor abi diyor garson sonra kaçıyor yanımızdan… Aradan bir yirmi dakika daha geçiyor yemekler geliyor, rakı nerde diyoruz, geliyor abi diyor, kaçmaya yeltenirken bağırıyoruz arkasından nereden geliyor oğlum bir saattir bekliyoruz diye (gerçek rakam kırk dakika) Abi arkadaş almaya gitti, diyor. Nasıl yani rakı yok mu, e az önce var dedin. Var diyen ben değilim abi. E ne zaman gelecek. Hemen şimdi gelir abi…. Toz oluyor. Biraz daha bekliyoruz. Behlül sinirlenip kalkıyor masadan, şehre doğru gidiyor. Tam bir saat içinde rakı geliyor. Mezeler buz olmuş yemekler bitmiş, garsonlara verip veriştiriyoruz. Birer kadeh rakı içiyoruz Suat'la ama tadı yok. Birazdan Behlül geliyor. Oğlum size lahmacun yaptırdım bira da aldım, diye siyah bir naylon torbayı masanın ortasına koyuyor. O torba ile masamıza güneş doğuyor, lahmacunlarla birlikte birer bira deviriyoruz ve hesabı ödeyip göl kenarında yürüyüşe çıkıyoruz. Birer bira da yürürken içiyoruz. Yürüme mesafesinde 10 dakikalık yolda tekel bayii olduğunu görüyoruz ve kafamız karışıyor. Bu adamlar rakıyı nereden aldı acaba diye… Bu arada kaldığımız otelin alt katı pavyon gibi bir şey. Kırk yaşlarında kırmızılı bir kadın türkü söylüyor masa aralarında dolaşarak. Sahnede sanatçı için şampanya şişerlerinden bir burç yapılmış, öyle böyle değil. Bu adamlar karanlık ortamda bu kadını çay içerek mi dinliyorlardı bize neden rakı bulamadılar diye söylenmeye devam ediyoruz.

Ertesi sabah erken saate kahvaltı edip Selçuklu Mezarlığına gidiyoruz. Mezarlık girişinde bir de müze var ama henüz kapalı. Motorları bırakıp mezarlığın içine giriyoruz. Çok etkileyici taşlar. Üzerlerindeki işçilik son derece sade, bir kısmı başlıklı bir kısmı düz, yazılardan çoğunun esnaf olduğu anlaşılıyor (eski yazı okuduğıumdan değil, mezarların altında Türkçe levhalar var).

DSC 3588


DSC 3592


DSC 3593


Hepsi çok güzel boyları insan boyu, ama sanki merhumun boyu esas alınmış gibi bir diğerinden az kısa az uzun öyle dağılmışlar toprağa. İçlerinden en çok aşağıdaki hoşuma gitti. Biri diğerinin omzuna başını dayamış…


DSC 3606



Ve bu bölgede kümbetler çok yaygın. Bu da onlardan biri. Emir Bayındır Kümbeti.Alt katı mezar üst katı ibadet için ayrılmış. Sadece Ahlat’ta 12 silindirik kümbet var bunların kare ve onikigen şekilli olanlarına da rastlanıyor. Selçuklu mu Ermeniyi yoksa Ermeni mi Selçukluyu etkilemiş bilmiyorum ama bölgedeki kiliseler de aynı formu esas almış. Gürcistandaki kiliseler ve biraz sonra göreceğimiz Ahtamara Kilisesi de aynı çadır tipi çatı ile kapatılmış.

DSC 3605
 

Tatvan’ın içinden geçerek dün geçtiğimiz yolları bir de sabah ışığında geçiyoruz. Yol boyunca Van Gölü’nün adeta pergelle çizilmiş koylarına paralel gidiyoruz. Arada bir kıyıdan uzaklaşıyoruz sonra yine gölle buluşuyoruz. Yolda ilerlerken sol tarafımızda çadırlar görüyoruz. Fotoğraf kalabalığı olmasın diye onların fotoğraflarını buraya koymuyorum. Ama genelde “gelişmiş” bölgelerde tarım işçilerinin barındıkları yerler olan bu çadırları burada görmek beni biraz şaşırttı. Demek ki, gurbet her yerde… Her yerde insanlar bir somun ekmek ve biraz yövmiye için beyaz çadırlar arasında çamaşır kurutup, çocuklarını çer çöple oyalıyor. Ben fotoğraflarını çekerken çocukların sesleri motorumun gürültüsü ile boğuluyor… Dünya üzerinde ne çok yükümüz var. Kendi gürültümüzden iki satır çocuk neşesi duymadan fotoğraflarını çekip uzaklaşıyoruz.

Akdamar Adası olarak bildiğimiz yer Ahtamara Adası. Gevaş ilçesinde. İhtiyarşahap Dağları’nı sağımıza alıp Gevaş’a doğru ilerliyoruz. Ahtamara Adası adı 1980’den sonra Akdamar Adası olarak Türkçeleştirilmiş. 80den sonra bir milletin huyu değişti, adanın adı değişmiş ne ki! Adaya 20 dakikalık bir tekne yolculuğu ile gidiliyor. Teknenin kalkacağı iskeleye gittiğimizde orada bir Alman çift ile iki Türkün beklemekte olduğunu gördük. Teknenin kalkması için 10 kişi olması lazım. Adam başı 5 YTL, yani cem’an 50 YTL. Bir süre bekledik kimse gelmedi… Bir süre de bira içerek bekledik yine kimse gelmedi. Orada bekleyen iki Türke 50 YTLyi paylaşalım adam başı 7 YTL verir misiniz diye sordum olur dediler. Alman çiftin erkeğine sordum, karısına Almanca’ya çevirdi. Kadın sanki kendisine uygunsuz teklifte bulunmuşuz gibi bize en iffetlisinden bir “terbiyesizler” bakışı atarak “nein ich.. ochh… “ bir şeyler dedi. Kocası bekleyelim birileri gelir birazdan dedi… Adamın haline baktım acıdım. Sende bu kadın ve zihniyet varken bu yediğin Gevaş güneşi sana az bile. Ye bu sıcağı sev bu teyzeyi… 2YTL için iki Alman bizi 20 dakika bekletti. Sonunda üç kişi daha geldi ve Van gölüne açıldık. Ahtamara’ya doğru giderken arkama dönüp baktım ve İhtiyarşahap Dağları eteklerindeki tepelerin fotoğrafını çektim. Bulutlar teperler arasında saklanıp çıkıyorlar. Doğa burada sürekli şaka yapan çocuklar gibi, yerinde duramıyor…. Kıpır kıpır.

DSC 3625


Adaya doğru giderken teknede birer bira daha içiyoruz. Havadaki sıcağı vücuda kabul ettirebilmenin en güzel yolu bu. İç Anadolu’da ya da Karadeniz’de olsak o bira şişelerini bize yedirirler ama burada dikkat bile etmiyorlar. Bira içerken göz tacizine uğramadığımız ender yerlerden biri “doğu” oldu. Ya hepten yabancı belliyorlar bizi… ya da biz hepten yabancıyız onların sitemini anlayamadık.

Ahtamara Adasında yüzük taşı gibi bir kilise var. Ahtamar Kilisesi. 1951’de Ermeni yapılarını yıkma kararı ile burası da yıklımaya çalışılmış ama o zamanlar genç gazeteci Yahya Kemal kendi gücünce engel olmuş. Kilisenin hemen yanında yıkılmış bir yapı daha var. Ama bu doğal sebeplerle mi yoksa Yahya Kemal ortalığı ayağa kaldırana kadar kazma kürek marifetiyle mi o hale gelmiş bilemiyoruz.

DSC 3641


Aktamar Kilisesi Ermeni Kral Vaspurakan 1. Gagik tarafından yaptırılmış bir manastır kilisesi. Adaya adım atıp kiliseye doğru yürüken sizi yemyeşil badem ağaçları karşılıyor.

DSC 3636


Ama tekneden görünümü çok daha etkileyici. Göle hakim bir tepede sanki karşı kıyıya kucaklarını açmış, sanki yüzyıllardır bir hasreti biriktirmiş gibi öyle sarı sıcak bir hüzünle gelenleri bekliyor.

DSC 3631



Tarih, sevilmek isteyen kediler gibidir taşları dokunulmak, satırları okunmak ister… Anlaşılmak ve ayakta kalmaya devam edebilmekten daha değerli ne var ki tarih için. Bütün bunları motosiklet olmadan yaşayabilir miydim ? Hiç sanmıyorum. Motor kültürü insana taşlara dokunmayı onunla konuşmayı öğretir. Sadece sevmeyi değil, adam gibi sevmeyi öğrenirsin iki teker üzerinde. Çünkü korkuyu, tehlikeyi, başarıyı ustalığı tadarsın. Her ustanın işine saygı duymayı öğrenirsin. Hayatta kalmanın, sonsuz sayıda tesadüfün senin için el ele tutuşmuşluğuna bağlı olduğunu bilirsin. Ve el ele tutuşmayı öğrenirsin. Sadece bir makineyi değil hayatını kullanmayı öğrenirsin. Sana verilen hediye ile kırmadan oynamayı ve onu sana benzeyenlerin sevinci ile çoğaltmayı… Fena halde erkek işidir ama Ayşeler de tadabilir…

DSC 3651



Bu bölgedeki pek çok kilise gibi bu da + biçiminde haç planlı. Duvarlarında bitki, hayvan ve aziz kabartmaları ile geometrik süslemeler var. Kabartmalar İncil ve Tevrat'tan alegorileri sembolize ediyor. Tabi eğer meraklısı değilseniz öyle pat diye anlamak mümkün değil. Ama kilise bekçisi olarak görev yapan Selçuk İrdal adında bir Azeri genç size dakikalarca duvarlardaki hikayeleri anlatıyor.


Hiçbir özelliğimiz yok. Sadece ona “merhaba hocam nasılsın” dedik ve cevap olarak yaklaşık bir saatlik bir rehberlik hizmeti aldık… İşini bu kadar severek yapan insan az bulunur. Bizim ilgi ile dinleyip sorularla anlattıklarını açmamız onu daha da heveslendirdi ve tüm kilisenin etrafını dönerek bize duvarlardaki kabartmaların kutsal kitaplarda neyi hikaye ettiğini anlattı.

DSC 3639


Kilisenin içi çok büyük değil. Duvarlardaki freskler kilisenin yaşı ve bulunduğu yerdeki rutubet göz önüne alındığında çok iyi durumda. Biz kiliseyi gezerken bizim teknede olmayan üç beş kişilik bir ekip geliyor. Ağır abi modunda kravatlı bir adam ve onun yanında başka bir ağır abi. Arkalarında hizmette kusur olmasın ruh halinde bir iki kişi daha var. Duramayıp laf atıyorum sonra ağır ağabeyin Gevaş Belediye Başkanı olduğunu öğreniyorum. Belediye başkanı ama havasına bakarsan İçişleri Bakanı gibi bir şey. Havasını indirmek için, kendimi tanıtırken Toplu Konut İdaresinde yöneticiyim demek geçiyor içimden. (Taşra belediye başkanlarının TOKİ binası önünde nasıl perişan umutlarla işlerini yaptırmaya çalıştıklarını iyi bilirim. Sonra bu muziplikten vaz geçip bize rehberlik eden bekçi ile ilgili düşüncemi aktarıyorum. Hiç oralı olmuyor. “Yapacak tabi” bir hava içinde. Ben de arkamı dönüp iyi günler diliyorum.

DSC 3643


DSC 3644



Teknede birlikte geldiğimiz insanlarla sözleştiğimiz buluşma saati geliyor. Son bir kez yere uzanıp tavana bakıyorum ve bu mekanı kış soğuğunda etraf bembeyaz kar örtüsü ile kaplıyken, tavandaki pencere boşluklarından içeri kar taneleri düşerken hayal ediyorum…


DSC 3646



Bekçi bana bakıp gülümsüyor... Yaptığım şeyi hiç yadırgamadığını, aramızda birbirimize hiç söyleyemeyeceğimiz bir kardeşlik bağı olduğunu ve o tebessümle o bağı sıkı sıkı tuttuğunu hissediyorum… Erkek olmak biraz da böyle bir şeydir… söyleyemezsin.

DSC 3647
 

Ahtamar’dan tekne ile dönerken yanımızdan bir tekne daha geçiyor, içinde bizim “başkanlar”. Teknenin kıçında bir masa kurulmuş tente altında bir şeyler yiyerek geri geliyorlar. Ev sahibi başkan gurur içinde, duruşundan belli. Aklıma “bizim” gazetelerin cemiyet sayfaları geliyor: Zübük Bey ve zevcesi dün gece Falayla’da çok şıktılar…. Yerel basından bir başka haber: Dün beldemizi ziyaret eden Aycan Başkan, Gevaş kebabına bayıldım dedi…İkisi arasındaki tek fark 1500 kilometre Hepimiz aynı komediyi sergiliyoruz… sadece bazı yerlerde biletler daha ucuz !


Zihni Abi arkadaşını görmek için, Sedat askerlik yapan yeğenini görmek için, Vinzenz de amok koşucusu gibi motor kullandığı için Ahlat’ı, Tatvan’ı ve Ahtamara Adası’nı göremediler. Biz de Van’dan mahrum kaldık. Telefonla haberleşerek Van il çıkışı cıvarı bir yerde buluştuk ve gölün kuzeydoğu ucunda bulunan Muradiye Şelalesine doğru sürmeye başladık… Sağımızda Işık Dağı etekleri sarı mor çiçeklerle bölgenin florasının kuzeye doğru nasıl değiştiğinin ipucunu veriyor. Aslında bölgede ipucundan bol bir şey yok ama ip kördüğüm olmuş halde… ucunu bulmak yetmiyor düğümü çözeceksin. Bir kez çözünce de öyle bir ışık görünüyor ki ucunda insanın aklı kalıyor.

DSC 3677


Muradiye şelalesi ulaşımı kolay sıkıntısız bir yer. Lokanta da var, lokantada bira da var. Fakültede asistanlık yaptığımız dönemde taşra üniversitelerinde çift maaş veriyorlar diye bir arkadaşımla beraber Zonguldak’a mı gitsek Canakkale’ye mi yerleşsek diye epeyi bir kafa patlatmıştık. İki şehri de görmemişiz hangisi daha medenidir acaba diye (biz İngiliz kraliyet ailesindeniz ya!) araştırma yapıyoruz. Arkadaşım dedi ki, “oğlum bir şehirde Lions Rotary varsa orası tekemmül etmiş demektir !” Buna gülüp geçtik o zaman. Şimdi, Lions’u Rotary’i bilemem ama; bir şehirde “tekel bayii” haricinde bir yerde bira satılıyorsa orası yaşanabilir bir yerdir. Hatta sevilesi bir yerdir… Bu konu çok önemli, bira diyerek geçmeyin, yeri geliyor hastaya bağlanacak serum kadar önem kazanıyor. Zira sıcaktan damarlar gevşemiş, size kendi modern hayatınızı hatırlatacak bir tat bir doku aradığınızda o şişe sizi kendinize getiren bir büyüye sahip oluyor. Doğu Anadolu’da ve Güney Doğu’da bu anlamda bağnazlık görmedik. Tabi ki kendi kısacık maceramızla sınırlı gözlemimiz. Yoksa iki satır yol gezip sosyoloji yapmak ayıp olur… Herkesten önce o ayıbın sahipleri yer bizi çıtır çıtır… Biz lümpen motorcularız… haddimizi bilelim hem öyle sosyolojik şeyler TV stüdyosunda olur gezi yazısında değil…

DSC 3670



Vinzenz de fotoğrafa meraklı, benimki kadar iri olmasa da onun da güzel bir makinesi var. Arada fotoğraf muhabbeti yapıyoruz. Şelaleye tül efekti vermeyi öğrenmek istiyor. Anlatıyorum nasıl yapacağını ama ışık çok kuvvetli o çekim için beceremiyor. Tül efektli şelale çekmenin banal bir şey olduğunu söylüyorum. Tuhaf tuhaf bakıyor yüzüme. Şimdi bir de Alman sosyolojisi yapmak var ama okuyana da acımak lazım.

Muradiye şelalesi ışığı ve doğası güzel bir yer, bölgeye giden her kes görmeli derim. Yiyecek içecek anlamında bir özelliği yok ama aç da kalmazsınız. Muradiye’den çıkıp Çaldıran Ovası’nı geçtik. Hani şu okul kitaplarından zihinlere ziyan her sınavda çıkan Çaldıran Savaşı’nın yapıldığı yer… Taraflar değişmiş ama savaş devam ediyor. Sık sık askeri kontrol noktalarında durduruluyoruz. Vinzenz’in suratında “oh jah.. no problem” diye bir ifade var ama hafiften tırstığını seziyorum. Bir iki çevirme noktasında onun pasaportunu istiyorlar tedirgin oluyor. Yola çıkmadan önce Van Jandarma komutanı ile telefonda konuşmuştum. Internetten buldum mailini, komutan erinmeyip cep numarasını yazmış, ihityacınız olursa arayın diye. İçim rahat sorun olursa komutanı ararım. Ama hiçbir noktada sorun olmuyor. Sadece kontrol noktasındaki askerler yorgun ve sıcaktan bunalmışlar yüzleri gülmüyor. Kimin gülerdi ki ? Çaldıran Ovası’nı geçtikten sonra beni en çok etkileyen Tendürek Dağları’na tırmanıyoruz. Doğru hatırlıyorsam bazı yerlerde 2600 metreyi gördük. Hava buz gibi, karlı tepelerin arasından geçiyoruz. Öyle bir manzara var ki motorun gürültüsünü duymuyorsun, akvaryum balığı gibi uğultulu bir sessizlik içinde gidiyorsun. Etrafta dev kayalar var. Volkanik olsa gerek toprağın renginden çok daha koyu. Toprak kahverengiyse kayalar zil siyah. Dikey oluklar halinde içine içine giden oyukları var. Sanki havada uçan kuşları içine çekip onlarla besleniyormuş gibi korkutucu. Falezleri andırıyor. Tendürek Dağları hep “haberler”den duyduğumuz bir isim. Şimidi ise bir isimden çok daha fazlası olduğunu hissettiriyor bize. Spilberg filmelerine sahne olacak bir güzelliği var. Tabi ortada Elf’ler yok ama çobanlar var… olsun onlar da orta dünya zalimliğinde olabiliyorlar zaman zaman… Nedendir bilinmez taş atıyorlar. Motora taş atıyor elindeki değneği tekerlerin arasına sokacakmış gibi ani hareketlerle bizi korkutmaya çalışıyorlar… Bu da bir yerel zevk olsa gerek.

Her şeye rağmen Tendürek Dağları’nda mutlaka yine motor süreceğim. Motorla dağlarda epey gezdim sayılır. Bazı dağların dişi bazılarının erkek olduğunu düşünürüm. Tendürek cinsiyetsiz. Hiçbir erkek o kadar sert ve köşeli olamaz çünkü. Kayalar sanki başka biri tarafından getirilip konmuş oraya. Tendürek Tendürek işte gidip yaşamak lazım. Bir kez tattım yetmedi yine Vinzez’in bir projesi var her dağ geçidinde durup motorunun ve geçit levhasının fotoğrafını çekiyor. Güzel bir düşünce ben akıl edemedim daha önce.

Tendürek’i aşarak Doğubeyazıt’a geliyoruz. Doğubeyazıt’a geliş nedenimiz İshak Paşa Sarayını görmek. Işık gitti gidecek akşam olmak üzere, Vinzenz’le ikimiz gazı kapatıp motorların kıçı ata ata Sarayın olduğu yere tırmanıyoruz, ekip de arkamızdan geliyor. Onlar öğretmen evine gidiyoruz sanıyormuş ama ışık gitmeden burayı görmek lazım. Mesai saati geçtiği için sarayın içini göremedik (bak yine oraya gitmek için bir sebep daha). Fotoğraf sitelerinden görmeye alışık olduğum yerlere fiilen gidip orada olduğumda, hayatının aşkını artist dergilerinden kestiği resimlerle yaşayan bir takıntılı aşığın; aşık olduğu sanatçıyı gazinoda canlı dinleme anındaki ruh çözülmesini yaşıyorum. Hani vardır ya, ulaşılmaz ses sanatçısının resimlerini fakirhanesinin duvarlarına asan genç şoför, olayların gelişmesi sonucu hem o kadının sevgili olur hem de belalısı… Ama onu sahnede ilk izlediği bir an vardır, orada ruhu çözülür adamın. (Eski Türk filmi izleyicileri anladı ne dediğimi)… İşte öyle çözülüyor ruhum . Oh be. İshakpaşadayım. Ve tahminim doğru çıkıyor, burayı da fotoğraflayan herkes yine tek kadrajı tespih etmiş. Fakat yapı gerçekten de o açı ve kadrajdan çok güzel duruyor… Ne yapalım mecbur biz de tespih ettik. Bilenlerin söylediğine göre Türkistan, Selçuklu ve Osmanlı mimarisini harmanlamış bir yapıymış. Ama daha ilginç olan dünyanın ilk kalorifer tesisatı döşenen sarayıymış… ya siz de Ataköy’de konforum var diye gerinin, atalarım olayı daha 1780lerde bitirmiş. And olsun gelecek hükümet de o sarayın avlusunda plazma TVlerle multimedya gösteri yapmazsa. Murat demişti dersiniz ! Bu arada restorasyonu beğendim ama etraftaki yapılar ciddi kaynak ihtiyacı içinde.


DSC 3695


Arkada inanılmaz güzel bir mezarlık var. Bakımsız biraz. Defineciler sağı solu eşelemiş ama pek zarar vermemişler. Taş işçiliği yine sadeliği ve ustalığı ile göz kamaştırıcı. Başka yerlerde de bebek mezarı gördüm. Ama buradaki çok içime işledi. Bu dünyadan giderken sana verilebilecek hiçbir şeye dokunamayacaksın … Senden geriye üç çiçek kalsın ve yüzyıllar boyu insanlar o taştan çiçekleri kurumadan taze tutabilmek için gözyaşlarını akıtsınlar. Bu dua tutmuş. O taşa dokunduğunuzda o da size dokunuyor. Küçük bir el geçmişten…

DSC 3718


Hava kararmaya yakın aşağı iniyoruz. Doğubeyazıt öğretmen evine. Kaldığımız öğretmen evleri arasında en kötü durumda olan bu. Duş yapmak içimizden gelmiyor çünkü temizleneyim derken etraftaki bakteri zenginliğinden nasibimizi alabiliriz. Yemek için dışarı çıkıyoruz. Burası bir zamanlar elektronik eşya kaçakçılığıyla nam salmış. Aklımızın bir köşesinde öyle bir umut da saklı ama şehirde gezerken anlıyoruz ki, eski kaçakçılığın yerini şimdi plastik Çin malı gündelik ev eşyası, tabak vs. ile kaçak sigara ve çay almış. Hiç biri ilgimizi çekmiyor.

DSC 3741


Yine de etraftaki gelir düzeyi ile pek örtüşmeyen bir alış veriş imaknı gözleniyor. Sanırım o da buradaki askeri nüfusun büyüklüğünden kaynaklanıyor. Ana caddede Adidas’tan Vestel bayiine kadar orta ölçeğin üzerinde dükkanlar var. Gece şehir hayatı oldukça canlı. Tatil yerlerindeki gibi sokakta pastane önünde dondurma satılıyor. Suat hepimize dondurma ısmarlıyor ve bu sayede o gece her kes ishal oluyor. Kahvehanler genelde boş, ama internet cafeler daha çok iş yapıyor.

DSC 3742


Daha önce söylediğim gibi buralarda adım başı internet cafeye raslıyorsunuz. Çoğu kahvehane gibi çalışıyor ama bizim buralardaki cafelerinde ilim irfan yuvası olduğu söylenemez. Yolda bir dilenci Kürtçe bir ağıt bağırıyor. Türkü desen türkü değil, ağıt desen eh işte ama söylemekten çok bağırıyor. Parayı ver sustur der gibi yan gözle gelip geçeni kesiyor.

Burada tuhaf bir sessizlik var. Çözemedim. Şehir meydanında devbir afiş asıl önce Saidi Nursi sanıyorum ama değil. Ehmedê Xanî adında bir Kürt filozof, onun adına festival düzenlenmiş. Ama festivale dair iz yok. Sadece afiş duruyor. Dediğim gibi tuhaf bir sessizlik.
Yemek yediğimiz lokantanın yanında bir halıcıya girdim, kilimlere bakıyorum. Fiyatlar fena halde turistik. Üstelik halıcı hiç de pazarlığa yatkın biri değil, sanırısın gümüş satıyor.

Burada pek çok dükkanın adı “Ararat”. Ararat Ermeni dilinde Ağrı Dağı’na verilen ad; Urartu’dan geliyor.

Ağrı Dağı Ermenilerin kutsal saydığı bir yer. Denildiğine göre Ervivan’dan görülebiliyormş. Doğrudur çünkü Erivan Doğubeyazıta oldukça yakın. Ermeniler Araratı kutsal sayıp bir kenara koymuş değiller. Günlük yaşam ve siyasetlerine nüfuz etmiş bir konu bu. Orada da pek çok şeyin adının Ararat olduğunu öğrendim. Ararat Konyağı var örneğin, meşhur bir marka.

DSC 3747 1

Ermenilerin dünyaca ünlü lirik şairi Silva Gabudikyan Ararat için “.. ulaşamadığımız bir dağdır Ararat. Biz ondan uzak kaldıkça güzelleşen Hepimizin kalpleri onun dibine gömülüdür” diyor. Ece Temelkuran’la yaptığı röportajda “Küçükhanım, Ararat sizin için bir yükseklik meselesidir. Bizim içinse bir derinlik meselesi!” . Hakkındaki düşünce ve kanaatleriniz ne olursa olsun bir milletin hasretini anlatan ağır ve hazmı zor bir söz. Bizim için coğrafya kitaplarında Türkiye’nin en yüksek dağı diye ezberlediğimiz yere her baktıklarında kendi geçmişlerini görüyorlar.

DSC 3752 1


Ağrı Dağı Doğubeyazıtın hemen dibinde. Doğubeyazıt da rakım olarak oldukça yüksekte olduğundan, dibinden bakıldığında dağın haşmeti pek anlaşılmıyor. Bir de oldukça geniş bir alana yayılmış. Bilmeyen birinin gözü yanılabiilr yan yana fotoğraflarına baksa Erciyes daha yüksek sanabilir. Ama Iğdır Ovasına indiğinizde dağın heybeti ortaya çıkıyor. İlk gün akşamüzeri tepesi bulutlarla örtülüydü. Ertesi sabah zirveyi gördük. Çok etkileyici. Sizi izliyor adeta.

DSC 3756a 1


Iğdır ovasına inerken hep aynamda onu seyredek sürdüm motoru. Bir coğrafya konusunu yanından geçer gibi değil. Etrafındaki yoksulluğu, onu Erivan’dan izleyenlerin imkansız kavuşma özlemlerini ensemde izleyerek indim. Biz oradan geçtikten on gün sonra üç Alman dağcıyı kaçırdılar Ağrı Dağında. Eteklerinden süzülerek Kars’a doğru devam ettik. Biz uzağında geçip giderken, her yerde duymadığımız fısıltılar görmediğimiz gölgeler var. Bize ulaşmayan ama bizden başka da muhatabı olmayan gölgeler ve fısıltılar.

DSC 3753
 



Karslı bir arkadaşım var Metin Çiftçi. Hem SBF’li hem Aydınlıkçı… tadından yenmez yani. Ama “dünya tatlısı” diye bir kategori var ya TV Türkçesinde ,onu sollayıp geçecek bir espri zenginliğine sahip. Ansiklopedide “ahlak” maddesinin karşısına bir resim koymak gerekse onun fotoğrafı kavramı tam anlamıyla karşılar… Öyle bir adam. Karslılığını üstü örtülü bir şekilde geçer pek kimse bilmez. Ama konu açıldı mı mutlaka “toyuğun türküsünü” söyler. Toyuğ Azeri Türkçesinde (ya da Azericede) tavuk… Kadının birinin tavuğunu çalıyorlar, o da çalana lanet okuyan ve tavuğa methiye düzen bir türkü yakıyor.

Benim toyuğum ağıdı balam
Derisi dolu yağıdı balam
Dün bu zaman sağıdı balam
Seni yanaşın toyuğu tutan
Oğlanasan toyuğu çalan
Benim toyuğum çil çildi
Kanatları tel tel idi.
Toyuğ değil bir fil idi.


İpin koptuğu yer “o bir tavuk değil fil idi” diyen feryat noktası. Burada gülmemek mümkün değil. Kars ile ilgili aklımdan hiç çıkmayacak üç beş şeyden biri de bu türkü. İhtimal, Metin bu türküyü öğrendiğinde bu çocuklar gibi Kars sokaklarında sümüğünü çekerek top koşturuyordu. Arkadaşımı anarak çocuklarla önce şakalaşıp sonra fotoğraflarını çekiyorum.


DSC 3764


Iğdır’ı geçtikten sonra Yağlıca Dağı ve Dumanlı Dağı’nı geçerek Kars’a girdik. Dağların etekleri sarı ve mor çiçek tarlası. Kars’ta şehir merkezine giriş biraz karışık. Şehir dışından gelen yol doğrudan sizi merkeze taşımıyor. Birkaç caddeyi dolanmak, sağa sola sapmak gerekiyor. Şehir merkezinde yoğun bir trafik var ama düzenli. Önce yatacak yer meselesini halletmemiz lazım. Bir pastanenin önüne motorları park edip kendimize çay söylüyoruz. Biz çayları beklerken pastane çırağı elinde tepsi ile önümüzden seyirtiyor, o anda Suat, “hoop” diye bağırıyor. Pastacı çocuk neye uğradığını anlamadan Suat o ne yeni mi çıktı fırından muhabbetine giriyor. İki dakika sonra ılık ılık taze baklavları dilimizle damağımız arasında eziyoruz. Yol yorgunluğundan olduğumuz yerde uyusak yeridir ama öğretmen evini bulmamız lazım. Pastane sahibi genç biri. Tip olarak Nişantaşılı, davranış olarak Parisli (arada birkaç gömlek fark var kusura bakmayın). Uzun saçlı ince yapılı saçlar arkadan kuyruk yapılmış. İçimden “ulen bu memleketin en ücra köşesi diye geldiğimiz yerdeki pastacının kozmetik kültürü beni dörde katlar” diye geçirerek yanına gidiyorum. Hocam öğretmen evi nerede bir de eski kent merkezine nasıl gideriz yürüyerek, diye soruyorum. Öğretmen evini tarif ediyor, yürüyerek gidebilirsiniz motorlarınız burada durabilir diyor. Sonra eski kentin bulunduğu yeri tarif ederken Belediye Başkanı dışarıdan gelen misafire çok önem verir dilerseniz belediyenin telefonunu vereyim oradan yanınıza birini versinler sizi gezdirsin diyor…Bunları söylerken gayet ölçülü ve mesafeli. Adama hocam dediğime pişman oldum ama “Sir” desem de hiç olmazdı.

Öğretmen evi oldukça bakımlı modern yeni bir bina fakat odalar dolu. Bizi odalarda kalmakta olan öğretmenlerin yanına dağıtıyorlar. Vinzez de bir öğretmenle eşleşiyor, oda arkadaşı şakalaşıyor akşam görüşürüz diye.. Akşam maç var Türkiye Almanya yarı final oynayacak.


DSC 3770



Güneşin batmasına epey vakit var. Şehri gezmeye çıkıyoruz. Kale oldukça yukarıda bir yerlerde. Ama kale pek ilgimizi çekmiyor. Asıl kalenin etekleri, eski şehrin olduğu yer ve oralarda gezerken eski Kars’ı görmeyi umuyoruz.

Aslında buraları kışın görmek isterdim. Çoğumuzun hafızasına Orhan Pamuk’un romanı ile sığınan bu şehir eminim kışın çok daha güzel. Manuel Çıtak’ın Kar romanı kapağına çektiği fotoğraftaki atmosferi görmek istiyorum aslında. Ama onun için de kışın uçakla gelmek lazım. Ona da ruhum sığmaz, motordan in uçağa bin… giyinik sevişmek gibi bir şey. Kars için bile yapamam. Motorla dünyayı olanca çıplaklığınla kucaklarsın. Otomobildi uçaktı o tür kafeslere girmek suya girip ıslanmamak gibi bir şey… balık adam misali…

Motor demişken Kars’ta gördüğümüz Chopper- Scooter’ı es geçmeyelim. Evet bu yepyeni bir kategori. Biz buralarda enduroydu, chopperdı havamızı atıyoruz ama asıl yaratıcı motorcu Karstaymış; tesadüfen öğrendik. Böyle bir scooter var mı İstanbul'da, sorarım. Yok öyle noel ağacı gibi her tarafından ışıklar yanan Goldwing’le çıs tak çış tak hava atmak! Bak adam kendi Goldwingini kendi yapmış.

DSC 3771



Şehrin arka sokakları eski Rus yapılarının en yoğun olduğu yerler. Hekim Evi olarak kullanılan bir bina var. Kendine uzun uzun baktıran cinsten. O bölgede alışık olmadığımız bir ölçeğe sahip. Bulunduğu sokakta meteor düşmüş gibi duruyor. Ama yabancılaştıran bir ölçek değil. Mimarisi sıcak ve sempatik.


DSC 3784


Koyu gri taşlar, sert figürlü alınlıklara rağmen Rus binalarında yine de bir insani boyut var. İhtimal harcına votka karışmış. Öte yanda kamu binası olmayan evlerde de bir neşeli durum var. Geniş verandalar, kırmızı, pembe, açık mavi renkli duvarlar.


DSC 3781



DSC 3822


On iki Havariler Kilisesi diye bilinen bir yapının bahçesine giriyoruz. Restorasyondan çok ıslah çalışması gibi bir şeyler yapılıyor. Geniş sayılabilecek güzel bir bahçesi ve avlusu var. Çocuklar avluda top oynuyorlar. Akşamki maçla ilgili olarak çocuklara laf atıyoruz. Vinzenz kelimeleri anlamasa da mevzuyu kapıyor ve çocukları kızdırmak için “ben Alman ben Alman, Alman şampiyon” diyor. Veletler cıvıyor. Sonra onlardan poz almak için sakinleşmelerini bekliyorum.

DSC 3806


Akşam maçı öğretmen evi TV salonunda maçı izliyoruz. Aramızda tek Alman var. Belki de o gece için Kars’taki tek Alman. Vinzenz tedirgin. Biz de doğrusu bir tatsızlık çıkar mı diye tetikteyiz. Tetikdeyiz dediğim, sopa yemeye hazırız anlamında. Yoksa elli altmış kişilik kalabalığa kafa tutacak halimiz yok. Maç başlar başlamaz öğretmenler çocuğa dönüşüyor. Kritik pozisyonlarda yerlerinden sıçrıyor, gol attığımızda “laylaylaylay” şarkısını söyleyerek salonu titretiyorlar. İçerde bir salon daha var orada daha büyük bir plazma TV var, orada bayanlar film izliyor. Bu arada alt katta düğün var. Bizim gol yediğimiz anlarda sesimiz kesildiği için akordeon sesi geliyor. Vinzenz Almanya gol attığında önce “yeah !” diye bağırıyor. arkasından akordeon devam ederken İngilizce özür diliyor salondan. Salon Vinzenz’in sevincini saygıyla karşılıyor, biz rahatlıyoruz. Ama son anda son golü yediğimizde içimden Vinzenz’in kıçına bir tekme atmak geçiyor…
 

Bu kısımda artık izleyenlerin sabrını zorladığım düşüncesine kapıldım. Pehlivan tefrikası gibi yaz Allah yaz bitmiyor. O nedenle en azından gezi yazısın bir kısmını kolay izlenebilir hale getirmek adına Kars’tan Artvin’e olan kısmın laf ebeliğini kısa tutmaya çalışacağım. Ama paylaşmak istediğim fotoğraflardan vazgeçmedim.

Yine bir mezar taşı ile başlayalım. Takıntılı olduğumu söyleyenler de var ama seviyorum işte. Herkesin bir iki su kaçığı olur. Bendeki sızıntılardan biri de bu mezar taşları işte. Elim varsa oturup adam gibi bir şeyler okuyarak bunları fotoğraflarım ama bu konuyu dile getirdiğim bir iki arkadaşım “aman aman bir de mevzuda derinleşmeye kalkma gözünü seveyim” telkininde bulundular. Hak vermek durumunda kaldım. Önemsediğiniz bir konuyu insanların gözüne gözüne sokmadan yaşamayı öğrenmek lazım. Ama yine de şuna bir göz atın. Çift başlıklı bir mezar taşı. Taştaki figüre bakılırsa bir askere ait. Göğsünde madalyalar ve fişekler nakşedilmiş taştan. Taştan madalya, kalpak… yerden yeniden yükselen bir insan gibi. Dünyadan göçüp gitmeye ayak diriyor sanki. Etten bedeni çürürken taştan sureti gelip geçenden bir dua bekliyor.

DSC 3827


Kars’tan çıkıp Çıldır Gölü, Akbaba Dağı üzerinden Ardahan’a ineceğiz. Giderek yükselen bir yola giriyoruz. Etraf silme sapsarı mayıs çiçekleri ile dolu. Bölgedeki bir adı da “dida çiçeği”. Şifalı olduğunu söylediler. Dağa tırmandıkça çiçeklerin arasında beyaz lekeler halinde kar kümeleri var. Sağdan soldan küçük nehirler Çıldır Gölünü besliyor.

DSC 3864


Çıldır Gölü ise ayrı bir güzellik. Yükseklik izin verse ve gece güvenliği olsa burada kamp kurmak isterdik. Ama bölge terör bakımından biraz “sakat”. Yolda birkaç kez çevirmeye takılıyoruz. Bir kontrol noktasında sadece kullandıkları zırhlı araçlardan resmi kuvvet olduğunu tahmin ettiğimiz silahlı kişilerin yanından geçiyoruz. Sivil giyimli ellerinde daha önce görmediğim türden silahlar var. Bizim yüzümüze bile bakmıyorlar. O derece “konsantre adamlar”.

DSC 3854


Onların varlığı bizim için dert değil hatta güven veren bir şey ama genel güvenlik zaafı nedeniyle yol boyunca bir bardak su içecek tesis yok. İlaç için çakmağıma benzin dolduracağım desen Iğdır’a geri dönmen gerek. Doğa çok güzel, Tendürek Dağlarının aksine vahşi değil. Çiçekler rüzgarda gelin eteği gibi savruluyor. Ancak hem irtifa nedeniyle oksijen oranı yüksek hem de giderken üşüyorsunuz; bu da ciddi yorgunluk yapıyor. Dinlenme ihtiyacımız var ama “yer yok”. Açık alanda durduğumuzda kendimizi “keklik” gibi hissediyoruz. Kekliğin kaderi de malum… düz ovada başına gelenin haddi hesabı yok, dağ başında siz düşünün artık… Aynı anda hem yorgunluk, hem tedirginlik, hem de hayranlık duygularını harmanlayarak tipik motorcu ruh haline kavuşuyoruz. Yolda bir köyün içinden geçerken durup, buralarda çay içecek yer var mı diye sordur. Hee bize gidelim dediler. Gidelim dedikleri yer durduğumuz yerin yüz metre ilerisi. Yol kenarında bir ev. Bahçenin bir kısmı tezek yığınları kışa hazırlık yapıyorlar. Bir kısmında da çocuklar ve hayvanlar eğleşiyor. Hayvanlar dediğim iki üç tavuk, bir hindi üç de “mal” var. İshakpaşa Sarayında, Midyat Devlet Konuk Evinde olur da bu garibin evinde olmaz mı elbette burada da çanak anten var.

DSC 3840


Bizi evlerinin bahçesine konuk ediyorlar. Ayran çay kahve ne istersiniz diye soruyorlar. Kahve diye şımarıklık ediyoruz. Evin annesi gidip kahveyi pişiriyor. Erkekler servis ediyor. Biz de çantalarımızdan kek, bisküvi türü şeyler çıkarıp sofraya koyuyoruz. Nereden aldığımızı hatırlamadığım bonbon şekerler kalmış cebimizde. Çocuklar o şekerlerle şenleniyor.

DSC 3847


Durduğumuz yer Kars’a bağlı Arpaçay Çanaksu Köyüymüş. Son derece içten, birbirini tanımaya yönelik bir sohbet başlıyor. Öngördüğümüzden daha uzun bir mola oluyor. Evin annesi hindiyi gösterip, bunu size keseyim yemeği beraber yiyelim diye ısrar ediyor. Gören komşu köyden kız istemeye geldik sanır. Öyle bir “bizim oğlanlar” muamelesi görüyoruz. Küçük bir bebek var elini yakmış, ciddi görünüyor durumu. Behlül bizim sağlık çantasından bir şeyler getirip çocuğun elini açık tutmalarını ve başka tedavi tavsiyeler veriyor. Yaşlılar sohbeti derinleştiriyor, köylerinden çıkmış bir vali varmış onu anlatıyorlar. Buranın okumuşu çoktur diye akrabalarından Ankara İstanbul’da iş tutanları sayıyor.

DSC 3862


Sohbeti daha fazla uzatırsak hindi canından olacak diyerek kalkıyoruz ve Çıldır Gölü etrafından kavis çizerek Ardahan’a ilerliyoruz. Ardahan’da et kavurma meşhurmuş. Sedat mutlaka yiyelim orada diye hepimizi uyarıyor. Ardahan’a doğru giderken yolda karşı yönden bir siyah jeep yanımızda durup bize de dur işareti yapıyor. İçerdeki kişi bıyıkları aşağı salmış, ama korucu olamayacak kadar kentli bir ifadeye sahip. Hoş geldiniz, nerden nereye derken İstanbul Enduro Club’den Nedim Koç olduğunu öğreniyoruz.

DSC 3866


Duayenlerden. Mütevazı kişiliği ile hemen arkadaşı ile birlikte yardımcı olmaya, yemek için bize bir yer bulma telaşına düşüyor. Ardahan’da şehir merkezinde Nedim Koç’la sohbet edip birlikte yemek yedik. Ortak tanıdıklardan söz açıldı mı zaten çorap söküğü gibi arkası geliyor. Mehmet Binli’yi aradık telefonla o da eski tüfek enduroculardan.

DSC 3872


Ardahan’dan çıkıp Şavşat’a doğru sürmeye başlıyoruz. Öğlen sıcağı durunca bizi yakalıyor giderken sorun yok. Hatta yer yer ciddi üşüdüğümüz bile oldu. Özellikle Çamlıbel Geçidinde 2640 metre yüksekteyken.

DSC 3877


Şavşat’a yaklaşırken doğa değişmeye başlıyor. Mayıs çiçeklerinin yerini iri çam ağaçları almaya başlıyor ve nehirler daha uzun eşlik ediyorlar asfalta. Kıvrım kıvrım yollar motorcu için “bundan iyisi Şam’da kayısı” dedirtecek virajları aşıyoruz. Ben de kendi çapımda virajlarda azıyorum ama bu kez Vinzenz’i yakalayamıyorum. O keskin virajlarda benden daha iyi. Dün de maçı aldılar zaten, şunun kıçına gerçekten bir tekme atasım var.

DSC 3886


Artvin’de bizi arkadaşlarımız karşılıyor. Ekrem ve Nazım Ağabey. Ekrem’le geçen yıl tanıştık. Artvine gittiğimizde Yalçın Ağabeyle birlikte bize yardımcı oldular bu kez Nazım Ağabeyle tanışıyoruz. O da değişik bir abimiz. Önden çekişli bir motor yapmış. Şaka değil 60-70 kilometre gidiyor. Tek çeker halinde normal hızını yapıyor motor. Sebep diye sorduğunda bazı yollarda gerekiyor diyor. Nasıl motor kullandığını görünce anlıyorum ki normal değil. Ona gerçekten çift tekerden çekerli motor lazım. Dere tepe demeden tırmanıyor. Hele Kafkasör Yaylasından inişi OMMcilere nal toplatacak cinstendi.

Kısa olsun demiştik değil mi !
 

Yurtdışında bir şey yapmak “bir şey”dir ya bizim memlekette. Hani yurtdışında akrabası olmaktan tutun, bir zamanlar Kıbrıs’tan bavul içlerinde çamaşırların arasına sıkıştırılan payreks cam kaplardan birini getirmiş olmak gibi geniş bir yelpazeye yayılmış bir gurur panosu vardır hepimizin… Severiz biz yurtdışında olmuşluğu. Kendi olmuşluğumuzun üzerine dökülen krema gibidir, ecnebi memleket tecrübesine sahibi olmak…

İşte biz de birbirimize söylemesek de, iyi kötü aynı hislerle kendimizi Gürcistan gümrüğüne attık. Yurtdışında motor süreceğiz. Yabancı bir memlekete yelken açtık diyeceğiz… İçeri girerken kendimle kavga edip duruyordum, ne işin var bitti mi Türkiye diye. (Aslına bakarsanız neredeyse bitti benim açımdan) Bu dışavurumcu özentili halimizi kendimce kınıyordum… Ama şimdi bu yazıyı yazarken, fotoğraf seçerken bu tecrübenin biraz daha içerikli olduğuna karar verdim. Öyle, tam bir seyyah beslenmesi ile olamasa da (çünkü dil ciddi problem) bu ülkeden kepçemizin yettiğince bir şeyler aldık. Hiç de azımsanmayacak ölçüde üstelik. O ülkenin ışıklarında kimsenin görmediğini görüp, her kesin gördüğünü görmeden geçtik muhtemelen. Daracık zamana sıkıştırılmış bir gezide insan kendini hızlı okuma kurslarında gibi hissediyor.


DSC 4044


Bize yabancı olan, bizi oraya götüren Ekrem’e pek de yabancı değil. O neredeyse ayda bir iki kez girip çıkıyor Gürcistan’a. Benzin ucuz, orada depoyu doldurup Artvin Kafkasör arasında yakıyor her akşam.

Sedat jeep ile giremedi Gürcistan’a; çünkü araç eşinin üzerine kayıtlı. Gümrükte sorun çıkacağı için Ekrem bizimle birlikte motorla gelecek iken, otomobille geldi ve Sedat’ı aldı.


DSC 3902


Artvin’de gece Kafkasör yaylasında yemek yedik ve Suat sayesinde DSİ’nin beş yıldızlı otel ayarında misafirhanesinde kaldık. Sonra sabah kahvaltıda neredeyse bir kovan kestane balı yedikten sonra Hopa’ya sürdük. Vinzenz’le ben kelebeklerin peşine takılıp dalmışız, Ekrem bizi uyarıp azmayın burada trafik sakat dedi. Peki madem diyerek efendice Sarp’a gümrük kapısına geldik; orada bizi motorcu dostu Mahmut karşıladı. Hem Ekrem’in arkadaşı hem de motor meraklısı olduğundan gümrük işlerimizi hızla halletti ve biz yaklaşık bir saat içinde kendimizi Gürcistan’da bulduk. Hani Zigana’dan geçmek motorcu için “hacı” olmaksa, yurt dışına çıkmak da “milli” olmak gibi bir şey öyle bir heyecan içindeyiz. Gümrükten geçtikten sonra ilk iş para bozduyoruz. Para birimi “lari”. Dolar gibi her banknot aynı boyda ister 10’luk ister 1’lik olsun aynı.

DSC 3908


Batum’a doğru sürmeye başlıyoruz. İlk önce alfabesi gıdıklıyor Gürcistan’ın. Öyle hiçbir şeye benzetemediğimiz harfler eğri büğrü. Bir süre sonra göz alışıyor. Neyse ki çoğu levha altında Latin harfleri de var. Önce benzin alacağız. Benzinliklerin bir kısmı terkedilmiş izlenimi veren metruk yerler bir kısmı biraz daha düzgün. En azından bir şirket ismi var. Yirmi küsur lariye depolarımızı doldurup Batum’a ilerlemeye başladık. Batum Sarp arası bir saat sürmüyor. Şehre girer girmez Ekrem bizi önce kalacağımız apart otele götürüyor. Ev ile pansiyon arası bir yer. En önemlisi motorları kapalı bir bahçe kapısının arkasına park edeceğiz.

DSC 4072


Gürcistan asabi bir ergen ! Ne zaman güleceği, ne zaman ağlayacağı belli olmayan, tepkileri abartılı bir isyankar oğlan çocuğu gibi. Yolda ilerlerken tuhaf tepkiler alıyoruz. Bağırarak birileri kendi yerini belli ediyor ya da el sallayarak selam veriyor. Ama her kes bizi fark ediyor. İlk günün sonunda anladık ki, Gürcistan’da motor yok. Bizi görenler UFO görmüş Cem Yılmaz moduna giriyorlar, bir heyecan bir coşku… Bir yerde durduğunuzda motorların etrafına toplanıyorlar. Sizi pek kale almıyor, kendi aralarında konuşuyorlar.

DSC 3967



İlk gün Batum’da yatacağız ve Batum civarını gezeceğiz. Batum zaten Sarp kapısına yakın. Şehrin içinde birer bira içerek Karadeniz’in güney batı sularına paralel sürmeye başlıyoruz ve Poti’ye kadar çıkıp geri Batuma iniyoruz. İlk günkü gözlemler izleyen günlerde edindiğimiz izlenimi değiştirmiyor… Dehşetli bir gelir dağılımı eşitsizliği ve aynı şiddette bir tüketim açlığı var.


Bizim Türkiye’de görmeye alıştığımız BMW, Mercedes, Suzuki jeepler var. Ama yollarda tek tük görüyorsunuz onları. Yollarda daha çok orta halli Opeller ve bol bol Lada’lar var. Eski otomobiller çoğunlukta. Dikkat çekecek oranda bazı araçların ön ya da arka tamponları yok. Çünkü ülkede yan sanayi, servis Hak getire. Yurt dışından gümrüksüz araç alıyorlar ama yedek parça yok. Bu yüzden oto hırsızlığı had safhadaymış. Komşunun aynasını söken kendi arabasına takıyor, ertesi gece komşunuz sizin silecekleri yürütüyor… Böyle kara mizah bir durum.

Kimi zaman insan şöyle düşünüyor Küba + Adana + Karadeniz + Ortodoksluk + Rus Etkisi + Yeni Yetme Siniri….kaynat kurut.. al sana Gürcistan… Hafiften bir Adana bıçkınlığı var her yerde. Her kes fena halde erkek fena halde delikanlı. Kızlar da öyle. Motorda giderken adamın gözünün içine bakıyorlar. İnsanlar çoğunlukla ya devasa bloklarda ya da geniş sokaklara yayılmış bahçeli tek veya iki katlı evlerde oturuyorlar.

DSC 3941


DSC 3931


Bu yapılar iç içe. Her iki tür yapıda Rusya dağılmadan önceki dönemden kalmış. Belki biri işçiler diğeri yöneticiler içindi. Dikey binalar şu anda ciddi düzeyde bakımsız. Sıvalar dökülmüş. Her bir balkonda çamaşırlar asılı. Kimi balkon kapısını pimapen yaptırmış ama yan sokaktaki tek ve iki katlı evlerin belirgin üstünlüğü var.

DSC 3942


Poti’ye kadar gidip geri geldik. Yolda trafik bizim buralarla karşılaştırılınca oldukça “farklı”. Farklı çünkü trafik ışıklarındaki yeşil yeterince yeşil, kırmızı yeterince kırmızı değil… en azından bazıları için. Adam, kırmızıyı yeşili pek takmıyor… kafası güzel… bütün renkler pembe onun için. Sollama yapılmayacak yerde solladı ve karşıdan da bir arabamı geliyor, sollanan araba biraz sağa kayıyor, karşıdan gelen biraz kendi banketine kayıyor, ortadaki geçiyor. Ne bağrış çağırış, ne el kol hareketi yok, her kes memnun. Trafiğin işleyişini bir kez kapınca sıkıntı çekmiyorsunuz. Ama kavga edip üç günlük ziyarete geldiğiniz elin memleketini düzeltmeye kalkmayacaksın tabi. Ortam buysa ben de uyarım diyerek ver gazı. Kullandığın araca hakimsen kolay kolay kaza yapmazsın çünkü çoğunluk iyi araç kullanıyor.
Direksiyon hakimiyeti iyi.

DSC 3918


Poti’ye kadar bir sürü kasaba geçtik. Çoğu birbirine benziyor. Sokaklarda ve kapı eşiklerinde hep insan kalabalıkları var. Kimi yerde satranç oynayanlar, kimi yerde sohbet edenler…. Hep bir canlılık var… Ama o canlılığın üzerinde neredeyse elle tutulur bir hoşnutsuzluk dalgası bütün kasabaların üzerinde nemli bir bulut gibi örtüyor. Bu kadar çok insanın sokaklarda olması işsizliğin olduğunu gösteriyor. Belirgin bir yoksulluk var ama tuhaf bir şekilde yer yer lüks vahalarla karşılaşmak mümkün… Yolda boş bir arazi yanından geçerken Sovyet zamanından kalma heykeller çarpıyor gözümüze. İlki su sporlarında madalya getirmiş bir kasabaya dikilmiş. Diğer ise Roma desen Roma değil, Antik desen Antik değil bir Rus kibirlenmesi…

DSC 3976


Tipik bir Sovyet imgesi. Dev kaslı ve kararlı atların çektiği bir iki tekerli arabada, bir kahraman asker (hadi Romalı diyelim) Karadeniz’in sularına derin derin bakıyor… Sosyalist tahayyülün beceriksizler elinde un ufak oluşu gibi, o dönemin iktidarının kararlı ve güçlü iradesini simgeleyen bu heykel de doğa şartlarına dayanamayarak bir sırtından yırtılmış. O yırtıktan tarihin kim bilir hangi umutları göz yaşı olmuş akıyor.
 

İyi yol katetmişsiniz.
Harika fotoğraflar ve hoş bir anlatım.
Paylaşımınız için teşekkürler ...
 

Akşamüzeri Batum’da liman etrafında çok geniş bir alana yayılmış olan parkta gezindik. Güneşin batmasıyla beraber Batum bir liman şehri olmaktan çıkıp bir çocuk parkına dönüşüyor. Her sokakta, her köşe başında bir ışık şenliği başlıyor. Gün batarken limandaki deniz feneri bulurların kırmızı ile kendi kırmızısını yarıştırıyor

DSC 4030


Limanda gezinerek kendimize akşam yemeği için hesaplı bir şeyler organize etmek için sokak içlerinden alış veriş merkezine doğru ilerliyoruz. Peynir, domates ekmek bir şeyler alıp apart otelde yiyeceğiz. Arada hem mideyi rahatlatmak hem de cüzdanı fuzuli yere yormamak için bu tür çözümler işe yarıyor.

DSC 4048


Alışveriş yapacağımız markete giderken yine bir ışık şenliği içinden geçiyoruz, eski yeni demeden güzel kendilerince güzel buldukları bütün binaları ışıklandırmışlar. Tripodsuz çekim yaptığım için mecburen asa’yı yükselttim, bu yüzden fotoğraflar biraz grenli. Siyah beyaz olsa karizma olur ama renklide kusur hanemize yazıyor.

DSC 4055


DSC 4060


Oldum olası gece fotoğrafını severim. Bir de çekmeyi becerebilsem… Fakultede bir kız arkadaşımız vardı, Janset. Bir buçuk metreden hallice ve kilolu. Basket topundan tek farkı Janset’in aynı zamanda konuşabiliyor olmasıydı. Ama ne zaman maç yapılacak olsa o kendini orta yere atar, onu takıma almazsak hayatı burnumuzdan getirirdi. Benim gece fotoğrafçılığım da aynı hesap. İdare edin.

DSC 4064


DSC 4066


Gece otel lobisinde gırgır şamata ile geçti. Zaten saat ilerlemiş olduğu için kimsede yemeği (kayıntı da denebilir) beğenmeyecek hal yoktu. Bu güne ilişkin macerayı kapatmadan Gürcistan’da çiçek ticaretinin gözde olduğunu hatırlatarak ışıkları söndürelim. Çoğunlukla kadınlar köşe başlarında, ya da bazı an eline aldığı bir iki cılız demeti satarak başkalarının hoşnutluğundan bir sıcak çorba üretme peşindeler. Yoksulluk kederin kardeşidir. Çiçek satanların yaptıkları işle kendileri arasındaki uzun mesafeye şahit olmak ise başka bir keder.

DSC 4021



Batum’da sabah kahvaltısı için bir yer bulmak hem zaman kaybettirecekti hem de şehrin içinde kaybolmak istemiyorduk. O yüzden Poti’ye doğru yola koyulduk. Batum Poti arası İstanbul Silivri arası gibi. Sözüm ona şehir dışındasınız ama meskun mahalden hiç çıkmıyorsunuz. Hep yerleşim yerleri içinden gidiliyor. Arada bir iki boşluk var ama araç kullananlar için hiçbir şey fark etmiyor. Onlar zaten etrafta hiçbir şey hiç kimse yokmuş gibi davranıyorlar. Bu tür yerlerde yüksek devirde motor kullanmak hayati önem taşıyor. Çünkü fren yapmak zorunda kaldıysanız baştan kaybettiniz demektir, o yüzden iyi gaz vererek kurtarabilirsiniz. Batum’dan çıkıp bir saat kadar sürdükten sonra bir kasaba içinde kahvaltı edebileğimiz bir yer bulduk. Yol kenarında bahçeli bir ev. Birkaç masa var. Kahve sandiviç var mı diye sordum. Haçapuri diye cevap aldım. Bu bildiğimiz yumurtalı kaşarlı pidenin Gürcü kuzeni. Hamuru daha kalın. Hamurdan küvet yapıp içine yumurta kırıyor sonra da üzerine tereyağı koyuyorlar. Hani kolestrol, ürik asit sorunlarınız varsa tavsiye ederim. Biz haçapurilerimizi beklerken etrafta çok sayıda çocuk olduğunu fark ettik. Önce iki üç kişiydiler, sonra aynı yaş gurubundan on, on beş çocuk oldular.

DSC 4074


Behlül çocuklarla bir oyun oynuyor. Kazanan kaybedene ceza verecek. Bu arada, bize kahvaltı hazırlayan hanımın aslında dans okulu işlettiğini anladık. Bu arada bütün iletişim “hiçbir dilde” yapılıyor. Çünkü hanım İngilizce bilmiyor, Türkçe sadece sayı saymayı biliyor, bizde de Gürcüce yok. Ama anlaşılıyor işte. Birbirini dinlediğin zaman başka dilleri konuşsanız bile karşınızdakini anlayabiliyorsunuz.

Oyunda ilk kaybeden çocuklar oluyor ve ceza olarak bize bir dans gösterisi yapıyorlar. Cezadan çok ödül gibi onlar için; çünkü çok eğleniyorlar dans edip şarkı söylerken.

DSC 4080


İkinci kaybeden ise Behlül oluyor ve o da ceza olarak çocuklardan birini motorla bir iki kilometre gezdiriyor. Bu çocuk için çok hoş bir şey olsa gerek çünkü ülkede neredeyse hiç motosiklet yok.

DSC 4084
 




Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,425
Mesajlar
1,517,778
Kayıtlı Üye Sayımız
172,070
Kaydolan Son Üyemiz
cipokko

Çevrimiçi üyeler



Geri
Üst