Devrim Sevimay - Merhaba Rumeli

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan gezmen Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 7
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 6,278

gezmen

Karavan Yönetim
Mesajlar
4,757
Tepkime Puanı
78
Yer
Akhisar
Milliyet'ten alıntıdır.
http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=24&ArticleID=1141614&Date=21.09.2009&b=Uskupun%20her%20yeri%20bizden%20bir%20parca
Cavid Sezen
****************************************************************************************


Devrim Sevimay - Merhaba Rumeli
güncellenme zamanı 21.9.2009


Üsküp'ün her yeri bizden bir parça


Havalimanı’ndan otele 15-20 dakika sonra vardık ama sanki Eminönü-Tahtakale sokaklarında gibiydik. Veya Osmanlı’nın diğer bir ucuna gidersek, Şam’da...
O eski coğrafyanın her yerindeki hep o üçlemeler; han-hamam-cami veya cami-havuz-çeşme... Bedestenvari binalar, önlerinde satıcılar... Baktık burada her şey biz...

[attachment=1]

ÜSKÜP (SKOPJE)
Büyük İskender Havalimanı’na 14.00 gibi indik ve hemen saatlerimizi bir saat geriye aldık. Sıcaklık tahminimizden de fazlaydı. Üstelik kış olsa mutlaka tersini söyleyecektik, çünkü burası tam bir kara iklimiymiş.
Pasaport kontrolü son derece hızlı ve sorunsuz geçti. Makedonya, kendisini ilk tanıyan ülke olan Türkiye’ye vize uygulamıyor. Dolayısıyla Avrupa kıtasında bulunup da havalimanı polislerinin yüzünüze “Ne iyi ettiniz de geldiniz” diyen ifadelerle baktığı nadir ülkelerden. AB’ye girince -ki bizden önce gireceklerine inanıyorlar- belki değişirler, ancak en azından şu anki vaziyet bu.
Geçiş sorunsuz demekle birlikte havalimanının bir başkent için biraz bakımsız ve küçük olduğu notunu da düşelim. TAV buraya vaktiyle “Geleceğim” demiş, sonra galiba ertelenmiş. Oysa hafta içi her gün bir THY uçağının da inip-kalktığı liman bir an önce elden geçirilse pek iyi olur. Özellikle bunun sıkıntısını dönüş yolunda daha bir hissettik ama bizim şimdi o dönüş yoluna gelinceye kadar Makedonya’da geçireceğimiz beş gün, biri Kosova’da olmak üzere gideceğimiz yedi şehir, kat edeceğimiz 815 kilometre var.

Gülen cemaatinden Y. Kemal koleji
İlk kez gidilen her ülkede olduğu gibi elbette bizim de Makedonya’da tanıştığımız ilk kişi bir taksi şoförü oldu. Şoförle muhabbetin başlaması ise bir dakika bile sürmedi. Zira Makedonya’da bir muhabbet ancak siz istemiyorsanız başlamamış demektir, yoksa karşı taraf sebebiyle değil.
Şoför bir yandan konuşurken bizim de gözümüz yollarda eski bir Yugo veya kırmızı bir Zastava otomobillerinden aradı ama bir türlü denk gelmedi. Onun yerine aracını kenara çekip ulu orta ihtiyaç gideren adamlar ve mendil satmaya, cam silmeye çalışan çocuklarla, çarpık yapılaşmalar gördük, ki bilin bakalım bu görüntüler bize nereyi anımsattı?
Bir tanıdık daha vardı yol üzerinde: Yahya Kemal! Makedonlar gururla “Size iki Kemal verdik. Biri Yahya Kemal, diğeri Mustafa Kemal” diyorlar. Haklılar. Ama bu gördüğümüz tabeladaki Yahya Kemal bir kolej. Gülen cemaatinin mahiyetindeki kolejlerden. 1996’dan bu yana Makedonya’da üç şube açan koleje Müslüman Türk ve Arnavutların yanı sıra Hıristiyan Makedonların da çocuklarını gönderdiğini öğrendik.
İstanbul’a Sofya’dan daha yakınlar
Alandan 15-20 dakika sonra otele vardık ama sanki Eminönü-Tahtakale sokaklarında gibiydik. Veya Osmanlı’nın diğer bir ucuna gidersek; Şam’da... Sonuçta o eski coğrafyanın neresinde olursanız olun karşınızda hep o aynı üçlemeler; han-hamam-cami veya cami-havuz-çeşme... Bedestenvari binalar, önlerinde satıcılar, büfeler, adım başı kahve, kahvedeki adamların başında kasket, kadınlar daha kapalı, kimin esnaf kimin alıcı olduğunun belli olmadığı bir kalabalık...
Baktık, burada bize her şey bizi hatırlatıyor; oysa ki biz Üsküp’teyiz. Haritadaki adıyla Skopje’de... Bulgaristan’a uzaklığı 80, Yunanistan’a 200 kilometre. Üsküp-Üsküdar arası ise 750 kilometre, ama onlardan daha çok bize benziyor Üsküp. En azından Vardar’ın sol yakasında kalan eski Üsküp...

Osmanlı unutulmak isteniyor gibi
Özellikle Osmanlı’ya ait pek çok tarihi yapı bu eski tarafta. Ve işin doğrusu sanki biraz unutulmak isteniyorlar. Restorasyonları ya yapılmıyor ya da bitmek bilmiyor. Çevrelerinde hiçbir pırıltı kalmamış.
Bundan 40 yıl öncesine kadar onlarca çeşit Türk zanaatkârının çalıştığı eski çarşı durmuş vaziyette. Türk esnaf, yerini Arnavutlara bırakmış. Yahudi mahallesi ise yok. Binlercesi 1943’te Polonya’nın Treblinka toplama kampına gönderilmiş. Onlar da gittiğinden beri sade Müslümanlara kalmış eski Üsküp ve gelip tam Vardar sınırında bitmiş.

Bu meydanın isimleri tarih dersi
Eskisinin bittiği yerden, yani Vardar’ın hemen sağından başlayan yeni Üsküp, 1945’ten sonra gelişen bir yer. İki yakayı birbirine bağlayan Taşköprü’den ilk adım attığınız noktasında geniş bir meydanı var. Adı Makedonya’nın tarihi gibi: Osmanlı döneminde Gazi Menteş, Sırplar döneminde Kral Alexander, Yugoslavya döneminde Tito, 1991’den beri de Makedonya Meydanı.
Ama bizim en çok hoşumuza gideni halk arasında kullanılan “Revü meydanı” oldu. Şöyle ki, bundan 30-40 yıl evvel ülkedeki her milletten kızlar akşamları bu meydanda saat yönünde, her milletten erkekler de tam tersi istikamette iç içe iki daire halinde yürür, birbirini beğenenler göz göze gelir ve belki de kız oğlanın kendisini eve bırakmasına izin verirmiş.

Artık romantik değil, demokratik
Meydanın şimdilerdeki meselesi bu kadar romantik değil. Yugoslavya parçalandığından beri dini yeniden keşfetme telaşına kapılan Makedonlar buraya bir kilise, aynı telaş içindeki Arnavutların başını çektiği Müslümanlar da bir cami yaptırmak istiyor. Gençler, özellikle mimarlık öğrencileri ise her şeye karşı; “Meydanı boş bırakın” diyor.
Gelelim hangi tarafın dediğinin olacağına: Makedonya’da il, ilçe, vali, kaymakam yok. Sadece belediyeler var. Tam 84 belediye. Dolayısıyla bu meseleyi de meydanın bulunduğu merkez belediyesi çözecek. Yakın bir zamanda referandum yapıp, halka soracak. Halk ne derse, o.

Saatler 05.17’de durmuş
Hani demin Taşköprü’den, yeni Üsküp’ün Makedonya meydanına geldik demiştik ya; o meydanın Vardar’a paralel sağlı-sollu iki yolu ya paten kayanlar, ya yürüyüşe çıkanlar ya da her türlü müzik sesinin geldiği, güzel kadınlar ve yakışıklı erkeklerle şenlenmiş barlar, kafelerle dolu.
Ama siz meydandan o iki cezbedici yola sapmaz da, Vardar’ı arkanıza alıp direkt karşınızdaki Vodna dağına doğru giderseniz o zaman da yine trafiğe kapalı; ağaçlara, dükkânlara, kafelere, insanlara, müzelere, heykellere açık Caddesine girersiniz.
Tabii tahmin edeceğiniz üzere burasının da en az iki adı var: Eskisi Mareşal Tito, şimdiki Makedonya Caddesi. Bize kalsa biz de Rumeli caddesi derdik, ki hakikaten aynı bizim Nişantaşı-Rumeli’ye benziyor.
İşte o caddenin sonunda, ta uzaktan gelirkenden beridir fark ettiğimiz, (Bu arada Üsküp engebesi az, epey düz, hatta tam bir bisiklet kenti) ama “Yanlış görüyoruz herhalde” diye baktığımız saate vardık. Saat sabah 05.17’yi gösteriyor. Oysa kilise çanları çalalı çok oldu, akşam ezanı da neredeyse okunmak üzere. Meğer sonradan anladık ki Makedonya’nın 05.17’si bizim 03.02’mizmiş. Onlar da 1963’te bir deprem faciası yaşamışlar.
O gündür bugündür tren istasyonundaki bu koca saat, deprem saatini gösteriyor. Ve yine o gün yıkılan istasyon tamir edilmiyor. Makedonyalılar baktıkça kaybettiklerini hatırlasın diye...

En çok gözyaşının olduğu gar
Tabii insanlar sırf ölünce kaybedilmiyor. Bir de bu dünyadaki ayrılıklar var. Türkler için aynı yıkık istasyon, işte o ayrılıkların istasyonu. Özellikle genç Yugoslavya’nın başlangıç yıllarındaki Stalin özentisi sert uygulamalar öyle yıldırmış ki Türkleri, buradan binlerce insan 500 yıllık köklerini bırakıp gözyaşları içinde uğurlanmak zorunda kalmışlar Meriç’in doğu tarafına...
Şimdi o istasyona bakıp gözü çok uzaklara dalan Makedonyalı Türkler şöyle diyor: “En çok da 1950’den 58’e kadar her gün gelip burada ağladık. Her gün birilerini İstanbul’a, Bursa’ya, İzmir’e gönderdik. Ailelerimizi her gün buradan yolcu edip, Aksaray’a, Zeytinburnu’na, Fındıkzade’ye, Pendik’e, Buca’ya emanet ettik. Hiçbir tren istasyonu buradaki kadar gözyaşı görmemiştir... Biz bu istasyonda çok ağladık, çok çekiler çektik.”

Kavga ederlerse rakı içip barışıyorlar
Eski çarşının ortasında herkesin rağbet ettiği Turist adında bir Türk lokantası var. Lokantanın sahibi Enver Hacı (48) bir Pomak (Torbeş). Yanında çalışan elemanlar ise Arnavut, Makedon, Boşnak, Roman, Pomak, Ulah ve Sırplardan toplam bir düzine. Hepsi nasıl anlaşıyor diye sorduk; Hacı “Tabii ki Makedonca. Resmi dil bizim ortak anlaşma dilimizdir” dedi. Peki niye bu kadar çeşit diyecek olduk, “Bilhassa salata yaptım. Kimse Hacı bizi dışlamış desin istemedim” yanıtını verdi. Ee kavga etmiyor mu bu kadar milletten genç diye meraklandık, bu kez de “Rakı var! Kavga etseler de rakı içip barışıyorlar” dedi.

[attachment=2]

Ortak geçmiş varsa, istesen de bölünemiyorsun
Bir açıdan bakarsanız aslında Yugoslavya parçalanmış falan değil. Harita üzerinde öyle görünebilir. Bu harita kimilerine mukadderat gibi gelebilir ve hatta cezbedebilir de...
Oysa biraz sokaklarında dolaşınca bile anlıyorsunuz ki, ortak kültürü bu kadar yoğun olan coğrafyalarda bölünme o kadar da kolay değil. Her isim, her cisim üzerindeki anlaşmazlıklar dahi aslında “çatışma”, “ayrışma”dan ziyade birlikte göğüslenmiş koca bir tarihin kanıtı. İşte bizim sadece Makedonya’dan bakınca görebildiğimiz birkaç “Hayır, o senin değil, benim” maddesi. Siz bir de bunun üzerine daha bizim bilmediğimiz onlarca maddeyi ekleyin ve sonra da altıyla çarpın lütfen:
1-Yunanlılar, Makedonların havalimanına Büyük İskender demesine karşı çıkıyor, çünkü “İskender bizim” diyor.
2- Yunanlılar, Makedonların güneşi temsil eden ilk bayraklarına da karşı çıkmış, çünkü o güneş asıl bizi temsil eder, demişler.
3- Ve yine Yunanlılar Makedonların ülkesinin adına da karşı çıkıyor. “Sizin adınız Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya (FYROM) olsun, sırf Makedonya olursa benim ülkemin kültürel ve tarihsel mirasını kapsar” diyor. Oysa “Makedonya Cumhuriyeti” adı 125 BM ülkesi tarafından tanınmış vaziyette, ama Yunanistan hâlâ “Ya benim dediğim ismi kullan ya da NATO üyeliğini veto ederim” edasında.
4- Aynı coğrafyada Atatürk de paylaşılamıyor. Makedonlar diyor ki, “Hem bizdeki okulda yetişti hem de babası bizim Debre’nin Kocacık köyündendi”; Arnavutlar diyor ki, “Asıl dedesi bizde hafızdı, soyu da bizdendi”; Yunanlılar da diyor ki, “Ne alakası var, Selanik’te doğdu.” Atatürk için “Kökleri Konya ve Aydın’dan göç ettirilmiş bir Yörük” diyen Türkler ise tartışmaya dahi girmiyor.
5- Rahibe Teresa için yine aynı çekişme. Ulahlar diyor ki “Babası Ulah’tı”, Arnavutlar diyor ki, “Annesi Prizrenli Katolik bir Arnavut’tu”, Makedonlar da diyor ki, “Üsküp’te yaşadı.” Ve hepsinden sonra gelen cümle aynı: “Rahibe Teresa bizim!”
6- Makedonlar ünlü şair Nikola Vaptsarov için “Bizle beraber savaştı, bizdendi” diyor; Bulgarlar ise “Bizim vatandaşımızdı, size ne oluyor!”
7- Sırplar Makedon kilisesini tanımıyor, “Bizim kilise sizi de kapsar” diyor.
8- Bulgarlar devleti tanıyor, ama milleti tanımıyor. “Siz hepiniz aslında Bulgarsınız” diyor. Makedonlar ise bağımsızlıklarını kazandıklarından beridir Slavlıktan da geçmiş, “Biz Antik Makedonuz, İskender’in torunlarıyız” diye karşı tez üretiyor.
9- Yunanlılar ne devleti, ne kiliseyi, ne milleti tanıyor.
10- Bulgarlar Aziz Kiril ve Aziz Metodiy (Hani Kiril alfabesini bulanlar) bizim azizlerimiz diyor; Makedonlar bizim. Sonuçta her iki ülkede de aynı isimde üniversiteler ve bolca heykelleri var.
11- Osmanlı’ya karşı savaşan ulusal halk kahramanları Gotse Delchev için bile çekişiyorlar. Makedonlar “Bizim kahramanımız” diyor, Bulgarlar “Hayır, bizim.”
12-Türklerle neyi paylaşamıyorlar derseniz mesela Vardar’ın üzerindeki Taşköprü’yü. Makedonlar “Taşköprü Roma imparatoru Justinyan’dan kalma. Osmanlı sadece tamir etti” diyor. Sırplar “Çar Duşan yaptırdı” diyor. Türkler ise “Köprünün adı bile Fatih köprüsü, Fatih zamanında bitti” diye ikisine birden karşı çıkıyor.
Velhasıl tarihi, kültürü, kıvançları, tasaları ortak olan tüm milletlere kıssadan hisse: Yeni sınırlar çizmekle ille de bölünülmüyor. Hatta bölündükten sonra öyle kuvvetli ve pay edilemeyen ortaklıklar ortaya çıkıyor ki dışarıdan bakanlara “Siz niye ayrılmıştınız?” dedirtiyor.

NOT DEFTERİ
* Sokaklarında yürürken Mostar Sevdah Reunion’dan nağmeler duymak ne güzel. “Sevdah” kelimesinin Balkanlar’daki anlamı ne uçsuz bucaksız...
* Kadınlar ve yayalar güvende. Kadınlar sokaklarda rahatsız edilmiyor, araçlar önceliği hep yayalara veriyor.
* Güveçte kuru fasulye üzeri kebabı (Kebap, yani köfte) ve kırmızı biber turşusu nefis, ama peynir rendeli çoban salatasına (Şopska) çok da bayılmadık.
* Rahibe Teresa’nın asıl adı Gonca Boyacı. Makedonya Caddesi üzerinde heykeli, heykelinin hemen arkasında da müzesi var.
* Makedonya’nın kuzey batısındaki Gostivar’da başlayıp, Selanik’ten Ege’ye dökülen Vardar’ın yazın sakin durduğuna aldanmamak lazımmış. Kışın bir azdı mı pek çok evi sel altında bıraktığı olurmuş.
* Yugoslavya’nın dağılırken kanın en az döküldüğü cumhuriyeti olan Makedonya’da ABD’ye ciddi bir sempati var. ABD’nin Bağdat’tan sonraki en büyük ikinci elçiliği de Üsküp’te.

YARIN
Üç Türk bir araya gelirse ne yapar? Türklerin sayısal gücü siyasi temsile neden yansımıyor?

fft17_mf378176.jpg


fft16_mf378175.jpg
 

Etiketler
Ynt: Devrim Sevimay - Merhaba Rumeli

Devam.
http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=24&ArticleID=1141833&Date=22.09.2009&b=Rumeli%20Turkleri%20mutsuz
Cavid Sezen
******************************************************************************************************


Devrim Sevimay - Merhaba Rumeli

güncellenme zamanı 22.9.2009
Fotoğraflar: Yurttaş Tümer


Rumeli Türkleri mutsuz


620 yıldır Makedonya’da yaşayan Rumeli Türkleri, dört kitlesel göç döneminden sonra şimdi azınlık... Büyük bir devletin parçası oldukları günleri özlüyorlar...
Rehberimiz Enver Ahmet’e göre bölgede kimse mutlu değil... Ahmet, “O zamanlar büyük bir ülkenin parçasıydı herkes. Şimdi ise küçük bir ülkede, küçük bir azınlık” diyor.

[attachment=1]

ÜSKÜP (SKOPJE)
620 yıldır Makedonya’da yaşayan Rumeli Türkleri, 1877, 1912, 1923 ve 1952’deki dört kitlesel göç döneminden sonra şimdi ülkenin azınlıklarından biri konumunda. İki milyon nüfuslu Makedonya’da resmi rakamlara göre 80 bin, Türkçe konuşanlara bakıldığında yaklaşık 120 bin Türk var.
Aslında bu nüfusun daha fazla olduğu, ancak azınlık hakları konusunda agresif davranan Arnavutların, Müslümanlığı ve arada yapılan evlilikleri kullanarak Türkleri Arnavutlaştırdığı Üsküp’te pek çok Türkten duyduğumuz yaygın bir iddia. Aynı kesimden duyduğumuz ikinci bir iddia da kimi Türklerin daha güçlü olmak adına Arnavutlarla Müslümanlık potası içinde karışmayı destekledikleri yolunda. Kendi aralarında böyle davrandıklarına inandıkları Türklere bir ad da vermişler: “Gündüz Türk, gece Arnavut!”
İşin garibi konuştuğumuz Makedonlar da benzer iddialarda bulunuyor. Hatta Makedonların gelip Türklere “Göç etmenize sebep biz olduk, size zamanında çok fenalık yaptık. Şimdi de belamızı Arnavutlardan buluyoruz” diye günah çıkardıklarını dahi dinledik Üsküplülerden...

En kritik mesele nüfus
Peki Makedonya’daki Arnavutlar niye bu kadar agresif diye sorarsanız; birincisi, Balkanlar’ın milliyetçilik konusunda başı çeken iki milletinden biri (Diğeri de Sırplar). İkincisi hemen sınırındaki Arnavutluk ve Kosova başta olmak üzere Balkanlara yayılan altı milyonluk Arnavut varlığı. Üçüncüsü de Ohrid Çerçeve Anlaşması (OÇA). 2001’de iyice su yüzüne çıkan Arnavut-Makedon iç çatışmasının ardından uluslararası güçlerin bastırmasıyla imzalanan anlaşmaya göre;
1- Eğer bir etnik topluluk yaşadığı belediyede yüzde 20 oranında bir nüfusa sahipse resmi anlamda da kendi dilini kullanabilir.
2- Eğer yüzde 50 oranında bir nüfusa sahipse kendi milli bayrağını resmi günlerde asabilir.
3- Eğer yüzde 24’ü geçerse anayasada kurucu unsur olabilir.
4- Her millet nüfusu oranında kamuda çalışma hakkı kazanır.
İşte kabaca bu sebepler nedeniyle Arnavutlar nüfuslarının yüzde 22.7’lerden de yukarıda, yüzde 30, hatta 40’larda olduğunu iddia edip, bir yandan da bu iddianın içini doldurmaya çalışıyor.

Üç Türk bir araya gelirse...
‘Makedonlar zaten çoğunluk; Arnavutlar agresif; peki Makedonya’daki Türkler ne yapıyor?’ diyecek olursanız da doğrusu onlar aynen şu fıkradaki gibiler: Üç Meksikalı bir araya geldi mi ihtilal yapar; üç Alman bir araya geldi mi fabrika açar; üç Türk bir araya geldi de mi üç ayrı parti kurar. Makedonya’da da tabelasında “Türk” adının geçtiği üç parti var. Dolayısıyla yaklaşık sekiz bin oyla bir milletvekilinin seçilebildiği ülkede aslında Türkler 6-7 vekil çıkarabilecekken 120 üyeli Meclis‘e sadece bir Devlet Bakanı (Hadi Nezir) ve bir milletvekili (TDP Genel Başkanı Kenan Hasip) sokabilmiş durumdalar.

‘Kurucu unsur’dan azınlığa...
Şimdi gelelim Türkler azınlık olunca Makedonya’da neler yaşadıklarına:
1- Josip Broz Tito’nun Yugoslavya’sında Türkler nerede yaşıyorlarsa o belediyede resmi olarak Türkçeyi kullanabilme hakkına sahipken şimdi bu hakları yok. Çünkü birincisi Makedonya Cumhuriyeti’nin anayasasında artık eskisi gibi kurucu unsur değiller. İkincisi OÇA’nın belirlediği yüzde 20 barajını sadece Plasnitsa ve Merkez Jupa (Kocacık) belediyelerinde aşıyorlar.
2- Azınlıktaki Türklerin en şikâyetçi olduğu ikinci konu ise kadrolaşma. Aslında OÇA’ya göre kamuda çalışan Türklerin sayısının en az nüfusları oranında, yani yüzde dört olması gerekiyor. Ancak yasaların kendilerine uygulanmadığını belirten Türkler, bu rakamın yüzde 1.3’e dahi ulaşmadığını söylüyor.
3- Ana dilde eğitim meselesi de üçüncü sorun, ama onu birazdan Gönül Bayraktar’ın ağzından okuyacaksınız.

‘Herkez mutsuz’
Sonuç olarak Rumeli Türkleri mutsuz Makedonya’da. Hayatlarında ilk kez bağımsız bir devlet kurmuşken, AB adaylığı karşılığında onu Arnavutlarla paylaşmak zorunda kalan Makedonlar da aslında tam mutlu değiller. “Bıraksalar biz daha ne haklar alırdık” diyen Arnavutlar ve Makedonya’da isimleri hep en sonda anılan Çingeneler, Ulahlar, Torbeşler, Sırplar da... İşte tüm bu tablonun üzerine dönüp Üsküp’te 35 yıllık gazetecilik hayatından sonra şimdi rehberlik yapan Enver Ahmet’e sorduk:
- Kim mutlu Makedonya’da?
- Kimse... Bir kamuoyu yoklaması yapılsa 10 kişiden 7-8’si eski Yugoslavya’yı arar. Belki daha az imkânla, belki yine sorunlarla yaşıyorlardı, ama kesinlikle daha mutluydular. Çünkü birincisi herkesin bir işi, bir evi vardı. Eğitim, sağlık bedavaydı. İkincisi Kardeşlik ve Birlik politikası (Yugoslavya’yı Yugoslavya yapan slogan. Orijinali “Bratstvo i Edinstvo”) vardı. Üçüncüsü o zamanlar büyük bir ülkenin parçasıydı herkes. Şimdi ise küçük bir ülkede, küçük bir azınlık... Mesela eskiden Yugoslavya bir maça çıktı mı dünya nefesini tutardı; şimdi kimsenin aldırdığı bile yok. Buna kim alışır, bundan kim mutlu olur?

‘Tohum hep Anadolu’dan’
Üsküp’te faal 25 cami bulunuyor. Cemaatin dediğine göre hepsine Arnavutlar sahip çıkmış, Türkçe vaaz verilen bir Murat Paşa Camii kalmış. Biz de teravih çıkışına bir göz atmak için o caminin karşısındaki kahvede oturmuş denk gelen ilk üç Makedonyalı Türke soruyoruz:

Nasılsınız?
- Hasan Nazım (61): Sizi (Türkiye) bekliyoruz. Beş asır önce ordularla geldiniz, şimdi de ekonomiyle gelin istiyoruz.
- Rahim Hüseyin (60): Benim dedem hep derdi, “Bir gün yine Tuna Nehri’nden ağızlarında bıçakla çıkıp gelecekler” diye. Hâlâ öyle bekliyoruz sizi.

Siz niye gelmiyorsunuz?
- Ahmet Eyüpoğlu (65): Devletimize dilenmemek için gelmiyoruz.
- Nazım: Türkiye’deki yetkililer de istemiyor ki bizi; “Siz orada lazımsınız” diyorlar.
- Hüseyin: Hem gelsek bizi de Arnavut sanırlar. Öyle bir Arnavut lobisi var ki Türkiye’de gelen herkese Arnavut diyorsunuz; insanın ağrına gidiyor...

Aslen nerelisiniz?
- Nazım: Yüzyıllar önce Konya, Karaman, Tokat, Amasya, Aydın’dan göç ettirilmişiz. Tohum hep Anadolu’dan...

2 Ağustos’larda genellikle ne yaparsınız? (Osmanlıya karşı ayaklanma günü olması nedeniyle Makedonya’da milli bayram)
- Hüseyin: Ne yapacağız, evde oturuyoruz, kızıyoruz. Onlara göre Tursko robstvo’dan (Türk zulmü) kurtuldukları gün. Bize göre çok acı bir gün.

Hâlâ Osmanlı kompleksi var mı buralarda?
- Nazım: Balkanlar’ın her yerinde. Hesaplaşmayı bitiremediler bir türlü.
- Hüseyin: Ama hakkını vereni de çok. ‘En uzun sizin zamanınızda barış içinde yaşadık’ diyorlar.

Peki sizler Tito dönemi için ne diyorsunuz?
- Eyüpoğlu: Tito, gözünün bebeği gibi korurdu herkesi. Milli davaları değil, ‘Kardeşlik Birliği’ni öne çıkarırdı. O da onun marifetiydi...

Anadilde eğitim var, kitap ve sınıf az
Tefeyyüz (Yükselme) dediğimizde eminiz eski Üsküplü Türklerin gözleri dolacaktır. Burası ilk 1884, ikinci kez de 1944’ten beri Makedonya’da Türkçe eğitim veren ilk Türk okulu. Biz, Türklerin azınlıkta olduğu bir eğitim modelinin nasıl yürüdüğünü merak ettik ve okul müdürü Gönül Bayraktar’a sorduk:

Azınlık olup anadilde eğitim hakkını kullanmanın pratiği nasıl?
- Bir kere ders kitabı sorunumuz var. 1991’den bu yana yayınevleri özelleştirildi ve onlar da tirajı düşük kitapları basmıyor. TİKA’nın sayesinde sekiz-dokuz Türkçe ders kitabı basıldı, ancak sorun bitmedi. Çünkü bunun ek kitapçıkları var, romanı var, defteri var vs.

İkinci sorun?
Her yerde sınıf açacak sayıda Türk öğrenci bulunamıyor. Özellikle Batı Makedonya’da Türkler açısından bir düşüş var.

Niye?
-Zamanla asimile oluyorlar. Karışık evlilikler olunca Türk yerine Arnavut okuluna gönderiyorlar. Ya da ‘Makedonca okusun’ diyorlar. Sınıf açılmayınca da Türkçe eğitim veren okula gitmek isteyenler bile diğer okullara gitmek zorunda kalıyor. Biz de köylerde yaşayan öğrencilerimizi servislerle taşımaya çalışıyoruz.

Türkçe eğitim alan öğrenciler liseden sonra rahatlıkla tıp, mühendislik, mimarlık vs. okuyabiliyorlar mı yoksa sadece Türkoloji mi?
- Başarılı olan Türk öğrencileri çeşitli üniversitelere ve farklı fakülte bölümlerine gidebiliyor. Başarılı öğrencilerimiz gerçekten de belirli sıkıntıların üstesinden gelip, başarılarını ispatlamış durumda.

Anadilde eğitim şimdi Türkiye’de de tartışma konusu...
- Bize sorarsanız biz ona karşıyız.

Ama aynı hakları siz burada kullanıyorsunuz?
- Ama biz bugüne kadar burada hiç kimseye zararımız dokunmadan, bu topluma ne kadar bir şey verirsek o kadar mutlu olarak yaşadık. Ama Türkiye’deki durumdan korkuyoruz. Mesela bir Diyarbakır bölgesi istenirse, o zaman Karadeniz bölgesi de çıkar, bilmem ne bölgesi de çıkar diye korkuyoruz.

Dışarıda yaşayan Türklerin Türkiye’de yaşayanlardan dahi hep biraz milliyetçi olduğu söylenir?..
- Doğru, çünkü dışarıda yaşayan Türkler dinlerinden bile önce ırkını korumak zorundadır. O yüzden de her zaman milliyetçi gözüyle bakmışlardır Türkiye’ye. Böyle olmasaydık şimdiye kadar çoktan kaybolmuştuk buralarda.

Çoğu Arnavutun anteni hâlâ Türkiye’ye dönük
Süleyman Baki asırlardır Üsküp’te imamlık, müderrislik yapan bir aileden geliyor. Kendisi de Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Hem vaiz hem Makedonya Ensar Derneği’nin hem de toplam 43 Türk sivil toplum kuruluşunun çatı örgütü olan MATÜSİTEB’in Genel Başkanı. Kendisiyle ilk kez Türkiye’nin Üsküp Büyükelçiliği’nde karşılaştık. Sonra da bir akşam vaazı sonrasına denk getirip biraz sohbet ettik:

Ensar Derneği neler yapıyor Makedonya’da?
- Daha çok eğitim ağırlıklı bir derneğiz. Üniversite öğrencilerine yönelik iki yurdumuz var. Çünkü eskiden Makedon yurtlarında dini, kültürel, ahlaki baskıların olduğu dönemler yaşandı. Mesela senin Müslüman olduğunu biliyor, ama paylaştığınız odaya koca bir haç asabiliyor... Biz yurtlar kurarak buna bir nebze çözüm üretelim istedik.

Hiç paket yardım dağıtıyor musunuz?
- Muhtaç ailelere imkânlar dahilinde yardımlar dağıtıyoruz.

Arnavutlara Türklerden daha çok yardım dağıttığınızı söyleyenler çıktı...
- Makedonya’da Türklerin oranı yüzde dört, Arnavutların oranı yüzde 25. Dolayısıyla yapacağınız yardımları da bu oranlar çerçevesinde dikkatli yapmak gerekiyor. Biz aynı şekilde Makedon ailelere de yardım dağıtıyoruz.

Peki o yardımları dağıtabilmek için siz nerelerden yardım alıyorsunuz?
- Yardım almak değil, ama Kızılay, TİKA, İlim Yayma Cemiyeti, Rumeli Vakfı, İHH Vakfı ve Balmed’le işbirliği yapıyoruz.

Çok konuşulduğu için soralım; Deniz Feneri’yle?
- Tabii Deniz Feneri de var, ama hemen söyleyeyim; Deniz Feneri’nin Balkanlar’a gerçekten güzel hizmetleri oldu. Belki yanlışlar yapılmış da olabilir, buna adalet karar verecektir, ama sonuçta Balkanlara yönelik tüm çalışmalar burada huzurun yeniden ihdası açısından bizim için çok önemli.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davut-oğlu’nun Makedonya’da iyi görüştüğü isimlerden biri olduğunuzu duyduk?
- Sayın Hocamız 2003’ten beri buralara gelen, buradakilerle gecesini gündüzü paylaşan, dolayısıyla Balkanlardaki hassasiyetleri çok iyi anlayan biri. Bizim de kendisiyle görüşme imkânımız oldu. Sonuçta buraya gelen herkes bizim dostumuz.

Peki buradan baktığınızda Dışişleri’nin Balkanlar vizyonunu nasıl görüyorsunuz?
- 12 yıl Türkiye’de kaldığım dönemde maalesef gördüm ki Türkiye’deki Türkler ülkelerinin gücünü, takatini bazen keşfetmekte zorluk çekiyor. Oysa Balkan penceresinden Türkiye’ye baktığınızda hem cumhuriyeti hem de onun önceki bakiyesi olan Osmanlı’yı daha iyi anlama imkânına sahip oluyorsunuz. Şöyle bir örnek vereyim:
Özellikle 50’lerde buradan göç söz konusu olduğunda Arnavutlar dağı geçse Arnavutluk’a varacaklardı, ama Arnavutluk yerine kalkıp Türkiye’ye gittiler. Çünkü onlar buranın en huzurlu olduğu dönemin Osmanlı Türk hâkimiyetindeki dönem olduğunu biliyorlardı. Hâlâ Makedonya’daki çoğu Arnavutun çanak anteni Türkiye’ye dönüktür. Anlamasalar bile yine de Türk kanallarını seyrediyorlar. İşte biz bu bağların güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz ve benim görebildiğim kadarıyla Davutoğlu hocamızın yapmak istediği de bu.

NOT DEFTERİ
* Makedonların “Teskota”, Arnavutların “Üsküp Halayı” dedikleri ağır oyun, davulun üzerinde ve zurna eşliğinde oynanıyor.
* Üsküp’ün adeta sırtını dayadığı Vodna dağının tepesinde bir haç var. Yüksekliği 76 metre ve 40 km uzaktan bile görünüyor. 2001’deki iç savaşın ardından dikilmiş.
* Çoğunlukla Doğu Makedonya’da yaşayan “Torbeşler”e Makedonlar “Makedonski Müslümani” diyor. Torbeşlerin kendileri ise “Biz Türküz, ama zaman içinde Türkçeyi unutmuşuz” diyor ve Türkçe eğitim almak istiyor.

YARIN
* Prizren’den DTP lideri Türk’e mesaj var.
* Prof. Dr. Heath Lowry neden haklı çıktı?
* Ayşe Nine’yle ‘celini’nden tava yemeğinin tarifi...

fft17_mf378849.jpg
 

Ynt: Devrim Sevimay - Merhaba Rumeli

Devam
http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=24&ArticleID=1142101&Date=23.09.2009&b=Tilsimli%20sehir%20PRIZREN
Cavid Sezen
*******************************************************************************************************


Merhaba Rumeli - 3 / Devrim Sevimay

güncellenme zamanı 23.9.2009



Tılsımlı şehir PRİZREN


Taşköprü, sanki bir ressamın fırçasından Bistriça’yla birlikte resmedilmiş, sanki üzerinden geçtiğinizde bir masalın da içine girecekmişsiniz gibi...

[attachment=1]

Prizren tarihin kanlı bir fetih sahnesinden ziyade, bir kültürün el emeği göz nuru. Buraya galiba kılıçtan çok insan eli değmiş. Ve o kadar kilitlemiş ki kendini kendinden olmayana, 1998-99 çatışmalarında tüm Kosova büyük yıkımlar yaşarken dahi bir Prizren tılsımını koruyabilmiş...

PRİZREN
Üsküp’ten Kosova’ya doğru hareket ettiğimizde saat 07.40’tı. Yol boyunca birkaç kez NATO’nun araçlarıyla karşılaştık, ki karşılaşmasaydık da her sarsıntıda kendilerini zaten hissediyorduk. Selanik limanının gediklisi ağır NATO zırhlılarının bozduğu asfalt delik deşik. Makedonlar şimdi burası için çok yanıyor; “Keşke savaş zamanında NATO’ya, bizi almazsanız biz de yolumuzu size kullandırmayız deseydik” diyorlar, ama tabii iş işten geçeli bir 10 yıl oluyor.
Sonuçta Büyük İskender’in dahi kullandığı bu mecburi güzergâhtan giderek 08.20’de sınıra vardık. Beş dakika bile sürmeyen pasaport kontrolünden sonra artık dünyanın en genç ülkesindeydik. Ancak biz ne Kosova’yla ilgileniyorduk ne de başkenti Priştina’yla. Bir günlük gezimiz sırasında tüm vaktimizi ayırmayı istediğimiz tek yer Prizren’di.
Prizren, 1800’lerdeki Sırp isyanlarından bu yana verdiği büyük göçe ve hatta şimdiki nüfusunun yüzde 60’ını Arnavutların oluşturmasına rağmen hâlâ bir Türk şehri. Niye bilmiyoruz, ama belli ki Prizren kime ev sahipliği yaptığından da bağımsız tılsımlı bir şehir.

Her yerinden su fışkırıyor
Toplam üç buçuk saatlik bir yolculuktan sonra girdiğimiz kentte bizi ilk karşılayan Fatih Sultan Mehmet Namazgâhı’ydı. Fatih Prizren’e girdikten sonra yapılan ilk Osmanlı eseri. NATO’ya bağlı Türk Tabur Komutanlığı’nın Kosova’da görevlendirildikten sonra yaptığı ilk iş de burayı restore ettirmek olmuş. Bakıyoruz, banklarının üzerinde “Ankara Büyükşehir Belediyesi” yazıyor.
Namazgâh’ı bırakıp Prizren’in içerlerine ilerlediğimizde gözümüz hemen kentin arkasındaki Şar dağına takılıyor. Tüm açıyı kaplamış, adeta duvar gibi... (En iyi Müzeyyen Senar bilir herhalde: Kazların kalktığı dağ Şar dağı mıydı, Maya dağı mı, yoksa ikisi aynı mı?)
Dağın hemen ardından su sesini fark ediyoruz, ama hangi yöne bakacağımız konusu karışık. O kadar şırıl şırıl bir kent ki, hem ortasından Bistriça Deresi (Duru Dere) geçiyor, hem de dört bir yanındaki çeşme veya şadırvanlardan sular akıyor. Hatta eskiden hemen her evinin önünde “potok” denilen, küçük kanallar da olurmuş. Yeraltından gelen soğuk sularla dolan bu potokları buzdolabı gibi kullanırlar, içinde meyve, et, süt saklarlarmış.
Su sesinin yönü gibi köfte kokularının yönü de karışık Prizren’de. Önünde sandalye-masa olan her lokantadan ayrı bir çeşit köfte kokusu geliyor. O lokantaların kenarında kedi gibi dolaşırken ise bir şey daha dikkat çekiyor: Prizren Türkçe konuşuyor! Türk olmayanlar dahil. Arnavutlar, Goralılar, Romlar... İyice anlıyorsunuz ki, evet, burası Kosova’nın kültür kenti ve kültür de Türk kültürü.

Nereye baksanız Türk konağı
Zaten etrafınızda nereye baksanız ya tipik bir Türk konağı görüyorsunuz, ya Sinan Paşa Camii’ni, ya Gazi Mehmed Paşa Hamamı, ya Emin Paşa Külliyesi, Prizren Saat Kulesi veya kalesini... Osmanlılara ait tam 84 yapı. En güzeli hangisi derseniz de kesinlikle Taşköprü. Sanki bir ressamın fırçasından Bistriça’yla birlikte resmedilmiş, sanki üzerinden geçtiğinizde bir masalın da içine girecekmişsiniz gibi...

Lowry’nin kastettiği Bursa
Derken birden gözümüze bir minare çarpıyor. Kubbesi yok, sade kendi kalmış. Soruyoruz; Arasta Camii’ymiş bir zamanlar. Diğer adı Evrenos Bey Camii. Evrenos’u duyunca aklımıza hemen ABD’nin ünlü Osmanlı tarihçilerinden Prof. Dr. Heath Lowry geliyor.
Osmanlıyı anlamak için en kilit yerin Balkanlar, Balkanlar’ı anlamak için de en kilit ismin Evrenosoğulları olduğunu söyleyen Lowry bir söyleşimizde şöyle demişti:
“Evrenos’u araştırdıkça muazzam bir şeyle karşılaştım: Erken Osmanlı dönemindeki akıncılar elinde kılıç, ‘Ya Müslüman olacaksın ya keseceğiz’ demiyordu. Uç beyleri, başından itibaren bir sistemle girmişler Balkanlar’a. Evrenos Bey her gittiği yerde kanallar, kervansaraylar, yollar, köprüler, imarethaneler yaptırmış. Yani, adamların bir elinde kılıç varken, bir yandan da Balkanlar’a küçük küçük Bursa’lar inşa etmişler. Bu çok ciddi bir kuruluş projesi. Çok geniş bir perspektif. Balkanlar’da karşımıza çıkan manzara, bambaşka bir erken Osmanlı dönemi.”
Aklımıza gelen bu konuşmadan sonra Prizren’e şöyle bir daha baktık. Niye tılsımlı bulduğumuzu sanki artık daha iyi sezer gibiydik: Burası tarihin kanlı bir fetih sahnesinden ziyade, bir kültürün el emeği göz nuru. Buraya galiba kılıçtan çok insan eli değmiş. Ve o kadar kilitlemiş ki kendini kendinden olmayana, 1998-99 çatışmalarında tüm Kosova büyük yıkımlar yaşarken dahi bir Prizren tılsımını koruyabilmiş.

[attachment=2]

AYŞE NİNE’DEN YEMEK TARİFİ
Prizren’in Lakuriç tarafındaki evlerinden birine misafir olduk. Evin gözbebeği Ayşe Nine, söylediğine göre 100 yaşında. Oğulları da, unukaları (torun) da çok, ama onun varsa yoksa “celin”leri (gelin). “Celinlerim bana çok isla bakay” diyor, başka bir şey demiyor. Kökleri yüzyıllar öncesinden Tokat’a dayanan ve hafif Karadeniz şivesiyle konuşan nineye “Hangi yemeğiniz ünlüdür?” diye sorduk; “Tava” dedi.
Tava, Prizrenli Türklerin düğün, bayram yemeği imiş. İsterseniz tarifini Ayşe Nine’yle celini Fehmiye Hanım’ın ağzından kısaca aktaralım da, belki önümüzdeki bayram bir Prizren yemeği yaparsınız: Dana etini avuç içi büyüklüğünde iri iri doğrayın. Az suda ve suyunu çekene kadar haşlayıp bir kenara koyun. Diyelim ki etiniz bir kiloysa bir kilo soğan, bir kilo biber, yarımşar kilo kara patlıcan (yani bizdeki patlıcan), patlıcan (yani bizdeki domates) ve 250 gram bamyayı da alıp bir taşım kaynatın. Sonra hepsini bir güvece yerleştirin, etleri de ortasına dizip, üzerleri kızarana kadar fırına verin. Ayşe Nine’nin söylediğine göre çok “isla” (güzel) oluyormuş. Hele de Fehmiye celini yaparsa...


HALVETİ TEKKESİNDE KEÇE KÜLAH
Tasavvufun güçlü olduğu Balkanlar’da, özellikle Kosova’da tekke çok; Halveti, Rufai, Bektaşi, Mevlevi, Şazeli ve dahası... Bizim bahçesinde oturduğumuz bu tekke de Halveti tekkesi. Yanımızdaki amca 75 yaşında bir Arnavut. Başındakine “kapuç” veya “keçe” deniyor. Bilhassa Prizren’deki eski Arnavutlar takıyor. Diyorlar ki, bu keçe külahını Kosova’daki bir Türke ölse taktıramazmışsınız. Olsun... Takmasınlar... Arnavut amca takmış ve gül kokulu tekkenin ortasında da son derece mutlu.


ANKARA 1298 KM
Prizren’e gelip de Kosova Türk Tabur Görev Kuvvet Komutanlığı’na gitmemezlik olur mu? Biz de hemen ana caddedeki benzinciye gelmeden tabelanın gösterdiği yerden sağa kıvrıldık ve 10 saniye sonra taburdaydık. O kadar şehrin içinde bir tabur. Halk da bundan son derece memnun. Konuştuğumuz tüm Prizrenlilerin gözleri parlıyor Türk taburu deyince. Tabii Türk taburunun da Türkiye’den gelen birilerini görünce... Kapıdaki astsubaydan komutanına kadar herkes ilgiyle karşıladı bizi. İçeride revirden sağlık hizmeti almaya gelmiş çocuklu bir Arnavut ailesi vardı. Osmanlı 1455’te Prizren’de ilk bu Sultan Murat Kışlası’nı kurmuş. Kosova Barış Gücü bünyesindeki Türk Taburu da 1999’da Prizren’e geldiğinde ilk bu Sultan Murat Kışlası’nda konuşlanmış. Aradan geçen 555 yıl, ama Anadolu’dan giden askerler hâlâ aynı yerdeler. Sadece şöyle bir fark var: Şu anda kışlanın içindeki yol levhasının üzerinde “Ankara 1298 km” yazıyor. Tabii 1455’le ikinci önemli fark da tam kapıdan çıkarken karşılaştığımız Feride Yüzbaşı.


NOT DEFTERİ
- Prizren’in bayramlarında kimse tatile falan gitmez, bütün Prizren bayramı birlikte kutlarmış. Türk kahvesi ve lokum burada da âdettenmiş.
- Biz Prizren âdetlerinden birine sokaklarının direklerinde rastladık. Mavi bir kağıt asılıydı bir direğe. Üzerinde o gün vefat eden bir Prizrenli’nin cenaze bilgileri, altında da “Acıyanlar” diye bir başlık. Yani aile fertleri, cenaze sahipleri ve onların isimleri. Bir evde kim vefat etse civar sokakların direklerine böyle bir ilan yapıştırılır, görenler de mutlaka gidermiş cenazeye.
- “Acı Hayat” dizisi yayımlandı mı Prizren ve tüm Kosova’da trafik duruyormuş. Tek sebebi dizi karakterinin adının Mehmet Kosovalı olması. Hatta bir lisede Osmanlı’ya isyan eden milli kahramanları İskender Bey’in çerçevesinin üstüne öğrenciler Kenan İmirzalıoğlu’nun posterini yapıştırmışlar. Sonra da uzun bir süre “Gençlik nereye gidiyor” diye tartışmışlar.
- Kosova’da Goralı diye bir halk var. Gerçi Bulgarlar Bulgar, Türkler Türk, Sırplar Sırp, Arnavutlar Arnavut diyor Goralılara, ama onların yanıtı “Biz sadece Goralıyız” şeklinde oluyor. Müslümanlar. Bir kısmı Türkçe biliyor. Genellikle yüksek yerlerde yaşıyorlar. Çanakkale Savaşı’nda 480 Goralı şehit olmuş. Duyduğumuz iki Goralı isim: Gazeteci Yasemin Çongar ve eski DGM Savcısı Talat Şalk.



Kosova Demokratik Türk Partisi Prizren Şube Başkanı Orhan Lopar, “Bizi ayıran tek özelliğimiz dilimiz” diyor.

AHMET TÜRK’E KOSOVALI TÜRKTEN MESAJ VAR
‘Biz tek bir Kosovalı bile öldürmedik’
Kaldırımda giderken altında bermuda, üzerinde penye, güleç yüzlü genç bir adam gördük. Arkasındaki tabelada kocaman “Kosova Demokratik Türk Partisi” yazıyor. Selamlaşınca baktık, meğer o partinin Prizren Şube Başkanı’ymış. Adı Orhan Lopar. Ankara Dil Tarih’in felsefe bölümünden mezun. Kasım’daki seçimlerde Prizren Belediye Başkan adayı. Hemen girdik içeri, oturduk, açtık teybimizi:
Nedir sizin partinizin kimliği?
TBMM’deki partilerin hepsini topla, işte biz oyuz. Yani bir ideolojiden ziyade buradaki Türkiye Cumhuriyeti’nin partisiyiz.
Güçlü müsünüz?
Bir Çin atasözü vardır: “Bir Türk beş Çinliden akıllıdır, ama beş Türk bir Çinliden akıllı değildir” diye. Biz hâlâ bir Türk olarak devam ediyoruz yolumuza. Çünkü bizim bölünme veya parçalanma gibi bir lüksümüz yok. O bölünme örneğini Makedonya’daki Türk partileri arasında görüyoruz ve gerçekten üzülüyoruz.
Kaç milletvekiliniz var?
Üç. Oy dağılımındaki karşılığımız çok az, ama burada baraj yok, herkes kendini gücü oranında temsil edebiliyor.
Peki, nedir buradaki en büyük sorununuz?
Savaştan sonra dil meselesi en büyük sorunumuz.
Siz resmi dil olmasını istiyorsunuz...
Şimdi bakın dünya hukukunda kanunların gerisine hiçbir zaman gidilmez. Kanunların gerisine gidildiği zaman zaten diskriminasyon olur. Şu anda Kosova’da Türklere karşı yapılan şey de diskriminasyondur. Neden? Çünkü eskiden 1974 anayasasına göre Kosova’da üç tane resmi dil vardı: Hırvatça, Arnavutça, Türkçe. Türkçe Kosova’nın bir medeniyet diliydi. Yani eğer sen şehirli olmak istiyorsan Türkçe bilmek zorundaydın.
Sonra nasıl değişti durum?
Sonra Türkler iki büyük sorunla karşılaştı: Göç ve asimilasyon. Evinde Türkçe konuşanlara gidin sorun çoğu “Ben Arnavutum” der. Çünkü kız alıp vermişiz ve ikimiz de Müslümanız. Bizi ayıran bir tek özelliğimiz dilimiz. Çok ince bir çizgidir dil. Eğer biz dilimizi kaybedersek Arnavut oluruz çünkü.
Sonuç?
Türklerin buradaki gücü iyice zayıfladı. 1989’da eski Yugoslavya dağıldıktan sonra da Türkçe resmi dil olmaktan çıkarıldı. Çabalarımız sonucu şimdi bir tek Prizren belediyesinde resmen kullanılıyor. Ama o da yarım. Mesela elektrik faturaları Türkçe basılmıyor. Oysa biz Türklerin olduğu her yerde resmi olarak Türkçenin de kullanılabilmesini istiyoruz. Mesela sırf bu yüzden ben şu anda kimliksizim.
Nasıl kimliksiz?
Şu anda Kosova Cumhuriyeti’nin kimlikleri ve pasaportlar dağıtılıyor, ama Türkçe basılmadığı için ben onların verdiği kimliği almıyorum. Madem Prizren’de Türkçe resmi dil, o halde kimliklerimizi de Türkçe vermeliler. Bir şeyin bilincinde olmamız lazım: Madem burada Türkçenin varlığını istiyoruz, o zaman bir şeylerden fedakârlık etmek zorundayız.
Eğitimde sorun yaşıyor musunuz?
Prizren’de altı tane ilkokuldan başlayarak lise son sınıfa kadar Türkçe eğitim veren okulumuz var.
Entegrasyon bakımından karışık dilde olması daha iyi değil mi?
Karışık olmaz. Burada hangi dilde eğitime gidersen o milliyete mensup olursun. Zaten bizim Türkler Arnavutça okula gittiği için
Arnavutlaşıyor ya...
Siz Türkiye’deki anadilde eğitim tartışmasını takip ediyor musunuz?
Ediyorum tabii. Ahmet Türk sürekli bizi örnek gösteriyor, Kosova modeli diyor, ama bir şeyin iyi bilinmesi gerekiyor. Birincisi, anadilde eğitim bizim önceden alınmış anayasal bir hakkımızdı. İkincisi şartlar aynı değil. Çünkü biz Kosova devleti vatandaşıyız ve Kosova’ya karşı değiliz. Kosova askerini kendi askerimiz olarak görüyoruz. Federasyon, otonomi, özerklik akılımızın ucundan dahi geçmedi, geçmiyor. Hatta Arnavutlarla Sırpları en iyi biz birleştiririz diyoruz.
En önemlisi de biz tek bir Kosovalı öldürmedik. Aramızdaki en büyük fark bu.

YARIN
KALKANDELEN

fft17_mf379378.jpg


fft16_mf379361.jpg
 

Ynt: Devrim Sevimay - Merhaba Rumeli

Devam.
http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=24&ArticleID=1142482&Date=24.09.2009&b=Hic%20%E2sik%20olmadik%20Allaha%20sukur
Cavid Sezen
*******************************************************************************************************



Merhaba Rumeli - 4 / Devrim Sevimay
güncellenme zamanı 24.9.2009

"Hiç aşık olmadık Allah'a şükür"



Harabati Baba Dergâhı’nda duvarlar Hz. Ali resimleriyle süslü. Uzun bir masa, masanın başında Edmond Brahimaj oturuyor. Diğer adıyla Baba Mondi, dünya Babagan Bektaşilerinin lideri olan Hacı Dede Reşat Bardhi’nin sağ kolu. Aslen Valonalı bir Arnavut. Askeri okul mezunu. Daha 16 Ağustos’ta Hacı Bektaş Şenlikleri’ndeymiş.

[attachment=1]

Kalkandelen’deki Harabati Baba Dergâhı, Babaganlar kolunun mukaddes yerlerinden biri. Babaganlar Hacı Bektaş Veli için “Mücerretti” (evlenmemiş, bakir) diyorÜç yıldır bu dergâhta baba olarak bulunan Baba Mondi, “Evlenmediğin zaman ruhun daha temizdir” diyor “Ya âşık olursanız?” sorumuza yanıtı ise şu oluyor: “Biz hiç âşık olmadık Allah’a şükür”

KALKANDELEN (TETOVA)
Üsküp’ten hareket ettikten bir saat sonra Kalkandelen’deydik. Ülkenin üçüncü büyük şehri. Haritaya bakarsanız adı “Tetova”. Burası Arnavutların Makedonya’daki kalesi. 2001’de çıkan Makedon-Arnavut çatışmalarında fitilin ilk ateşlendiği yer. Nüfusun yaklaşık yüzde 80’i Arnavut. Bir zamanlar yüzde 50’lileri geçtiği söylenen Türk nüfusu ise şimdi yüzde 5’lerde.
Üsküp ve Prizren’de görmeye alıştığımız Şar dağ, hep Kalkandelen’in de fonunda. Buranın da içinden Pena (Köpük) Nehri geçiyor. Aynı yeşillik, aynı temiz hava, ancak Üsküp’te, Prizren’de iftar öncesi rastladığımız açık Müslüman lokantaları burada neredeyse yok. Hatta caddelerinde bile fazla insan görmedik desek yeridir. Sanki ramazan dolayısıyla şehir kapalı gibi.
Allah’tan bizim gideceğimiz yer açık: Harabati Baba Dergâhı. Bu dergâh önemli. Birincisi Makedonya’daki pek çok Bektaşi’nin dini merkezi. İkincisi Türkiye’deki özellikle Arnavut kökenli Babaganlar kolunun mukaddes yerlerinden biri. Üçüncüsü yine Türkiye’deki Çelebi kolunun hariçten muhalifi.
Çelebiler Hacı Bektaş Veli “Evliydi” diyor, Babaganlar “Hayır, mücerretti”...

Sünnilerle Bektaşiler mahkemelik
En iyisi anlatmaya en başından başlayalım: Tekkenin yapım tarihi 1526. Temellerini, Anadolu’dan Balkanlara gelen Sersem Ali Baba atmış. Sersem Ali Baba aslında Kanuni Sultan Süleyman döneminde vezirmiş ve asıl adı da Server Ali Paşa’ymış. Her nasılsa birden Bektaşiliğe intisap etmiş (Çelebiler, bu geçişin bizzat Anadolu’daki Alevi-Bektaşileri bölmek için Osmanlı tarafından kurgulandığını iddia ediyor.
Diğer bir iddia da bir sefer dönüşü Server Ali Paşa’nın tekkeden çok etkilendiği ve rütbelerini söküp Sersem Ali Baba olduğu, hatta ona bu yüzden “sersem” dendiği yolunda) ve kalkıp Balkanlar’a yerleşmiş.
Sersem Ali Baba öldükten sonra buranın ikinci önemli ismi Harabati Baba olmuş. 16’ncı yüzyılda Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba tekkeyi genişleterek bir dergâh haline sokmuş. Yıllar boyu buradan Balkanlara hem Bektaşiliğin Babagan kolu yayılmış, hem dervişler yetiştirilmiş, hem de dergâhın geniş arazisinde tarım ve hayvancılık yapılmış. Ta ki 1945’e kadar.
Eski Yugoslavya döneminde dergâh kapatılmış. 1970 itibarıyla bir de içinde kafelerin, restoranların, dükkânların olduğu bir eğlence merkezi açılınca dergâhlıktan eser kalmamış.
Grafiğin en düştüğü nokta bu. Çıkış ise Yugoslavya’nın dağılmasıyla 1992’de başlıyor. Önce dergâhın kış evi ve meydan evi açılıyor. 2001’deki Ohrid Çerçeve Antlaşması’ndan sonra kalan otel, restoran bölümü de kapatılıp dergâh dergâha benzer hale geliyor.
Artık çok az eksiği kalıyor ki 2002’de durum yine birden değişiyor. Bu kez de Makedonya’daki İslam Birliği gelip dergâhın bazı bölümlerini Sünnilerin kullanımına açıp, Bektaşilere kapatıyor.
Mesele 2003’te mahkemelik oluyor. Arnavut-Türk Sünnilerin oluşturduğu Sünni Birliği’ne karşı, Arnavut-Türk Bektaşilerin oluşturduğu Bektaşi Birliği... Dergâhın er meydanının namazlık haline getirildiğini, burada ayn-ül cem (Bektaşi cemi) yapmalarına izin verilmediğini, Kuran kursu açıldığını ve kendilerinin çok dar bir alana hapsedildiğini savunan Bektaşiler şimdi büyük bir merakla davanın sonucunu bekliyor.

Derin bir sessizlik hâkim
Bizim gittiğimizde gördüğümüz manzara ise şöyle: Daha dergâha girmeden hemen kapıda İslam Birliği’nin bir güvenlik bürosu var. Dergâha girince ise sizi ilk karşılayan geniş bir avlu ve derin bir sessizlik. O avluyu ve sessizliğini aşınca önünüze iki bayraklı bir kapı çıkıyor. Bayraklardan biri Arnavutluk’un. İkincisi de 1990’dan beri Balkanlarda kullanılan yeşil Bektaşi bayrağı. Bu bayraklı kapıdan içeri buyur ediliyoruz.
Bakıyoruz, duvarlar Hz. Ali resimleriyle süslü. Uzun bir masa, masanın başında da Edmond Brahimaj oturuyor. Diğer adıyla Baba Mondi, dünya Babagan Bektaşilerinin lideri olan Hacı Dede Reşat Bardhi’nin sağ kolu. Aslen Valonalı bir Arnavut. 50 yaşında. Askeri okul mezunu. 1997’den beri baba eren. Son üç yıldır da bu dergâhta baba olarak bulunuyor. Daha geçen 16 Ağustos’ta Hacı Bektaş Şenlikleri’ndeymiş.
Dergâhın dervişi Abdulmuttalip Bekiri. Baba Mondi olmadığında burası Bekiri’den soruluyor. Masadaki üçüncü isim Hüseyin. O da tıpkı Baba Mondi gibi 18 yaşında mücerret olmaya karar vermiş.

‘Ya Allah’ı seçersin ya karını’
Bu yıl Ankara’da Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne “kayıtlanan” Hüseyin, Baba Mondi’yle aramızda tercümanlığımızı yapıyor. Biz de sorularımıza Babagan kolunun varoluş sebebi gibi gözüken mücerretlikten başlıyoruz:
Evlenmemiş ve bakir olmak sizin için neden bu kadar önemli?
Çünkü bir koltukta iki karpuz taşınmaz. Ne olursa olsun ancak bir tanesini taşıyabilirsin: Ya Allah’ı ya karını...
Ama Hz. Muhammed’in de karısı vardı?
Evet, Hz. Muhammed evlendi, aile kurdu. Fakat kendisinin şöyle bir hadisi de var; “Öyle bir kategoride insanlar gelecek ki her peygamber onları kıskanacaktır.” Kim bu insanlar, diye sorulunca; “Aile yapmayan kişiler” diyor Hz. Peygamberimiz. Niye? Çünkü onlar bütün insanların korktuğu şeylerden korkmazlar. Tıpkı Hacı Bektaş Veli gibi...
Bütün insanlığın korktuğu şeyler derken?
Yani evlenmediğin zaman ruhun daha temizdir. Ruhsal olarak daha yüksek olursun. İnsanlara daha iyi hizmet edebilirsin. “Baba bana para getirdin mi, ekmek getirdin mi? Neredeydin, niye bu kadar geç kaldın?” diyen çocukların olmaz.
Ya âşık olursanız?
Biz hiç âşık olmadık Allah’a şükür. Her insan Allah’a dua ettiği şekilde bağlıdır. Mesela bir erkek ‘Allahım bana güzel bir kadın ver’ diye dua edebilir. Benim duam ise farklıdır. O dualarımın neticesinde Allah benim nefsimi çıkartır ve beni her zaman korur.
Peki ama Kadıncık Ana da Hacı Bektaş Veli’nin karısı değil miydi?
O Hacı Bektaş Veli’nin hizmetçisiydi. Aksi halde kutsal olamazdı Hünkâr. Bir el baklavada, bir el balda olmaz. Ama bakın, biz evliliğe de karşı değiliz. Biz bunları sadece hayatını insanlığa adayan evliyalar için söylüyoruz.
O zaman Kadıncık Ana’nın çocukları nasıl oldu sizce?
Bir gün Hacı Bektaş’ın burnundan suya kan aktı ve Kadıncık Ana’ya bunu atmasını, kimsenin dokunmamasını söyledi. Kadıncık Ana da atmak yerine içti ve sonra çocukları oldu. Bektaşiler için bu mümkündür, Bektaşiler nefes ile çocuk verebilir.

‘Duayla, nefesle çocuk olur’
Siz hiç nefes verdiniz mi?
Tabii, bazen çocuğu olmayan karı-kocalar gelir ve duayla, nefesle onların çocuğu olur.
Atatürk’ün tekkeleri kapatmasına kızıyor musunuz?
Niye kızayım; Atatürk bir devlet adamıydı ve Türkiye’ye kurallar getirdi. Ama tabii hangi dede, hangi derviş ister ki tekkelerin kapalı olmasını?
Türkiye’deki bazı Aleviler Atatürk’ün Hz. Ali’nin reenkarnasyonla gelen hali olduğuna inanıyor; sizce?
Eczaneyle birahaneyi karıştırmamak lazım. Hz. Ali evliyaydı. Atatürk ise devlet adamı. O iki hikâye aynı yere konulamaz.
Siz Bektaşiliği İslamın neresine koyuyorsunuz?
İslam dini iki büyük parçaya bölünmüştür: Sünniler ve Şiiler. Sünnilerde dört okul vardır: Hanefi, Hanbeli, Şafii ve Maliki. Şiilerde iki: İmamiye ve Zeydiye. İmamiyeler On İki İmamlara, Zeydiyeler Yedi İmamlara inanır. On iki imamlara Alevi denir, ki Alevilerin dört tarikatı vardır: Bektaşi, Kalenderi, Nimetuli ve Celali. Biz Bektaşiyiz. Yani, İslam dini bir ağaç gibidir. Gölgesi şeriattır, dalları tarikat, yaprakları hakikattir, meyvesi marifet. Biz Bektaşiler ise hepsindeyiz.
Sünnilikten tam olarak ayrıldığınız nokta neresi?
Sünnilikte Hz. Muhammed, Ebubekir, Ömer ve Osman vardır. Bizde Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatma. Sünniler Hz. Peygamber’e ve devlet adamlarına inanıyorlar. Biz Ehlibeyt’e inanıyoruz. Fakat Sünniler de bizim düşmanlarımız değil, kardeşlerimizdir. Sonuçta Peygamber’in sahabeleri yıldızlar gibidir ve bizim de bir yıldızımız var; o da Ali’dir.
Peki siz diğer Alevilerden nerede ayrılıyorsunuz?
Alevilik belden gelir, Bektaşilik ise elden... Bizde soya göre başa geçilmez. Kim mücerretse, kim eline-diline-beline hâkim ise o başa geçer. Soya bakan Alevilerdir.
Bektaşi olarak mesela kadınların örtünmesi ve içki konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bizim için önemli olan kadının aklının başında olmasıdır ve tabii ki her şeyin fazlası haramdır. Onun dışında ne Allah ne de Hz. Peygamber hiçbir şeyi yasaklamaz. Sana mantık ve akıl verir. İnsan kendi mantığıyla doğruyu bulmakta özgürdür.

‘Her ayetin 7 tane anlamı vardır’
Kuran’ı günlük hayatınızda ne kadar referans alırsınız?
Bazı kişiler Kuran’ı gazete gibi okur, bazısı roman gibi. Bazısı ise çok daha derin gider, asıl anlama yaklaşır. Sonuçta Kuran’ın bir ayetinin yedi tane anlamı var. Hem evliyalar için anlamı var hem de diğerleri için. Herkes kendi mertebesine göre okur ve anlar.
Sizin için merkez Tiran mı, Hacı Bektaş mı?
Merkez Tiran’da. Sizde kapalı. Sizin tekke artık müze. Devam edin siz... (Dalgasını geçerek söylüyor)
Türkiye’deki Bektaşilerden size gelip gidenler var mı?
Tabii, özellikle İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa’dan. Türkiye’de de dört dede baba vardır, ama onlar bizi temsil etmiyor.
Hacı Bektaş’a gittiğinizde nasıl karşılanıyorsunuz?
Belediye Başkanı bize iyi bakar, ama Veliyettin Ulusoy’la (Çelebilerin Hacı Bektaş postnişini) görüşmüyoruz. O kıskançtır, fakat benim için problem değil. Hacı Bektaş her yerdedir. Hünkâr’ın kendisi diyor, “Yemen’de olsan bile benimlesin, benimle değilsen en yakınımda olsan bile benimle değilsin.”
Peki sizin bu mücerretlik meselesi ve Babaganlık kolunun da sırf Kalender Çelebi’nin elinden postnişliği almak ve güçlü dergâhı bölmek adına vaktiyle Osmanlı tarafından ortaya atıldığı iddia ediliyor; buna ne diyeceksiniz?
Halklar her zaman yapamadıkları bir şey hakkında hep başkalarına söz atarlar. Para için, makam için, post için... Çünkü onların istedikleri Hacıbektaş’ın toprakları. Biz ise burada terle yaşıyoruz. Biz kimseden bir şey vermesini beklemiyoruz.
Sizce yeniden ne zaman dergâh olarak faaliyete geçer burası?
Onu Allah bilir. Buradaki hükümet bize destek vermiyor. Fakat başta ABD olmak üzere tüm batılı büyükelçilikler ve AB ilgileniyor bizle.
Türkiye?
Türkiye Sünnilere destek veriyor.

[attachment=2]

Harabati Baba Dergâhı’nın bahçesinde eski mezarlar var.


‘Erkeklerle eşit haklara sahibiz’
Kalkandelen’e gelmeden önceki akşam Üsküp’teki Üsküp Türk Kadınları Dostluk Derneği’nin iftar yemeğindeydik. İlk sohbet konumuz Rumeli kadınları üzerineydi. Biz “Hep çok becerikli olduğunuz söylenir” dedik; onlar hemen üç madde daha ekledi:
1- Ev kadını olanlarımız dahi bizler hep eşlerimizle eşit haklara sahibizdir. Birlikte çalışır, birlikte yaşarız. Hatta medya ve eğitim camiasında kadınların sayısı daha çoktur.
2- Erkeklerle eşitizdir, ama erkek gibi değilizdir. Kadın ruhumuzu koruruz.
3- Bizde sosyetik kadınlarla sosyetik olmayan kadınlar arasında Türkiye’deki kadar uçurum yoktur. Her iki kesimi de bir kafede yan yana masalarda görebilirsiniz.
Saydıkları üç madde de doğrusu tam eline çayını-kahveni alıp saatlerce sohbeti edilesiydi, ama biz hemen Dernek Başkanı Drita Karahasan’a döndük. Karahasan, Makedonya’nın 1943’te ilk Türkçe basılan, ancak 2003’te kapanan Birlik gazetesinin eski genel yayın yönetmeni. Makedon TV’sinde 1969’da (Bizim TRT Şeş’ten 40 yıl evvel) yayımlanmaya başlayan Türkçe programların ilk sunucusu. Karahasan’la önce biraz dernekten bahsettik ve sonra bakın hemen hangi hassas konuya geldik:
Buradaki Müslüman kadınların tesettürle ilişkisi nasıldır?
Daha çok Arnavut kadınları kapanır. Bizimkiler belki başörtüsü takar, ama yavaş yavaş burada da türbanlıların sayısı artıyor. Özellikle Türkiye’ye okumaya giden kızlarımıza döndüklerinde bakıyoruz bazıları türban takmaya başlamış oluyor.
Sizce niye?
Hem Türkiye’deki akımlardan etkileniyorlar hem de burada sosyalist yönetimden çıkıp sistem değiştikten sonra bir boşluk yaşandı. O boşluğu doldurmak için Türkiye’den ilk gelenler hep meselelere dinle yaklaşan kesimden oldu. Biz de öyle bir vaziyetteydik ki Türkiye’den kim geliyorsa kucak açtık. Sanırım o sırada etkileşim çok yoğun oldu.
Zorunlu din dersi var mı Makedonya’da?
Geçen sene ilk kez kondu, ama Makedonların itirazı sonucu Anayasa Mahkemesi kaldırdı. Onun yerine beşinci sınıftan sonrasına felsefe ve tarih açısından dinleri anlatan bir ders okutulacak.
Eski Üsküp tarafında sakallı, pantolon paçası bileğinin üzerinde birtakım erkekler ve yanlarında kara çarşaflılar gördük; onlar buralı mı?
Hayır, onlar Suudi kökenli Vehhabiler ve giderek buradaki Müslümanları da kendi mezhepleri doğrultusunda etkilemeye başladılar. Ele geçirdikleri camiler var. Özellikle son dört beş senedir bizim buradaki laik Müslümanlık anlayışımızı değiştirmeye çalışıyorlar. Kadınları tepeden tırnağa siyah çarşaflı. İçlerindeki Türk mü, Arnavut mu, Arap mı anlayamıyoruz bile. Ama tabii yapılacak bir şey de yok.

[attachment=3]

Süslü cami
Kalkandelen’de adım başı bir Osmanlı eserine rastlamadık, ama galiba Balkanlardaki en ilginçlerinden birini burada görmüş olduk: Alaca Cami. UNESCO’nun korumaya aldığı cami 1495’te Hurşide ve Mensure adında iki kız kardeş tarafından hayatları boyunca biriktirdikleri parayla yaptırılmış. Dolayısıyla cami küçük ve çok şirin. Peki nesi ilginç derseniz, inanılmaz süslü. Süsü de iki kız kardeşten değil, 1833’te caminin restorasyonunu yaptıran dönemin Tetova Valisi Abdurrahman Paşa’dan kaynaklanıyor.
Paşa, Debreli iki ressama siparişi vermiş, ressamlar da 50 bin yumurta içi ve eğer doğruysa hayvan kanı, keçi tüyü, kireç kullanarak, caminin içini hiç solmayan renklerle bezemiş; dışı da iskambil destesi gibi. Biz görmedik, ama bilenler bu kadar süslü ikinci bir camiye bir de İspanya’nın Cordoba şehrinde rastladıklarını söylüyor. Bu arada ahşap merdivenleri nereye gidiyor diye merak edince baktık ki üst katında da Kuran dersi veriliyormuş. Güzel gözlü, hüzünlü Valmira’yı orada gördük.


Not defteri
- Harabati Baba Dergâhı’ndan 18. yüzyılda geçen önemli bir başka isim daha var: Recep Paşa. Dergâhın kurucusu olduğu dahi söylenen Paşa’nın kızı Fatma genç yaşta verem olmuş. Kızının daha yüksekte daha temiz hava alması için dergâhın içine Mavi Konak yaptırmış Paşa, ancak ne yazık ki kötü sona engel olamamış.
- Trakya’dan sonrası içki içmesini sevenlerin ve bilenlerin coğrafyasıdır aynı zamanda. Makedonya’da Makedonlar bu kültürü hiç bozmadan sürdürüyorlarmış, ama Türklerin Jolte (sarı rakı) muhabbetinde gözle görülür bir azalma varmış.
- Makedonya’da ana ihtiyaç kalemlerinde ortalama fiyat 50 euro. Rehber 50 euro, araç kiralama 50 euro, otel 50 euro... Ya güzel bir Pleskavitsa köfte ne kadar derseniz; bizim aklımızda fiyatı değil, çapı kaldı: En küçüğünün çapı 10 santim.



YARIN: Struga ve Ohri

fft17_mf380104.jpg


fft16_mf380102.jpg


fft16_mf380103.jpg
 




Ynt: Devrim Sevimay - Merhaba Rumeli

Devam.
http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=24&ArticleID=1142838&Date=25.09.2009&b=Biraktiniz%20bizi%20bu%20yaban%20ellerde
Cavid Sezen
******************************************************************************************************


Merhaba Rumeli - 5 / Devrim Sevimay
güncellenme zamanı 25.9.2009

"Bıraktınız bizi bu yaban ellerde"


Struga’daki Türklerin üzüntüsü göçüp giden Türkler... Gülistan-İsmail Hakkı Akansu çifti üzüntülü olmanın haricinde çok da öfkeliMimarlık mezunu oğulları 10 yıl iş aramış, Arnavut da Makedon da iş vermeyince şimdi İtalya’da sıvacılık yapıyormuş, “Bıraktınız gittiniz bizi bu yaban ellerde, kaldık buralarda bir başımıza” diyorlardı

[attachment=1]

Bütün hayat göle göre ayarlanmış

OHRİ (OHRİD)“Kako Struga nema druga” (Struga gibisi yoktur) diyenlere hak verir gibi olduk, ama tam da nüfuz edemeden Struga’yı bırakıp Ohri’ye doğru yola çıktık. “Ohri demek göl demektir” cümlesini biliyorduk giderken; gidince bunu daha iyi anladık. Burada bütün hayat göle göre ayarlanmış. Romalıların amfi tiyatrosu göle karşı yapılmış, Safranbolu tipi evlerinin penceresi göle açılıyor, çanlar gölün üzerinde çalıyor, Aziz Kliment’in heykeli göle bakıyor, Shopsko birası veya Jolte rakısı en güzel gölün yanında içiliyor. Göle sırtını dönen bir tek kaleye çıkan dik yokuş, ki o da yine gölü daha iyi görebilmek için.Biz de kaleye çıktığımızda tabii ki önce manzaraya baktık. Bir an Amasra’nın küçük limanından ufka bakıyoruz gibi geldi, ama sonra inişe geçtiğimizde daha muhteşem bir fotoğraf karesini fark ettik: Ohri ve üzerinde 13’üncü yüzyıldan kalma Sveti Jovan Kaneo Kilisesi. Doğanın marifeti, insanın marifetiyle birleştiğinde sonuç işte böyle bir şey oluyor.‘Yağmurdan Önce’ canlanıyorYalnız bir dakika... Biz bu kareyi daha önce görmüştük... Hatta 1995 Ağustos’unun ilk haftasıydı. Beyoğlu’ndaki bir sinemada... Tabii ya birden hatırladık işte; burası “Yağmurdan Önce” filminin çekildiği yer. Hani Arnavut kızı Zamira, onu saklayan rahip Kiril, Makedon fotoğrafçı Alexander... Makedonya’yı gezdikçe, hikâyeleri dinledikçe anladık ki “Yağmurdan Önce” ne hakiki bir filmmiş.Ve ah şu karşımızdaki manzara...

Org. Başbuğ hangi mesajı verdi? Ohri’deki dükkânında sohbet ederken “Sanki Coca Cola’nın sırrı gibi” diyoruz Makedon Kliment Talevi’ye, “Aynen” diyor Talevi.Peki bu sır incinin neresinde saklı, hangi aşamasında? Biz inci çıkarmıyoruz, yapıyoruz. Sıcak denizlerden getirttiğimiz sedefi sıvı bir maddeyle kaplıyoruz. Bu sıvı maddeyi kürdanın ucuna taktığımız sedefe 45 dakikada bir tam yedi kez sürüyoruz. Kürdanları İstanbul’dan getirtiyoruz. Sıvıyı da iz bırakmaması için sincap ve atkuyruğunun kıllarından yapılmış fırçayla sürüyoruz. Her şey tamamen el işi ve organik. Sır olan şey ise o sürdüğümüz sıvı madde. İçinde eritilmiş gümüş balığının pulları var, ama verebileceğim bilgiler burada bitiyor. Bundan sonrasını bir ben, bir de oğlum biliyoruz.

Sizin en ünlü Türk müşteriniz kim? (Bir şey dürttü sorduk ve iyi ki sormuşuz, bakın ne yanıt geldi.)

Türk ordusunun Genelkurmay Başkanı.

Kim dediniz?

İlker Başbuğ.

Nasıl yani?

Tabii, iki ay önce Makedonya’yı ziyaret ettiklerinde buraya da geldiler. Ben kendilerine “Müsaade edecek misiniz size bir soru sorayım” dedim. Büyükelçilikten biri benim sözlerimi tercüme etti.

Gözlerime baktı, demiş ki “Ne sorarsa sorsun, ben ona cevap veririm.”

Ben de “Biz” dedim, “Sayın General, biz küçük bir devletiz. Bizim sınırlarımızın etrafında bize dost olmayan ülkelerle sınırlanıyoruz. İşte Yunanlılar bizi yok etmek istiyor. Bulgarlar istiyor bizi işgal etsin. Sırplar bizim kilisemizi tanımıyor. Arnavutluk istiyor, bizim ülkemizi alsın. Askeri olarak bizi koruyacak kim var?

” Ne yanıt geldi?

“Bir düşman kurşunu patlasa 24 saat içinde biz buraya gelir, seninle burada kahvemizi beraber içeriz.”

İşte benim kalbim o an birden şey yaptı. Türkler gerçekten çok büyük insanlar. Çok şerefli insanlar. Türkleri gerçekten çok seviyorum.

(İşin içine tercümenin ve heyecanın girdiği her alıntıya dikkat etmek lazım, ama inci ustasının bunları anlatırken gözlerinin nasıl parladığını bir görseniz, “Doğru anlamışsa ne çıkar, anlamamışsa ne çıkar” diyesiniz gelir.)

Ne harikulade... Dünyanın en yaşlı göllerinden Ohri... Bir ucu Arnavutluk’ta, etrafı Galicica, Yablaniça, Karaorman dağlarıyla kaplı Ohri... Makedonya’nın incisi Ohri...İnci demişken var mısınız gerçek bir inci hikâyesi dinlemeye:‘ Bu sırrı kızına bile söyleme!’20 Aralık 1964. Hava soğuk, her yer kar. Vane Talevi hasta yatağında, ölümün yaklaştığını hissetmiş, yanına oğlunu çağırtmıştır. Hemen gelir oğlu. Odada bir tek ikisi vardır. Güçlükle konuşan baba Talevi, “Yaklaş Kliment, sana 40 yıllık sırrımı vereceğim” der. Kliment merakla eğilir babasına doğru ve birden kulağında bir fısıltı duyar. Sonra, “Şimdi sen de kulağıma eğilip üç kez tekrar et” der babası; “Ezberlemen lazım...” “Yazsam?” diye soracak olur Kliment, ama hemen “Hayırrr” diye karşı çıkar hasta babası. “Bu verdiğim sırrı hayatın boyunca hiçbir yere yazmayacaksın. Kimseye söylemeyeceksin. Bir tek zamanı geldiğinde sen de kendi oğluna vereceksin, ama kızına dahi bahsetmeyeceksin.”Vane Talevi bir hafta sonra ölür. Artık inci atölyesinin başında Kliment Talevi vardır. Kliment’in zihninde de incilerin sırrı... Dünyada bu sırrı bilen ikinci bir aile daha bulunmaktadır, ancak işin asıl sahibi Talevilerdir ve bunun başka bir soyadıyla anılmaması ailenin şeref meselesidir. Burada herkes Ohrili...İnci dükkânından çıktığımızda artık akşam olmak üzereydi. Yorgunduk, biraz oturmak ve doğrusu sadece oturmak istiyorduk. Ohri’yi bilenlerin tahmin edeceği üzere hemen Ulu Çınar’ın altına gittik. 900 yaşında bir çınar. Onun altında öylece etrafa bakınırken birden Ankara’daki Kuğulu Park’tayız gibi geldi bize.Gerçi çevremizde hiç Türk yoktu, ama bu zaten Ohri’de çok da önemli değildi. Ohri’yle aramızda evvel zamandan gelen bir tanışıklık var gibiydi. İnsanlarının yüzüne bakınca bile hissettik bunu. Buradaki kimse ne tam Makedon ne Arnavut ne Türk ne Sırp. Buradakiler sadece Ohrili. Ve sanki biz de...Sonunda oturduğumuz banktan kalkıp tekrar meydana geldiğimizde artık her yer bir festival alanına dönmüştü. Temmuz’dan ağustos sonuna kadar her akşam böyleymiş. Folklor ekipleri, çocuk oyunları, yürür gezer korolar, sokak tiyatrosu... Gece geç saatlere kadar herkes banklarda, caddelerde, kaldırımlarda. Sonra sabah kalktığımızda da baktık: Yaşı 50-60’ın üzerindeki bütün çiftler yürüyüşte.Velhasıl, Ohri anlatıldığı kadar güzeldi!

[attachment=2]

İşte Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın adının yazılı olduğu kütük.

NOT DEFTERİ- Ohri Gölü’nün uzunluğu 30, genişliği 15 kilometre, derinliği 286 metre. Avrupa’nın en derin, en eski tektonik göllerinden biri. Bir de dünyanın en berrak dört gölü arasında.- Ohri’nin sakinleri Makedonya tarihi gibi. Sırasıyla: İliryalılar. Antik Makedonlar. Romalılar. Bizanslılar. Sırplar. Osmanlı. Sonra yine Sırplar. Bulgarlar. Eski Yugoslavya. Sonunda Bağımsız Makedonya.- Rivayete göre Çar Samuil döneminde Ohri Gölü kıyısında yılda kaç gün varsa o kadar kilise yapılmış. Dolayısıyla Ohri’de toplam 365 kilise varmış. Halen UNESCO koruması altındaki Ohri’de kaç kilise var derseniz, 40. Kaç Osmanlı camisi var derseniz de, sekiz.- Ohri Slavların Kudüs’ü; dini açıdan burayı paylaşamıyorlar. Aynı zamanda Aziz Kiril ve Metodiy’nin Kiril alfabesini bulduğu yer.- Ohri incisi 2001’de Brüksel’de altın madalya almış. Gümüş madalya da Doğu Makedonya’daki koyun peynirine verilmiş.- Ohri Gölü’nün asıl sırrı Prespa Gölü. Ohri’den yaklaşık 150 metre daha yüksekte olan gölün suları doğal yeraltı kanalları aracılığıyla Ohri Gölü’ne akıyor ve onu hep diri tutuyor.

STRUGA Kalkandelen’den Struga’ya doğru inerken yol iyice güzelleşti. Hem çok canlı bir yeşil hem de o yeşilin çok özel kokusu... Hızla çarpan bir oksijen gibi değil de, daha yumuşak, sanki içinde çiçeklerin, çimenlerin, kelebeklerin uçuştuğu aromalı bir koku.Kim bilir belki o sırada rüzgâr doğru yerden esiyordu veya belki tıpkı Boğaz’da yosun, midye kokusunu duymak için akıntıya karşı yürümek gerektiği gibi biz de şimdi kokuların akıntısına ters istikametteydik ve bu yüzden bu kadar yoğun duyabiliyorduk; sebep her neyse, aracın camları sonuna kadar açık, yüzümüzü dalların arasından bir görünüp bir kaybolan güneşin ışığına vermiş harika bir yolculuk yapıyorduk.Akıtmaya 10 üzerinden 7 Yani adeta “Something’s Gotta Give”in beşinci parçasına klip çeker gibi bir haldeydik ki birden bir koku daha aldı burnumuz. Sıcak bir koku! Hemen fren, anında araçtan iniş, toplanmış kalabalığı yarma harekâtı ve o da ne: Akıtma! Yumurta, süt ve unun çırpılıp kızgın tavaya “akıtılması”yla yapılan ayaküstü bir atıştırmalık.O kadar yeşil banyosundan sonra karşılaştığımız bu mevzuu tabii bize hayli enteresan geldi ve kendisini hemen incelemeye aldık. Sonuç, 10 üzerinden yedi. Ama bir de yanına ayran açayım derseniz o biraz sürprizli. Kıvamı yoğun, tuzsuz... “Bozulmuş mu ne?” dedirtiyor. Oysa Tikveş’e de öyle yakınız ki... Şarapları ve yoğurduyla ünlü Tikveş’e... Hani Türkiye’ye göç ettikleri 1943’ten beri yoğurduna, ayranına alıştığımız Tikveş...Tabii bizim şimdi ne Tikveş’i görecek halimiz var ne Gostivar’a sapacak ne de Debre’ye (Debar) girecek. Gerçi Debre’nin Kocacık köyünde Atatürk’ün babasının evine gitsek, Hasan’ı arasak, martini niye attın be bre Hasan desek... Çok isterdik, ama yolu asfaltlanıyormuş, geç kalırmışız. Nereye geç kalırmışız? Başta yazmıştık, Struga’ya. Bugün hem Struga’yı gezeceğiz hem de Ohri’yi.Akıtma ve kokular geride, biz önde, iki saat sonra Struga’ya girdik. Girer girmez de “Oh dünya varmış, sonunda deniz gördük” dedik. Tabii hemen etrafımızdakiler “Ne denizi?” dediler, “Makedonya’nın dört tarafı karayla kaplı.” “Peki doktor bu ne?” diyecek olduk, “O Ohri Gölü” yanıtını verdiler. İyi de Ohri’ye gelmeye daha kaç kilometre var, ama burası resmen Ahırkapı açıkları gibi.Makedonya’nın yazlığı Anlayacağınız o kadar büyük Ohri Gölü. Daha görmeden kendisinden bahsettiriyor. Ama Struga da alınmasın, biz şimdi yine ona dönelim. Struga’nın verdiği ilk hava biraz bizim Anadoluhisarı, biraz da Florya sahili... İnsanları yavaş, sakin, şortlu ve daha fazla incik boncuklu... Tatilde gibiler, ki çoğu da öyle zaten. Burası Makedonya’nın yazlığı.Struga’da suyun gürül gürül sesini izlerseniz sizi götüreceği yer Kara Drim Irmağı’nın doğduğu noktadır. Şimdi belki bir ormanın içinde, yükseklerde bir pınarın başına vardığımızı düşüneceksiniz, ama biz hâlâ Ohri Gölü’nün dibindeyiz. Çünkü dünyadaki milyonlarca ırmağın aksine Kara Drim bir dağda doğup bir göle akmıyor, tam tersine Ohri Gölü’nden doğup, sonra Struga’nın içinden geçip, Adriyatik’te son buluyor.Denk gelirseniz üzerinde kuğuların yüzdüğü, pırıl pırıl bir su Kara Drim. Etrafında sağlı sollu lokantalar var. Onlardan biri Tac Mahal. Sahibi Abdülhalik Bey, Türk ve yedi kuşaktır Struga’da yaşıyor. Yemekleri Türk usulü. En meşhuru kaşarlı kebap (yani köfte) ızgara. Abdülhalik Bey’in keyfi yerinde, işleri iyi, tek üzüntüsü göçüp giden Türkler. “Çok az kaldık Struga’da” diyor.Benzer bir yakınmayı Kara Drim’deki birinci köprünün başında takı, tişört, çanta vs. satan Gülistan-İsmail Hakkı Akansu çiftinden de duyduk. Onlar üzüntülü olmanın haricinde bir de çok öfkeliler. Oğulları mimarlık mezunuymuş. 10 yıl iş aramış. Ama Arnavut da Makedon da iş vermeyince şimdi İtalya’da sıvacılık yapıyormuş. “Gâvur iş vermez, Arnavut hiç vermez. Türkleri istemezler” diyorlar.Biz tam anadilde eğitimi falanı filanı soracak olduk, hemen sözümüzü kestiler: “Kimse kendinden olmayanı hak etse bile işe almıyor, milliyetine bakıyor. Benim çocuğum gözünü akıtmış okumuş, yine de almadılar. O kalem tutan elleriyle şimdi sıva yapıyor yavrum.” En son yanlarından ayrılırken hâlâ öfkeyle söyleniyorlardı; “Bıraktınız gittiniz bizi bu yaban ellerde, kaldık buralarda bir başımıza ... ”Dağlarca’yı parkta bulduk! Doğrusu Makedonya’da duyduğumuz hemen her söz bize Türkiye’de bıraktığımız gündemi hatırlatıyordu. Dolayısıyla Akansu çiftinin öfkesini de kulağımıza küpe edip Struga’nın ünlü parkına girdik. Bir oyun oynayacaktık burada. Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı bulma oyunu.Şöyle anlatalım: 1962’den beridir her ağustosun üçüncü haftasında Kara Drim’deki köprüde Şiir Akşamları Festivali düzenleniyor. Dünyanın dört bir tarafından gelen şairler ay ışığının altında ve köprünün üzerinde kendi dillerinde şiirlerini okuyor. Sonra da o şairlerden birine Altın Çelenk Ödülü verilip, adının yazılı olduğu bir kütük bu parktaki ağaçların altına çakılıyor.Biz o şiir akşamlarını kaçırdık, ama hiç değilse 1974’teki festivale katılan Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı bu parkta bulalım dedik. Her ağacın altına baktık, fakat bir türlü bulamadık. Yanımızda Makedonca bilen biri olmasa daha da bulamazdık, çünkü sağ olsunlar, Kiril alfabesiyle yazmışlar üstadın adını.

fft16_mf380803.jpg


fft16_mf380804.jpg
 


Ynt: Devrim Sevimay - Merhaba Rumeli

Devam.
http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=24&ArticleID=1143176&Date=26.09.2009&b=Matematikci%20baba-kizdan%20tarih%20dersi

Cavid Sezen
******************************************************************************************************



Merhaba Rumeli - 6 / Devrim Sevimay

güncellenme zamanı 26.9.2009



Matematikçi baba-kızdan tarih dersi




[attachment=1]

Behlül Bahri ve kızı Aysel Bahri ile Niyazi Bey’in resminin altında konuştuk.

Resne’de Makedonya’nın tarihi simalarından Niyazi Bey’in kültür evine dönüştürülmüş sarayındayız. 76 yaşındaki matematik öğretmeni Behlül Bahri, kolağasıyken dağa çıkıp asileri ikna ederek dağdan indiren Niyazi Bey’in yaşam öyküsünü anlatıyor

RESNE (RESEN)
Gideceğimiz yer Resne olmasa aklımız Ohri’de kalırdı. Ama Resne bu yolculuğun başından beri en merak ettiğimiz yer. Sebebi de Resneli Niyazi... Niyazi Bey’i düşündükçe hatırımıza hep Prof. Dr. Fikret Adanır’ın dedikleri geliyor. Nasıl Amerikalı tarihçi Prof. Dr. Heath Lowry “Osmanlı’yı anlamak için en kilit yer Balkanlar” demişti; Praviştalı tarihçi Adanır da Türkiye’yi anlamak için işe önce Makedonya’dan başlamak gerektiğini söylüyor.
Adanır’a göre Türkiye’yi 50’li yıllara kadar yöneten kadro Makedonya’dan geliyor. Dolayısıyla Rumeli’deki toplumsal ve siyasal formasyonları kavramadan cumhuriyetin erken dönemi anlaşılamaz diyor Adanır. Gerçi Niyazi Bey’in ömrü veya ona biçilen rol- cumhuriyeti yöneten kadroda olmaya yetmemiş ama yine de siyasi genetik şifremizdeki çok önemli bir halka olduğu kesin.

Resneli Niyazi’nin hemşerisi
Zihnimizde bu parantezler; Ohri’den 40 dakikada varıyoruz Resne’ye. Bahçelerden dışarı taşan elma ağaçları yerlere kadar eğilerek sanki selamlıyor bizi. Bizim gideceğimiz yer ise ta Üsküp’ten beridir belli: Niyazi Bey’in sarayından bozma Dragi Toziya Kültür Evi.
Girmeden kapısında şöyle bir bakıyoruz, Makedonya’da gördüğümüz hiçbir yapıya benzemiyor. Öğreniyoruz ki, meğer Niyazi Bey gibi bu binanın da özel bir hikâyesi varmış. O ve diğer tüm hikâyeyi kültür evinde buluştuğumuz Behlül Bahri’den dinleyeceğiz. Behlül Bahri bir tarih profesörü değil, emekli bir matematik öğretmeni. 76 yaşında. Bizim için en önemlisi de Resneli Niyazi’nin hemşerisi:
Nedir Resneli Niyazi Bey’in önemi?
Niyazi Bey öncelikle iyi bir asker. 1873’te Resne’de doğmuş. Manastır’daki askeri okuldan mezun olmuş. Kolağasıymış.
Aynı zamanda İttihatçı?
Evet, ilk gerillalardan, bizim Tito’dan kalma dilimize göre partizan. Osmanlı’ya karşı buradaki kışladan 100 kişilik bir grupla 3 Temmuz 1908’de dağa çıkmış. Çıkarken kasadaki paraları almış ama üzerine de not yazıp imzasını atmış, “Bu parayı millet için aldım ve devlete yeniden çevireceğim” diye. Burada bir Lahsa köyü var, ilk oraya yerleşmişler. Oradan da biraz insan alıp Galicica (Galisya) dağından Ohri tarafına gitmişler.
O sırada bir de geyik mi takılmış peşine?
Dağdayken... Geyik sürekli ardından gitmiş Niyazi Bey’in. Sonunda artık her yerde geyikle dolaşmaya başlamış. İstanbul’da bile olay olmuş geyik. (Rivayete göre “geyik muhabbeti” lafı da sürekli kendinden bahsettiren bu geyikten geliyor ama tabii bu da bir geyik olabilir.)


Behlül Bahri, Niyazi Bey’e sahip çıkılmadığını söyledi.

İsyancıları dağdan indiren kişi
Sizce tarihteki iyi bir karakter midir Niyazi Bey?
Niyazi Bey gerçekten doğru bir adam. Osmanlı’ya karşı ayaklananları birleştirip onları dağdan inmeye ikna eden kişi. Türkiye’de de şimdi PKK’lıları indirmek istiyorlar değil mi? İşte onu Niyazi Bey 1908’de başarmış. Gelin, hepimiz hak ve hürriyet içinde birlikte, eşit yaşayalım, devleti birlikte koruyalım demiş. Muvaffak da olmuş. Hem isyancılar dağdan inmiş hem de 20 gün sonra İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş. Hâlâ tüm Makedonlar sever Niyazi Bey’i.
Enver ve Talat beylerle karşılaştırırsanız?
Niyazi Bey onlardan başka. Onlar çok daha tilki. Ben eminim Niyazi Bey yaşasaydı yüzde yüz çok önemli bir figür olurdu ama öldürüldü.
Öldürülmesinde İttihatçıların rolü olduğunu şünenler var?
Hayır, Arnavutlar vurdu onu. Şöyle anlattırayım: Bizim bir dedemiz var, Niyazi Bey’in de akrabası. Onun bize dediğine göre Türkiye, Balkan Savaşları’ndan sonra bozguna uğrayınca bunlar 1913’te vapura binecekler ki İstanbul’a çıksınlar. En yakın asker arkadaşlarından küçük bir grupla beraber gitmişler, Arnavutluk’un Avlonya limanında kendilerini götürecek vapuru bekliyorlarmış. Yağmur yağıyormuş. O sırada biri arkadan tabancayla çıkmış, vurmuş Niyazi Bey’i. Bey son sözleri olarak “Neden oğlum?” demiş. Vuran da demiş ki “Şemsi Paşa’ya selam edesın.”
Şemsi Paşa Sultan’ın askeri?..
Evet, Sultan 2. Abdülhamit Kosova’dan getirttirmiş Şemsi Paşa’yı Manastır’a. İttihatçıları bastırsın diye. Ama bir İttihatçı subay Şemsi Paşa’yı vurmuş. Şemsi Paşa da vaktiyle Arnavutlardan ne kadar katil varsa hepsini koruması yapmış. İşte o koruma öç almış Niyazi Bey’den.
“Ne şehit oldu ne gazi...” lafı da buradan geliyor?
Tabii, o laf Niyazi Bey için söylenmiş.

[attachment=2]

Niyazi Bey’in kendisine saray olarak yaptırdığı bina bugün Dragi Toziya Kültür Evi olarak kullanılıyor. Kültür evindeki kitaplıkta Türkiye ve Atatürk üzerine çok sayıda kitap yer alıyor.

Niyazi Bey’in sarayı
Resneli Niyazi’nin bu sarayıyla ilgili de bir teori var: “Nasıl yaptırdı, Fransızların adamı mıydı?” diye. Siz ne dersiniz?
Onu da anlattırayım: Ne zaman hürriyet kazanıldı, yani meşrutiyet geldi, o zaman Abdülhamit’ten kaçıp Fransa’ya sığınan bir arkadaşı tebrik kartpostalı göndermiş Niyazi Bey’e. Kartpostalın üzerindeki resimde Paris belediyesinin binası varmış. Niyazi Bey o kartpostalı almış buradaki mühendislere göstermiş, “Ben bu binayı Resne’de yaptırmak istiyorum” demiş.
Aynı da Paris Belediyesi’nin binasına benzetilerek yapılmış. Şimdi diyorlar ki hangi parayla yaptırdı; ne bilelim biz, bence devletin parasıyla yaptırttı. Ama zaten en kolayı bu değil mi: İstemediğiniz birini haincilikle suçlamak...
Şimdi bu saray bir kültür evi olmuş, ama içinde Resneliyi anlatan niye hiçbir şey yok?
Bilmiyoruz ki niye yok. Evinde Makedonyalı bir aile oturuyor. Yukarı katta çalışma odası var, harap. Meşrutiyetin 100’üncü yıl kutlamalarında buraya torunları geldi ama başka da pek sahip çıkan yok Niyazi Bey’e.

[attachment=3]

TİTO DÖNEMİNİN EN GENÇ MİLLETVEKİLİ AYSEL BAHRİ:

Ülkeleri haklar değil, milliyetçilik böler

Behlül Bahri’den sonra, kendisi gibi matematik öğretmeni olan kızı Aysel Bahri ile milliyetçilik ve bölünme üzerine konuşuyoruz. Yugoslavya’yı Sırp milliyetçiliğinin böldüğünü belirterek ‘ülkeleri haklar değil, milliyetçilik böler’ diyor
Aysel Bahri de babası gibi matematik öğretmeni. TDP’nin Türk Kadınları Derneği’nin Resne Şube Başkanı. Ama Aysel Bahri’nin asıl unvanı bir zamanlar Yugoslavya’nın en genç milletvekili olması. Tito zamanında Makedonya Cumhuriyeti delegesi sıfatıyla 27 yaşında Belgrad’a gitmiş. 1984’ten 1991’e kadar, yani tam Yugoslavya parçalanırken Belgrad’daymış.
Aysel Bahri’yle tanışmak bize bir Makedonya hediyesi oldu. Anlattıklarını okuyunca büyük bir olasılıkla siz de böyle düşüneceksiniz:
Ay yıldız mı var boynunuzda?
O her zaman var. Tek süsüm o.
Gördüğümüz çoğu Türkün ya kolyesi ya anahtarlığı hep ay yıldızlı...
Bizde ister istemez milliyetçilik biraz fazla.
İster istemez?
Yani şunu demek istiyorum; benim için asıl mesele ezilenden yana olmak. Kadın eziliyorsa kadının yanında olmak, Türk eziliyorsa Türkün yanından olmak gibi. Şu anda burada Türkler daha ötelenmiş durumda. Dolayısıyla bende de ister istemez Türklük meselesi öne çıkıyor.
Madem ötelenme durumu var, neden Türkiye’ye dönmüyorsunuz?
Biz zaten yazlarımızı Kazdağı’nda geçiriyoruz, orada bir evimiz var. Ama buradan tamamen de kopamayız, çünkü burası da vatan bizim için. Birincisi dedelerimizden kalma bir yadigâr. İkincisi, biz Türklüğümüzü unutmuyoruz ama kendimizi de daha çok Makedon Cumhuriyeti vatandaşı olarak hissediyoruz.

Üst kimliğimiz Makedon
O kadar sahipleniyorsunuz?
Tabii, zaten her zaman Makedonlara da diyoruz, “Biz sizden daha büyük Makedonuz” diye. Çünkü vatandaşlık duygusu bizlerde çok gelişmiş. Dışarıda Makedonya’ya bir şey dendi mi, biz kendimizi hemen büyük Makedon gibi hissediyoruz. Üst kimliğimiz hemen öne çıkıyor. O Makedon kimliğinin içinde de kendi Türklüğümüzü koruyoruz.
Burada yaşayan bütün Türkler sizin gibi mi düşünüyor, yoksa Makedon üst kimliğini kabul etmemiş olanlar da var mıdır?
Herkesi bilemiyorum ama şimdi bir şey anlatayım mı: Biz Yugoslavya’da büyümüş Tito çocuklarıyız. O zaman bizlerde Yugoslav milliyetçiliği çok büyüktü, açık konuşalım. Bir keresinde Türkiye’ye gelmiştik ziyarete, tesadüf tam da Yugoslavya’yla Türkiye basket oynuyor. Ben dedim “Aaa kim kazanıyor, bizimkiler mi?” Dayım döndü sordu: “Kim sizinkiler?” Ben, dedim “Bizim Yugoslavya.”
Çok hayatın içinden, enteresan bir örnek bu...
Evet, çünkü Yugoslavya’nın parçalanmasına kadar burada herkes Yugoslav’dı. Ben Türklüğümü öpüyorum ve ben Türküm. Ama nasıl Türkiye’de Çerkezi mi var, Kürdü mü var, Arap’ı mı var, fark etmiyor, herkes Türkiye, burada da öyleydi.
Ya bölündükten sonra?
Bölündükten sonra sanki kopmuş, atılmış, kimliğini kaybetmiş gibi hissetti insanlar. Öyle bir kopma oldu ki herkes yaşadığı boşluğun yerine milliyetçiliği koydu. Herkes birden Arnavut oldu, Makedon oldu, Sırp oldu, Boşnak oldu... O zaman biz Türkler de şaşırdık, “Biz ‘Türk kökenli Yugoslav’dık, peki şimdi neyiz, kimiz” dedik. Böylelikle milliyetçilik bizim de içimizde arttı ama diğerleri gibi değil. Çünkü biz azdık. Bizim bölünecek bir durumumuz yoktu.
Diğerleri ise sayıca üstün oldukları için adeta bir hak yarışına girdiler. Mesela Arnavutlar benim bu hakkım var dedi, Makedonlar benim şu hakkım var dedi. Sonuçta hep alt kimlik üstün geldi ve bir Makedon vatandaşı olmayı beyinlerine yerleştiremediler.

‘Niye parçalandık?’ diyoruz
Siz Yugoslavya’nın parçalanmasına tanık oldunuz?
Evet, tüm parçalanmayı ve perde arkasını, orada neler olduğunu biliyorum.
Ya Türkiye de Yugoslavya gibi olursa diye korkanlar var; sizce?
Bazen bir korku giriyor içime ama bazen de diyorum ki “Hayır Türkiye daha güçlüdür, öyle bir parçalanmaya gitmeyecektir inşallah.”
“Biz niye parçalandık?” sorusu Balkanlar’da hâlâ sorulan bir soru mudur?
Çok, 20 yıl oldu neredeyse ama bu soruyu sormak hâlâ bitmedi.
En çok bulunan sebep hangisi?
Birincisi milliyetçilik. İlk Sırplar başlattı ve sonra gerisi geldi. İkincisi de dış baskılar. Bizde bir atasözü var, onu çevirebilir misiniz; Sırpça
“Rasparçay pa vladey”, yani “Böl ve idare et.”
O söz bizde de çok söylenir, ama biraz komplo teorisi gibi değil mi?
Ama ben de dış etkiyi sona koydum, elbette en önemlisi milliyetçiliğin azması. Sırp milliyetçiliği hep vardı ama onu azdıran kişi Miloseviç oldu. Düşüncelerimize göre Miloseviç de dıştan desteklenen biriydi. Çünkü amaç Yugoslavya’yı parçalamaktı.
Yugoslavya komünistlikten çıkmış çok iyi bir sosyalist ülke örneğiydi. Çok gelişmiş bir sosyal devletti. İşçi hakları çoktu. Ordusu kuvvetliydi. Rüşvet yoktu. Devletin her hizmeti çok kaliteliydi, disiplinliydi. Herkes işini iyi yapıyordu.

Altta kalan kişi kompleksi
Peki Türkiye’ye bakarsak atılmak istenen birtakım demokratikleşme adımları da sizce uluslararası bir plan mı?
Yok, beni yanlış anlamayın, sonuçta ben bir memlekette azınlık olarak kalan biriyim. Ve ben ne güzel ki Makedonya Cumhuriyeti’nde Türkçe yazabilirim, Türkçe konuşabilirim, Türkçe gazetemi okuyabilirim. Ben bu hakların ne kıymetli bir şey olduğunu biliyorum.
Bazen Türkiye’den arayan arkadaşlarıma da “Niye Kütlere de haklar verilmesin?” diyorum. Ama şunu da düşünüyorum; ben bölünmek istemiyorum. Ne Yugoslavya’dayken bölünmek istedim ne de Makedonya’da. Acaba sayıca az olduğumuz için mi bu bizim kafamıza hiç yerleşmedi, diğerleri sayıca çok olduğu için mi onlarda bu hep ön plana geçti, onu da tam düşünemiyorum.
Çoğunluk ya da azınlık; sizce insan haklarının geliştirilmesi bir ülkeyi böler mi?
Bence bölmez ama milliyetçilik böler. Hangi milliyetçilik böler? Benimki gibi olanı değil. Ben “Türkler ikinci sınıf olmasın” diyorum. “Bir işe başvurduğumda ben daha değerliysem beni alsınlar, sırf Türküm diye beni dışarıda tutmasınlar” diyorum. Mesela Arnavutlara göre “Makedonya’da Türk yoktur, hepimiz Arnavutuz, sizler Arnavutlardan Türk olmuşsunuz” diye bir düşünce vardır. İşte bu beni burada milliyetçi yapar. Asimilasyon korkusu başladığı anda milliyetçilik de başlıyor.
Arnavutlar niçin bu kadar milliyetçi?
Bence altta kalan kişi hep daha büyük bir yerde olmayı ister. Arnavutlar da hiçbir zaman büyük Arnavutluk’u kurmamışlar, içlerinde hep o duygu var. Biz Türkler büyük Osmanlıymışız, dolayısıyla o kompleks yok artık bizde. Ama mesela Kürtler hiçbir zaman Kürdistan olamamış ve işte bu hayal bile bazılarını milliyetçi yapıyor.

Milliyetçilikler birbirini besler
Sizce Türkiye’deki bütün Kürtlerin böyle bir hayali var mıdır?
Yüzde 90’ının yoktur, bence sadece yüzde 10’unun hayalidir bu. Tıpkı Sırplar gibi. Sırpların da yüzde 90’ı biz bölünelim diye hayal kurmuyordu. Ama ortalık öyle bir kızıştırıldı ki o oranlar bir anda ters çevrildi. Yüzde 90’ı milliyetçi oldu, yüzde 10’u aklı selim kaldı. İşte o ters çevirmede de Batı’nın parmakları çok işe yarıyor.
Aynı anda diğer uçtaki milliyetçilik de çıkışa geçiyor olabilir mi?
Tabii, mesela görüyoruz biz buradan, Türkiye’de Türkçülük de çok gelişti. Zaten milliyetçilikler hep birbirini besler. Bir milliyetçiliği geliştireyim dersen, bil ki aynı anda öbürünü de geliştiriyorsun. Şimdi bu Kürt açılımı tartışılıyor. Oysa bu açılım daha öncelerden açılsaydı belki PKK da olmayacaktı, belki kimse de bu dereceye kadar gelmeyecekti.
Gerçekten iyi takip ediyorsunuz siz Türkiye’yi...
Ediyoruz tabii. Ben Ahmet Kaya’nın şarkılarını çok severdim mesela, şimdi açık konuşalım. Ne zaman Kürtçe şarkı söyledi, adamı apar topar ettiler. Bugün divamız Sezen Aksu Kürtçe şarkı söylüyor. Şimdi adeta Türkiye’de kim daha Kürtçe şarkı söyleyecek furyası başladı. Oysa adamın kendisi Kürt. Asıl ona helaldi Kürtçe söylemek ama söyletmediler. 10 yıl var mıdır, yoktur herhalde ama her şey birden ne kadar değişti.

Kaynaşmanın sihri eşitlik
Bu size sağlıklı gelmiyor mu?
Gelmiyor, bu da yarın yine tersine dönebilir. Oysa bu açılıma yıllar önceden yavaş yavaş başlansaydı daha sağlıklı olacaktı. Nasıl Makedonlar bizleri, biz Makedonları kabullenmişiz, öyle olabilecekti.
Sizce Türkiye “iş işten geçti” noktasında mı?
Yok, yanlış anlaşılmasın, benim Türkiye’de yaşayan Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun Türkiye için “Vatan sağ olsun” dediklerinden hiç kuşkum yok. Nasıl Makedonya’ya bir şey olsa ilk biz çıkarız, Kürtler de hemen Türkiye’yi savunur, eminim. Ama keşke önceden vaktiyle bu haklar verilseydi, o zaman bu kadar milliyetçilik olmazdı.
Hakların arasındaki en sihirli değnek ne sizce?
Eşit ekmek. Eşit yol. Eşit su. Eşit eğitim. Eşit sağlık. Eski Yugoslavya’nın sihirli formülü buydu. Hepimizi sosyalist şemsiyenin altına toplamıştı. Çünkü öyle olunca haklar üstte, milliyetler altta kalıyordu.


[attachment=4]

Aysel Behlül, Sırp milliyetçiliğini
Miloseviç’in azdırdığını söyledi.



YARIN: MANASTIR (BİTOLA)

fft17_mf381566.jpg


fft16_mf381563.jpg


fft16_mf381564.jpg


fft16_mf381565.jpg
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,937
Mesajlar
1,526,031
Kayıtlı Üye Sayımız
166,708
Kaydolan Son Üyemiz
Serseri Bey

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst