Ynt: 736. Mevlana Şeb-i Arus Törenleri
Sevgili Hüseyin Abi,
Celaleddin Rumi, ulema sınıfından, döneminin en önemli islam vaizlerinden biridir. Tebrizli Şems ile karşılaşmasının ardından hayatı tümden değişmiştir.
Sizlere, ilk karşılaşmalarında aralarında geçen diyalogu hatırlatmak isterim. (Kitap sayfalarını karıştırarak kelimesi kelimesine bilgi aktarmayı sevmem. Aklımda kaldığı kadarıyla kendi cümlelerimi kullanacağım. Eksik ya da yanlış bilgi varsa düzeltilebilir.)
Rumi, müridleri ve etrafını saran muhteşem kalabalık eşliğinde, atının üzerinde, cuma hutbesinden evine dönmektedir. Yolunu kesen, sıradan bir gezgin abdal görünümündeki Tebriz'li Şems tarafından durdurulur. Şems, kendisine soracağı bir soru olduğunu, ancak bunun için atından inerek kendisiyle aynı seviyeye gelmesi gerektiğini söyler. Rumi gibi saygın bir kişilik karşısında oldukça cüretkar bir davranıştır bu. Rumi, Şems'in bu isteğine uyar ve atından iner. Şems, o kilit soruyu sorar: ''Söyle bakalım çok bilgili alim...'' '' Sufi Şeyh Bistami mi daha büyüktür, yoksa Hazreti Muhammed mi?'' Çevredekiler şaşırır... ''Bu gezgin abdal ne cüretle koskoca bir peygamber ile sıradan bir sufi şeyhini kıyaslayabilir?'' Şems şaşkınlıktan faydalanarak devam eder: ''Hz. Muhammed yaşamının son anlarında dahi Allah'ım seni ne kadar da az kavrayabildim demiştir. Sufi Bistami ise, Allah yolunda tüm mertebelerden geçtim, Allah aşkıyla doldum, piştim ve Allah'ı kavradım. Ben Allahım (En-el Hakk) demiştir.'' ''Söyle bakalım şimdi hangisi büyüktür?'' Çevredekilerin şaşkınlığı biraz daha artar... Rumi ise biraz düşünür ve ''Hazreti Muhammed daha büyüktür.'' der. ''Hz. Muhammed ilahi bilgiye vakıf oldukça, ancak peygamberlere mahsus bir kudretle kalbi daha da genişlemiştir. Bunu bir su kabına benzetirsek, Sufi Bistami'nin kabı Hz. Muhammed'inki kadar geniş değildir. Kabın dolduğu noktada ötesini aramaz. Hz. Muhammed'in kabı ise doldukça daha da genişlemiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed daha büyüktür.'' der. Bunun üzerine Şems, Rumi'ye dönerek ''Ya senin kabın ne kadar geniş yüce alim?'' der ve aralarında o derin gönül birlikteliği ve bilgi alışverişi başlar...
Dönemin sofuları tarafından anlaşılmaktan çok uzak olan bu derin muhabbet, Mevlana'nın Mevlana olmasını sağlayan en önemli unsurdur. Rumi, Şems ile tanışmasının ardından islam şeriatının çok ötesine geçer. En basit anlatımıyla Kur'an'ın zahiri anlamının da ötesinde, batıni ve hatta (kendi deyimleriyle) (kelimelerle anlatılması imkansız olan) batıninin batınisi derin bilgilere vakıf olurlar. Mesnevi'den de çok iyi anlaşılacağı üzere, varlık, yokluk, iyilik, kötülük, yaşam, ölüm, gül ve diken bir potada erimiştir artık.
Mevleviliğin günümüze yansımalarının bu ''birlik'' ya da ''hiçlik'' felsefesini ne kadar yansıtabildiği ya da Mevlana'nın takipçilerinin bu olgunluk seviyesinin ne kadarına ulaşabildiği elbette tartışmalıdır.
Mevlana'nın ''Hamdım, piştim, yandım.'' deyişi, doğumdan ölüme kişisel gelişimin olması gereken tüm aşamalarını betimlediği gibi, aynı zamanda genel olarak tüm insanlığın mükemmele ulaşma, tanrısal ve sonsuz olana erişme çabalarını, tüm ilahi dinlerin, uzakdoğu ve antik çağ felsefelerinin ve hatta dialektik materyalizmin akışkanlık, değişim ve gelişim özünü de kapsar.
Mevlana, insanlık tarihi boyunca, bahsi geçen ''Bir'lik'' ya da ''hiçlik'' olgunluk seviyesine (kavrayabildiğimiz kadarıyla) ulaştığını düşündüğümüz çok ender şahsiyetlerden biridir. Dolayısıyla eserinde işlenen ''ölüm'' temasının aslında ''yaşam'', ve aslında yaşamın da ''ölüm'', gülün diken, dikeninin de gül, sonuçta hepsinin de ''bir'' olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yüzeysel olarak okunduğunda ya da araştırıldığında sürekli ''ölüm'' temasının işleniyor olduğunu söylemenin, Mevlana'nın manevi şahsiyetine haksızlık olacağı düşüncesindeyim. Görmesini bilen gözler, onda yalnızca ''Aşk''ı görür.
Saygılarımla...