Anadolu Efsaneleri

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan VitaEsMorte Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 26
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 28,239

VitaEsMorte

Zirve
Mesajlar
2,896
Tepkime Puanı
39
Bu bölümde Anadolu'da yüzyıllardır anlatılıp dinlenen efsaneleri paylaşacağım. Güneşin İzinde adlı belgesel yapımla Anadolu'yu karış karış gezerek efsanelerle ilgili çalışmalar yapan Sayın Ahmet Güneştekin'in çalışmaları ve fotoğrafları da ayrıca yazılara hayat katacak.

www.ahmetgunestekin.com
 

Etiketler
Şahmeran Efsanesi - Mardin

Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis'te ve Mardin'de.

Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde.

Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp da onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;

-Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz.

Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.

Ertesi sabah uyandığında Şahmeran'ı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp'ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini Şahmeran'dan alamıyormuş. Şahmeran da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.

Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış.

Gel zaman git zaman Şahmeran'ın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp da anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran'a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp'ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:

-Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.

Tahmasp sevinçle Şahmeran'a sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş.

Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeran'ı ziyaret ediyormuş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş.

Tahmasp'ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeran'da olduğunu söylüyormuş.

Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeran'ın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeran'ın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp'ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmeran'a verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp'ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeran'ı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp'a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeran'ın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp'ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeran'ı oradan çıkarıp saraya getirmişler.

Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp'a dönmüş:

-Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!

Tahmasp Şahmeran'ın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş.

-Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.

Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp da duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeran'ın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp'a ise hiçbir şey olmamış. Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonra da Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş...
 


Ynt: Anadolu Efsaneleri

Sabırsızlıkla diğer hikayeleri bekliyoruz, Murat can..Çok teşekkürler özellikle ilgimi çeken bir konudur..
 

Ynt: Anadolu Efsaneleri

Anadolu nun dört bir yanı efsane dolu ve hepsi birbirinden etkileyici.Ekleyeçeğin efsaneleri sapırsızlıkla beklıyorum
 



Lokman Hekim Efsanesi - Mardin, Adana

Şahmaran'ın ölümünün ardından Tahmasp, yüreği acılar içinde, günlerce dağ bayır dolanıp, Şahmaran'ın yasını tutuyormuş. Tüm bu yaşadıklarının ve Şahmaran'ı kaybetmesinin bir rüya olmasını dileyen Tahmasp, bu gerçekten kaçamamış ve sonunda bu olan bitenlerden dolayı kendini suçlu görmeye başlamış. Bu suçluluk duygusunun verdiği acıya daha fazla dayanamayan Tahmasp, Şahmaran'la karşılaştığı mağaraya gitmeye ve işlediğini düşündüğü bu ağır suçun cezasını da Şahmaran'ın halkının, yani yılanların vermesi gerektiğine karar vermiş.

caduceus.jpg


Tahmasp, Şahmaran'la karşılaştığı mağaranın girişine vardığında Bilge yılanın onu beklediğini görmüş. Utançtan ve acıdan morarmış yüzünü eğerek kendisini mağaranın hemen girişinde bekleyen Bilge yılana bütün olan biteni ayrıntılarıyla anlatmış. Bilge yılan duyduklarını büyük bir üzüntü ile dinlemiş ve bir süre düşündükten sonra konuşmaya başlamış;

-Bak Tahmasp, sakın Şahmeran'ın öldüğünü yılanlara söyleme, bu sırrı seninle birlikte saklayalım. Eğer yılanlar Şahmaran'ın öldüğünü anlarlarsa bu insanlığın da sonu olur. Yılanları ne ben ne de sen durdurabiliriz. Mağaralarından çıkıp dünyanın sonuna kadar insanlarla savaşıp dururlar.

Bilge yılan konuşmasını bitirdikten sonra yerinden ağır ağır doğrularak Tahmasp'ı mağaranın içine çekmiş.
-Şimdi sen gel de diğer yılanlarla vedalaş. Sonrasını düşünürüz demiş.

Tahmasp mağaranın girişini dolduran her renkten ve türden binlerce çeşit yılanın karşısına geçip gözyaşları içinde onlarla vedalaşmış.

Vedalaşmanın ardından bilge yılan Tahmasp'la birlikte mağaranın ağzına yakın bir yere kadar ilerlemiş ve orada diğer yılanların duymayacağı bir şekilde sesini alçaltarak konuşmaya başlamış:

-Şahmaran senin ölmemen için kendini feda etti. O'nun bütün bilgeliği ve ruhu senin bedeninde. Sen artık bu dünyanın en bilgili adamısın. Senin de bildiğin gibi Şahmaran ölümsüzdür. Şimdi ben sana bir hediye vereceğim.

Böyle konuştuktan sonra bilge yılan mağaranın içinden daha önce Şahmaran'a muhafızlık eden iki yılanı yanına çağırmış. Çağrılan muhafız yılanlar mağaranın alanını dolduran diğer yılanların arasından süzülerek bilge yılanın yanına kadar gelmişler. Bilge yılan bu sefer de iki yılana dönerek konuşmaya başlamış:

-Ey yılan kardeşlerim, sizler bundan sonra , Tahmasp'ın, yani bilgeliği ile insanlığa şifa dağıtacak olan Lokman Hekim'in muhafızlığını yapacaksınız.

İki yılan bilge yılan böyle der demez bir burgu gibi dönmeye başlayıp uzun, görkemli bir asaya dönüşmüşler. Bilge yılan asayı Lokman Hekim'e vermiş ve onunla vedalaşmış:

-Şimdi git artık. Ama sakın emin oluncaya kadar da bir yerde durma. Gezdikçe bütün canlılar senle konuşacak ve sana kendi sırlarını verecek. Sen de bu bilgileri insanlara ver. Hadi yolun açık olsun.

Böyle dedikten sonra bilge yılan mağaranın karanlık ağzına dönüp içeriye süzülmüş ve gözden kaybolmuş.

Bir süre bilge yılanın ardından bakan Lokman Hekim gözlerinden akan yaşları silerek kendini yollara vurmuş.

Geçtiği yerlerde bitkiler, çiçekler, ağaçlar ona sesleniyormuş. Hepsi sanki kendi sırrını vermek için birbirleriyle yarışıyormuş. Lokman Hekim bu durum karşısında şaşkına dönmüş önceleri ama sonra yavaş yavaş alışmış ve tek tek not almaya başlamış bitkilerin sırlarını.

Zamanla bütün otların ve çiçeklerin dillerini öğrenmeye başlamış Lokman Hekim. Çiçekler ve otlar hangi hastalığa iyi geleceklerini söylemişler ona, o da bilgilerini bütün insanlığa aktarmak için gezgin olup tüm dünyayı dolaşmaya başlamış. Geçtiği yerlerde adı dilden dile dolaşmaya başlamış. Lokman Hekim yıllarca hiç durmadan gezmiş, öğrenmiş, öğrendiklerini de insanlara sunmuş ve sonunda tekrar kutsal Mezopotamya'ya dönmüş.

Lokman Hekim, bir gün geçtiği köylerden birinde büyük bir kalabalıkla karşılaşmış. Kızgınlıkla bağırıp çağıran kalabalığın hamile genç bir kızı taşladıklarını görmüş. Gördüklerinden dehşete kapılan Lokman Hekim hemen kendini kalabalığın önüne atıp kızın başucuna dikilmiş ve siper etmiş kendini atılan taşlara. Kalabalık aniden önlerine çıkıp attıkları taşlara engel olmaya çalışan yabancının bu hareketi karşısında bir an duraksamış. Lokman Hekim fırsattan istifade ederek hışımla çıkışmış kalabalığa:

-Bu ne vahşettir! İnsan, hele ki iki can taşıyan hamile bir kadın taşlanır mı hiç. Siz de hiç mi vicdan ve insanlık kalmadı?

Kalabalığın arasından elinde tuttuğu taşı sinirle sıkan yaşlıca bir adam öne doğru çıkmış ve Lokman Hekim'e cevap vermiş:

-Ben kızın babasıyım. Sen kimsin yabancı? Neden bizim işimize karışırsın?

Lokman Hekim cevap vermeden önce kalabalığı gözleriyle şöyle bir süzmüş. Sesini herkese gidebilecek kadar yükselterek:

-Ben Lokman Hekim'im demiş.

Köylüler şimdiye kadar adını duydukları ama kendisini hiç görmedikleri bu ünlü hekimi karşılarında görünce şaşkınlıkları daha bir artmış. Lokman Hekim, kızın babasına dönerek, kızgın bir şekilde sormuş:

-Söyle bana ey zalim, ölümü hakkedecek ne yaptı bu biçare kadın?

Kızın babası şaşkın ve korkmuş bir şekilde cevap vermiş:

- Gördüğün gibi kızım hamile. Ama evli değil, bu çocuğu kimden ve nasıl yaptığını bilmiyoruz. Yaptığı bu kötü iş yüzünden benim ve ailemin namusunu kirletti ve boynumuzu büktü. Biz de onu böyle cezalandırmaya karar verdik.

Lokman Hekim yerde kanlar içinde yatan kızcağıza bakmış. İçi acımış. Sonra da kalabalığa dönüp hiddetle bağırmış.

-Bana biraz zaman verin size bu kadının suçsuz olduğunu kanıtlayayım.

Böyle dedikten sonra Lokman Hekim kızın yanına gidip onu yerden kaldırmış. Sırtında taşıdığı bohçasından cam bir şişe çıkarıp içindeki şuruptan kızın dudaklarının arasından birkaç damla yuvarlayıvermiş. Kızcağızın damlaları yutmasıyla ağzından kocaman bir yılanın süzülüp dışarı çıkması bir olmuş. İnsanlar bütün bu olanlar karşısında korkudan ve şaşkınlıktan dillerini yutmuşlar, tek kelime edememişler. Hepsi de utançlarından başlarını öne eğmiş. Lokman Hekim kızgınlıkla devam etmiş konuşmasına.

-Büyük bir ihtimalle bu kızcağız, bir dere kenarından su içerken yavru bir yılan kaçmış ağzına. Midesinde büyümüş ve siz de bu durumu böyle yanlış anlamışsınız. Kim bilir kaç günahsızın daha böyle suçsuz yere günahına girdiniz?

Lokman Hekim konuştukça öfkesi artıyormuş, öfkesi arttıkça da gözleri kan çanağına dönüyormuş. Konuşmasını bitirdikten sonra kızcağızı bırakıp hışımla köylülerin arasından uzaklaşıp gitmiş. Tekrar yollara düşmüş Lokman Hekim. Az gitmiş, uz gitmiş Çukurova'nın bereketli topraklarına varmış. Bereketli topraklardan fışkıran doğanın binbir yeşilini görünce buraya yerleşip yaşamaya karar vermiş Lokman Hekim. Seyhan ile Ceyhan Nehri arasındaki Misis'e yerleşmiş ve burada şifa dağıtmaya devam etmiş. Lokman Hekim'in dağıttığı şifalar sayesinde, sağlıklı, mutlu, hastalıktan uzak bir şekilde yaşayan Misis halkı, gel zaman git zaman sonra bu sefer de ölümden korkmaya başlamış. Hep birlikte Lokman Hekim'e gidip ölüme de çare bulması için yalvarıp yakarmışlar. Lokman hekim her ne kadar "Benden çok zor bir şey istiyorsunuz. Dünya kurulduğundan beri ölüme kim çare bulabilmiş ki ben bulayım?" dese de insanlara dinletememiş. İnsanların ısrarlarına, ağlayıp sızlamalarına dayanamayıp bu iş için çalışacağına söz vermiş ve bereketli Çukurova dağlarında ve ovalarında dolaşmaya başlamış. Günler, haftalar, aylarca dolaşmış ölümsüzlük ilacını bulabilmek için. Sonunda yorgun düşüp bir ağacın altına oturup uyuyuvermiş. Uykusunun en tatlı yerinde bir ses uyandırmış Lokman Hekim'i. Gözlerini kırpmış, etrafını dinlemeye başlamış. Duyduğu sesin hayal mi gerçek mi olduğunu anlamaya çalışırken yeniden duymuş o sesi. Ses uyuya kaldığı ağacın arkasından geliyormuş. Kulağını vermiş sese, anlamaya çalışmış ne söylediğini.

Şöyle diyormuş rüzgarın getirdiği ses:

-Bunca zamandır arayıp bulamadığın ilaç benim. Ben ölümün sırrını çözenim. Bendedir o büyük sırrın çözümü. Benle birlikte yeryüzünde insana ve hayvana ölüm olmayacak.

Lokman Hekim'in kalbi heyecandan fırlayacak gibi olmuş. Hemen sesin geldiği yere koşmuş ve otu bulmuş. Ot ona ilacı nasıl yapacağını iyice tarif etmiş. Lokman Hekim'de otun anlattıklarını can kulağıyla dinlemiş. Bütün anlatılanları kendi şifa defterine yazmış. Ve otu koparıp yola düşmüş.

Misis'e gelince altında kadim Ceyhan'ın ağır ağır aktığı köprünün üzerinde durmuş bir süre. Bu sırada Tanrı da bütün olan biteni izliyormuş gökyüzündeki eşsiz mekanında. Hemen yardımcısı Cebrail'i çağırmış huzuruna.

-Yetiş Cebrail, Lokman ölümsüzlüğün sırrını insanlara götürüyor. Eğer onu durdurmazsam insanlığın hali hiç de iyi olmaz. Hemen git ve onu durdur diye buyurmuş.

Bunun üzerine Cebrail derhal dünyaya gelmiş ve Pir-i Fanî kılığında köprünün üzerinde duran Lokman Hekim'in karşısına çıkıvermiş. Lokman'a selam verdikten sonra elinde tuttuğu notlara bir bakmak istemiş hemen. Lokman Hekim kitabı vermek istememiş ama Cebrail el çabukluğuyla kitabı ve otu Lokman Hekim'in elinden kaptığı gibi Ceyhan'ın sularına atıvermiş. Lokman Hekim de hemen suya atlayıp defteri kurtarmaya çalışmış ama nafile. Uzun uğraşlar sonucu defterinden sadece bir yaprağı bulabilmiş bir mısır tarlasının kenarında.

Derler ki bugünkü Tıp biliminin temeli işte o tek sayfa ile atılmış da, ta bugüne kadar gelmiş. Lokman'a asa olan iki yılan da tıp biliminin simgesi olmuş.
 

Zümrüd-ü Anka Efsanesi - Ağrı

Binlerce kuş hep birden Mezopotamya ovalarında kızıl kanatlarını çırparak, coşkun bir nehrin akıntısı gibi arkalarında kurşunî bulutlarıyla süzülüp gittiler. Kurşun rengi toz bulutunun binlerce çeşit, binlerce renk, binlerce ötüşlü meltem kanatlı kuşları; nazlı gelinler gibi süzülüp, bin renk çiçeğin, bin renk kokusuyla bezeli ovaların on bin yıllık ağaçlarının yorgun dallarına konarak, dağlarda dolaşan bir ozanın büyülü kavalına kulak kabarttılar. Ozana büyülü sesli bir kuş eşlik ediyordu. Kuşun büyülü ötüşü ozanın kavalını tanrının kutsal ışığına dönüştürdü. Kuşun sesini ancak kalbi temiz olanlar, yüreği iyilikle dolu yanık sesli ozanlar duyabilirdi. O ozanlardan biri ve hiç kuşkusuz en önde geleni de Mezopotamya'nın yakıcı güneşi altında kavruklaşmış teni, sırma bıyıkları, ceren gözleriyle Mir Mehmet'ti.

Mir Mehmet, binlerce kuşun arasında sesi yüreğini paralayan bu büyülü kuşu aramaya başladı. O, sese yaklaştıkça, ses ondan uzaklaştı. Ses ondan uzaklaştıkça Mir Mehmet ona koştu. Ses onu günlerce peşinden sürükledi, durdu. Mir Mehmet günlerce haftalarca aylarca yol alıp, dağlar, tepeler, ovalar göller aştı ancak bir türlü sese ulaşamadı. Büyülü sesin sahibi kuş, ozanı ısrarla çağırıyor, ardı sıra avare aşıklar gibi sürüklüyordu. Mir Mehmet gittiği her yerde sesin sahibi kuşu arıyor, gördüğü herkese onu soruyordu. İnsanlar da ona bu kuşa asla ulaşamayacağını, böyle bir kuşun hiç var olmadığını, onu aramayı bırakması gerektiğini söylüyorlardı. Ama kuşu bulursa da ölümsüzlüğe ulaşacağını ekliyorlardı.

Mir Mehmet kuşu aramayı ısrarla sürdürdü. Önce Amanoslar'a gitti, çıkmadığı tepe, geçmediği dere kalmayana kadar aramaya devam etti.

Oradaki bataklıklarda flamingoları gördü. Önce büyülü kuşa benzetti onları ama çok geçmeden aradığı kuşun bunlar olmadığını anladı ve umutsuzca memleketine dönmeye karar verdi. Aylardır görmediği babasını konaklarının önünde kendisini beklerken buldu. Sıkıca sarıldı babası Mehmet'e.

Babası oğlunun onuruna günlerce süren şölenler yaptırdı. Daha sonra baba oğul dertleşmeye koyuldular. Babası ona aradığı kuşu görüp görmediğini sordu. Mehmet derin bir üzüntüyle görmediğini ancak onu yine arayacağını ve mutlaka bulacağını söyledi. Babası da şöyle dedi oğluna:

-Oğlum, eski ozanların her biri bahsetmiş bu kuştan ancak sesini duyan olmuşsa da şimdiye kadar kimse görememiş. O kuşu aramaktan vazgeç artık.

Mehmet babasının nasihatlarına şöyle karşılık verdi:

-Kuş beni çağrıyor baba, vazgeçmem onu aramaktan.

Mir Mehmet bir müddet sonra tekrar düştü yollara, büyülü sesin sahibi kuşu bulmaya çıktı. Önce Yezidiler'in kutsal topraklarına düşürdü yolunu, Laleş'e vardı. Çok iyi ağırladılar ozanı. Mir Mehmet, Mezopotamya'nın bu kara bahtlı halkını uzaktan duymuş ve haklarında çok şey öğrenmişti. Onların mutlaka kuşun yerini bileceklerini düşünüyordu. Ne de olsa onlar da bir kuşa vermişlerdi gönüllerini, avuçlarını açmış kutsamışlardı Melek-î Tavus'u. Ancak maalesef Mezopotamya'nın bu cefakar insanları da ona yardımcı olamamışlardı. Bu kez yüzünü batıya çevirmişti. Binlerce hurmalığın şıra kokusuna kestiği bir coğrafyayı taramaya başladı. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı.

Artık Mir Mehmet'i bir yorgunluk sardı. Bitkinlikten iki büklüm olup düştü durduğu yerde.

Bir süre sonra üzerinden binlerce rengin bir araya geldiği dev bir gölge belirdi. Gölgeyle birlikte yine o kutsal kuşun sesini duydu ve hızla gölgenin sesinin ardından koşmaya başladı... Gölge hızlandı, ozan da hızlandı. Ses uzaklaştıkça ozan ardından koşmaya başladı. Ancak Mehmet'in yorgun bedeni dayanamadı ve yere yığıldı. Kendinden geçen Mehmet'i saatler sonra bir çoban su vererek uyandırdı. Çoban; "Sen de mi o kuşu arıyorsun?" diye sordu. "Evet" dedi Mehmet ve sordu; "Uçan dev gölgeli kuş o muydu?" Çoban; "Bilmiyorum, emin değilim" diye cevap verdi.

Mir Mehmet tekrar yola koyuldu, ormanlar aştı. Günler sonra Koçerlerin yaşadığı ovalara vardı. Kıl çadırlarda ağırladılar ozanı. Konuksever Koçerler günlerce onu konuk edip güçlendirdiler.

Günler sonra bin renkli, bin kulaç kanatlarından daireler çizerek yeryüzüne inen kuş sürüsünü yine gördü ozan. Kuşlar Mezopotamya ovalarında nazlı nazlı süzülüyorlardı.

Ozan yine o büyülü kuşun ardına düştü. Ve sonunda nihayet arzusuna kavuştu. Heyecanla bağırdı:

-İşte orda, vallahi de, billahi de o kuş işte, bin ötüşlü kuş işte dedi.

Koçerler hep bir ağızdan karşılık verdiler ona:

-Hayır o değil, biz ötüşünü duymuyoruz. Duysaydık cenneti yaşar, ölümsüzlüğü tadardık.

Mehmet ısrarla kuşun ardından gitti, yine dereler tepeler aştı, yollar katetti, ama yine kaybetti kuşun izini.

Mir Mehmet, Torosları, Amanoslar'ı, Çukurova'yı dolaşmış, Dicle ve Fırat'ı aşmış Cudi, Zagros, Sincar, Abdülaziz dağlarında dezmediği yer bırakmamıştı. Bir türlü kararından vazgeçmiyor, yine dağlar tepeler aşıyordu. Gittiği her yerde Mezopotamya'nın kaval sesi kadar yanık sesli ozanları ile karşılaştı. Ozanların yanık ezgileri yüreğine cesaret, bedenine güç verdi ve kararlığını sürdürmesine yardımcı oldu.

Mehmet, günler sonra ulaştığı köyde dinlendikten sonra o kutsal ötüşlü kuş için yaktığı türküleri okumaya başladı. Yanına nur yüzlü yaşlı bir ozan geldi. "Sen Mir Mehmet'sin" dedi ve durdu yanı başında Mehmet'in. Mehmet şaşırmış halde ihtiyara baktı ve cevap verdi; "Evet benim" dedi.

Yaşlı ozan, Mehmet'in yanına oturarak konuşmasına devam etti, "Senin aradığın kuşu biliyorum. O kuş Zümrüd-ü Anka'dır..." Mehmet heyecanla kulağını ve gözünü yaşlı ozana verdi:

-O bütün kuşların hükümdarıdır. O'nun yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindedir. Oraya varmak için yedi dipsiz vadi aşman gerekir. Ona ulaşmak isteyen kuşlar beş vadi aşamadan telef oluyorlar. O, sadece bir insan oğluna bakıp dost olmuş, o da kendi eliyle büyüttüğü Rüstem'in babası Zal'dır.

Mehmet, yaşlı ozanın anlattıklarından çok etkilenmişti. O günden sonra güzel sesli Zümrüd-ü Anka için türküler okudu ve Hz. Süleyman gibi bütün kuş dillerini öğrendi. O, artık kuşların Miri'ydi. Ozan Mir Mehmet'ti...
 

Karagöz ile Hacıvat - Bursa

Orhan Gazi babası Osman Bey'in anısına o dönem ki başkent Bursa'da büyük bir camii yaptırmaya karar vermiş. Emrindeki bütün mimarları çağırmış huzuruna. "Babam Osman Gazi'nin anısına güzel olduğu kadar görkemli bir camii yapılmasını istiyorum. En güzel projelerinizi yapın getirin bana" demiş onlara.

Kısa bir süre sonra bütün mimarlar en güzel projeleriyle Orhan Gazi'nin huzuruna gelirler. Bütün projeleri tek tek inceleyen Orhan Gazi içlerinden en beğendiğinin sahibi mimarı çağırtmış ve ona kusursuz bir işçilik istediğini söylemiş; "Yörenin en iyi ustalarını bulacaksın ve en kaliteli malzemeleri kullanacaksın, hiçbir masraftan da kaçınmayacaksın" diye de belirtmiş. Mimarbaşı birkaç gün içerisinde ülkenin dört bir tarafından en iyi ustaları toplamayı, en kaliteli ve güzel malzemelerin getirtilmesini sağlamış ve sultanın huzuruna çıkmış. Mimarbaşı; "Padişahım" demiş, "Yörenin en iyi duvar, demir, ahşap ustalarıyla en becerikli hat sanatçıları ve nakkaşlarını topladım. İnşatta kullanılacak bütün malzemeler kılı kırk yararak seçildi. Biz hazırız, emir verirsen hemen başlamak isteriz bu kutlu işe". Mimarbaşı'nın anlattıklarından son derece memnun görünen Orhan Gazi, " Mimarbaşı beni çok iyi dinle" demiş. "Söylediklerin güzel, hemen başlayabilirsiniz camiyi inşa etmeye ama aç kulaklarını dinle şimdi. Bil ki bu camii benim için çok önemli. Bu yüzden ,her kim ki inşaatın yavaşlamasına veya işlerin aksamasına sebep olursa o an kellesini vurdururum. Şimdi çıkın gidin başlayın camiyi yapmaya."

İnşaat hemen başlamış tabii ki. Mimarbaşı Kambur Bali Çelebi'yi (Karagöz) demirci ustası, Halil Hacı İvaz'ı da (Hacıvat) duvar ustası olarak görevlendirmiş.

Bu iki ustayı da işlerini her ne pahasına olursa olsun aksatmamaları için de sıkı sıkı tembihlemiş. Karagöz, mektep okumamış ama inşaatlarda ustaların yanında çalışa çalışa iyice ustalaşmış artık işinin en iyisi olarak anılmaya başlamış cevahir birisiymiş. Tez canlılığı ve hazırcevaplığı yüzünden sürekli başını belaya sokan Karagöz, bu belalardan kıvrak zekasının marifetiyle kurtulmaya çalışırmış. Bu belalar artık onun içinden çıkamayacağı bir hal alınca da yardımına en yakın dostu Hacıvat koşarmış. Hacıvat ise bu yakın dostunun aksine, medresede eğitim görmüş, her konuda bilgisi olan görgülü ve bilgili birisiymiş. Karagöz'le hemen her konuda sürtüşse de yine de en iyi dostuymuş Karagöz onun. Sultan'ın babası için yaptırdığı inşaat çalışmaları tüm hızıyla sürüyormuş. İşçiler, ustalar, mimarbaşı camiyi sultanlarının istediği şekilde ve zamanda hazır etmek için var güçleriyle çalışıyorlarmış.

Mimarbaşı ve ustalar, didişmeleri bütün ülke tarafından bilinen Hacıvat ve Karagöz'ü de birbirlerinden ayrı tutmak için de uğraşıyorlarmış bir yandan. Bu duruma en çok kızanların başında da hiç şüphesiz can dostu Hacıvat'la didişemeyen Karagöz geliyormuş. Gözünü kestirdiği Hacıvat'a mimarbaşının yanında sokulamayan Karagöz, mimarbaşı'nın malzeme almak için şehre gitmesini fırsat bilmiş ve yanına sokulmuş Hacıvat'ın. Hacıvat can dostunu yanında görünce sevinmiş ve ona dönmüş demiş ki;

- Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin
- Şule levendim, turp dikenim hoş geldin diye karşılık vermiş Karagöz.

Hacıvat Karagöz'ün huyunu bildiği için kızmamış ve yine güleç yüzüyle konuşmuş;

- Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin
- Kehlelendim, sirkelendim, boş geldim
- Samur kaşlı, ok kirpikli hoş geldin
- Salak kaşlı, bok kirpikli boş geldim
- Yusuf-ı Beytül Hazenim hoş geldin
- Yasef'im, bitli avramım boş geldim
- Ahu gözlüm, inci dişlim hoş geldin
- Ayı gözlüm, kazma dişlim hoş geldin

Hacıvat ile Karagöz böyle birbirleriyle atışırlarken bütün diğer işçiler de başlarında toplanmış onların bu keyifli ve eğlenceli didişmelerini izleyip eğleniyorlarmış. İnşaattaki bütün işçi ve ustaların en büyük eğlencesi haline gelmişler zamanla. Artık ne zaman mimarbaşı inşaattan ayrılsa Hacıvat ve Karagöz birbirleriyle atışmaya başlar hale gelmişler. Diğer bütün çalışanlar da etraflarında toplanıp onları izlermiş. Onlar atıştıkça izleyiciler kendilerinden geçer ve bütün yorgunluklarını unuturlarmış. Günlerden bir gün Padişah babası için yaptırdığı caminin inşaatını kontrole gelmiş.Fakat inşaatın istediği hızda gitmediğini görünce keyfi kaçmış ve hemen mimarbaşını çağırtmış.

012.jpg


Mimarbaşı, padişahın caminin inşaatı konusundaki hassasiyetini bildiği için de korkmuş.

Padişaha demiş ki:

- Sultanım nedendir bilmem ama ben malzeme almak, veya başka bir iş için inşaattan her ayrıldığımda işler yavaşlıyor. Bunun sebebini en yakın zamanda öğrenip gereken tedbirleri alacağım.

Orhan Gazi sinirlenmiş ama yine de sorunun sebebini öğrenip, çözmesi için mimarbaşının istediği süreyi vermiş ona. Mimarbaşı bir gün yine "ben malzeme almaya gidiyorum" deyip inşaattan ayrılmış ama hemen yakında bir tümseğin ardına gizlenip işçileri izlemeye başlamış. Bir de bakmış ki kendisinin ayrılmasını fırsat bilen Hacıvat ve Karagöz atışmaya başlamışlar ve bütün çalışanlar da onların bu atışmalarını izlemek için etraflarında toplanmış. Mimarbaşı hemen soluğu Orhan Gazi'nin sarayında almış ve padişahın huzuruna çıkmış. Padişaha olup bitenleri ve inşaatın yavaşlamasının sebeplerini anlatmış. Bunu duyan Orhan Gazi çok sinirlenmiş ve derhal bu iki işçinin asılmasını emretmiş. "Onlar asılsın ki bu diğer bütün işçilere ders olsun" demiş. Padişahın emri derhal yerine getirilmiş ve Hacıvat ve Karagöz çalıştıkları inşaattan apar topar alınarak asılmışlar hemencecik. Padişahın bu kararı inşaatta olduğu kadar bütün şehirde de büyük bir üzüntüyle karşılanmış. İnsanlar merhametli, şefkatli, halkı ve ulemayı seven padişahlarının böyle bir şey yapmasına çok üzülmüş ve her taraftan bu hoşnutsuzluklarını hissettirmişler padişaha.

Orhan Gazi de kısa bir süre sonra hatasını anlayıp vicdan azabı duymaya ve yaptığı bu yanlışa üzülmeye başlamış.

Padişahın bu üzüntüsünü gören Şeyh Kuşteri adındaki uleması sultanının üzüntüsünü hafifletmek için kendince bir yol bulmuş o anda. Başındaki beyaz sarığını çözen Şeyh Kuşteri sarığını açarak mum ışığının önünde germiş. Ayağından çıkardığı çarıklarını da kukla gibi kullanarak sarığın arkasında Hacıvat ve Karagöz'ün atışmalarını taklit etmeye başlamış:

Hacıvat: Hasretinle beni koyup gidenin, hoş geldin.
Karagöz: Hasta iken turşu suyu içenim, boş geldin
Hacıvat: Gel Kargöz, gidelim Göksu'ya yiyelim dolma.
Karagöz: Sümüklü burnumu ye de, namerde muhtaç olma..
 

Sirenler Efsanesi - İzmir

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, gerçeküstü kahramanların yaşadığı, efsanelerin hükmettiği çağın en güzel canlıları denizkızlarıymış. Denizlerin bu peri kızları o kadar güzel, o kadar alımlılarmış ki kendilerine aşık edemeyecekleri hiçbir canlı yokmuş yeryüzünde. Hele seslerinin büyülü güzelliğinin sürükleyip esir edemeyeceği tek bir insanoğlu bulunmazmış bu güzel canlıların yaşadığı çağda.

Orak adasının batı yönünde kendilerine küçük bir dünya kurmuş bu büyülü güzeller. Denizkızları, günbatımına doğru Siren Kayalarının üzerine çıkar nadide inci taneleri gibi yan yana dizilerek, güneşin adanın göğünün üzerinden çekip gitmesini büyük bir keyifle izlerlermiş. Akşam olunca, ay ışığının altında bronz heykelcikler gibi görünürlermiş. Denizkızlarının bu görüntüsünü kıskanan yıldızlar ve ay, kendilerini zorlar ve daha da parlayarak onların bu güzelliğinin önüne geçmek isterlermiş, kendi ışıklarıyla. Ancak beyhude çabaları sabahın ilk ışıklarıyla yok olurmuş. Denizkızları o kadar güzelmiş ki yedi denizde ve karada diğer bütün canlılar onlardan bir tanesini gördükleri zaman işlerini güçlerin bırakıp, bedenlerinin yarısı balık yarısı da kadın şeklinde olan denizlerin bu muhteşem yaratıklarının büyülü sesleriyle söyledikleri şarkıları dinlerlermiş. Hele bu denizkızlarının arasından bir tanesinin sesi o kadar güzelmiş ki, o bir şarkı söylediği zaman tüm zaman sanki dururmuş.

Orak adasını bilen hiçbir denizci ,bu güzel canlıların büyüleyici sesinden bir şarkı duymadan geçmek istemezmiş buralardan. Ancak adanın etrafındaki keskin kayalıklar denizciler için bir ölüm tuzağıymış adeta. Denizkızlarının büyülü seslerini daha iyi duymak için kendilerinden geçen kimi gemiler bu sesleri daha yakından duymaya çalışıp adaya yaklaştıkları zaman bu keskin kayalıklar onların sonu oluyormuş. Keskin kayalara çarpan dev gemiler, küçük ceviz kabukları gibi kırılıp denizin karanlık sularına gömülüyormuş. Denizciler de o büyülü sesli güzel denizkızlarının söylediği şarkılarla gidiyorlarmış yeraltının dünyasına. Denizlerin bu güzel canlıları ,bu manzara karşısında daha da kederlenip, çok daha içli şarkılar söylerlermiş her giden geminin ve gemicinin ardından. Her zaman denizcileri bu kayalıklar hakkında uyarmalarına rağmen denizciler denizkızlarının büyülü seslerinin etkisinden kurtulamayarak yine de yanaşmaya çalışırlarmış adaya.

Tarihin en büyük ve en destansı savaşlarından birisi olan Truva Savaşı bitmiş, Yunanlı denizciler, artık evlerine dönebilmek heyecanıyla açılmışlar denize. Büyük bir fırtına onların pek çoğunu birbirinden ayırmış ve hemen hepsinin yolunu da Siren Kayalıklarına düşürmüş. Hepsi de Truva'da kurtardıkları tatlı canlarını ,burada bırakmak zorunda kalmışlar. Tanrıların sevdiği kurnaz Odysseus da evine ve güzel karısına bir an önce kavuşabilmek için denizcileriyle çıkmış yola.

Fakat içinde büyük bir korku ve endişe varmış. Siren Kayalıklarında olup biten her şey hakkında bilgisi varmış, güçlü ve akıllı Odysseus'un. Kendisinin ve denizcilerinin de bu büyülü ses karşısında çaresiz kalıp denizin dibini boylamasından korkuyormuş. Denizler Tanrısı Poseidon'un bu kızlarının, kendilerine ölüm getirmesinden ödü patlıyormuş.

Böyle korkular içinde kıvranırken baş danışmanı kahin Kirke'den akıl istemiş kurnaz Odysseus. Büyücü Tanrıça Kirke, uzun uzun düşünmüş ve sonra: "Bak" demiş, " Aklıma bir çare geliyor. Belki böylece kurtulabiliriz" Odysseus, büyücünün söyledikleri karşısında heyecanlanmış:

- Çabuk söyle bana ey her şeyi bilen ulu kahin, nasıl kurtulabiliriz, bu güzel sesli, güzel yüzlü denizkızlarının bize getirecekleri ölümden.

Büyücü Kirke ,kafasını sallamış ve cevap vermiş kurnaz Odysseus'a:

- Askerlerine seni geminin direğine bağlamalarını söyle. Her ne sebeple olursa olsun, bağırmaktan ölsen bile seni çözmemelerini tembihleyeceksin onlara. Denizcilerinin de kulaklarını balmumu ile iyice kapatacaksın, ta ki hiçbir şey duymadıklarından emin oluncaya kadar. Siren kayalıklarına da yakın gitmemeyi emredeceksin onlara. Böyle yaparsan belki kurtuluruz.

Odysseus Büyücü Kirke'nin söylediklerini aynen yapmış. Kendisini geminin en sağlam direğine bağlatmış, denizcilerine de Siren kayalıklarının yakınından geçmemeleri ve asla o yöne bakmamaları için emir verdikten sonra de kulaklarını balmumu ile iyice kapattırmış. Böylece açılmışlar denizlere Odysseus ve arkadaşları. Siren Kayalıklarına yaklaşmalarıyla birlikte denizkızlarının büyülü sesleri Odysseus'un aklını başından almış, bir an önce seslere doğru gitmek için gemicilerine kendilerini çözmeleri için emretmiş. Ancak kulakları balmumu ile kapalı olan denizciler hiçbir şey duymamışlar. Odysseus bağırmış, çırpınmış ama nafile. Denizkızları da ilk defa bu yakınlarından geçen ama seslerine aldırış etmeyen gemiyi görünce sanki seslerini daha da yükseltmişler. Odysseus, bağırmaktan yorgun ve bitkin düştüğü için sonunda dayanamamış ve olduğu yerde bayılmış. Gözünü açtığında tehlikenin geçtiğini, kendisini de çözdüklerin farketmiş sevinçle. Gözlerini ufka dikip güzel karısını ve yıllardır görmediği ülkesini düşünmüş hasretle. Akıllı ve kurnaz Odysseus tehlikeyi atlatmış ama denizkızlarının o büyüleyici sesi ömür boyu kulaklarından gitmemiş.
 

Medusa Efsanesi - Aydın

Kainatın, Tanrılar tarafından bölüşüldüğü çağlarda, Medusa adında güzelliğiyle herkesi kıskandıran, aynı zamanda bütün tanrıları kendisine aşık eden bir kız yaşarmış. Medusa o kadar güzel bir kızmış ki yeryüzünde güzelliğiyle ona rakip olabilecek başka bir kadın bulmak mümkün değilmiş. Bu yüzden derlermiş ki, yeryüzünde bütün kadınlar bu güzelliği yüzünden Medusa'yı kıskanırmış. İşte bu güzel Medusa kendisine Tanrılara adamış ve iki kız kardeşi ile birlikte baş Tanrı Zeus'un en sevdiği kızı zeka Tanrıçası Athena'ya ait bir tapınakta yaşarmış. Phorkus ve Keto'nun kızları olan bu üç kız kardeşten Medusa'nın haricinde diğer ikisi ölümsüzmüş. Kendi tapınağında yaşayan bu güzel kızı gören Athena da kızın güzelliğinden etkilenmiş ama kendisini daha güzel ve çok daha zeki bulduğu için de pek fazla önemsememiş. Athena, Baştanrı Zeus'un kardeşi olan denizlerin efendisi büyük Poseidon ile birlikteymiş. Güçlü ve ölümsüz, büyük Tanrı Poseidon da karısı Athena'nın tapınağında yaşayan bu güzeller güzeli kızın farkındaymış ama Tanrılar katında bir ölümlüye aşık olduğu için küçümsenmekten korktuğu için de gizliyormuş ona olan ilgisini. Bir gün Athena her şeyi bilen baş Tanrı Zeus'un izniyle öğrenmiş Poseidon'un,Medusa'ya karşı ilgisini. Poseidon bunu şiddetle reddetmiş ve Tanrıça Athena'ya da yeryüzü ve gökyüzünde ondan daha güzel ve alımlı hiçbir canlının olmadığı üzerine yeminler etmiş. Athena da Poseidon'un bu söylediklerine inanarak olayı çok fazla büyütmemiş. Poseidon Athena'ya öyle demiş demesine ancak yine de bir türlü çıkaramıyormuş aklından dünyalar güzeli Medusa'yı.

Medusa tutkusu yüzünden Poseidon aklını kaçıracak gibi oluyormuş. Sonunda denizlerin büyük tanrısı bu tutkusuna yenik düşmüş ve bir gün gizlice girdiği sevgilisi Athena'nın tapınağında, güzeller güzeli Medusa'ya zorla sahip olmuş. Dünyalar güzeli Medusa harap bir halde tapınakta kalmaya devam ediyormuş ama bu olayı Athena'nın duyması da fazla zaman almamış. Athena, güçlü Poseidon'un bu yaptığı karşısında kendisini aşağılanmış hissetmiş. Bu hissi önce derin bir kıskançlığa, sonra da büyük bir sinire dönüşmüş. Öyle hiddetlenmiş,öyle hiddetlenmiş ki Medusa'yı çok acı bir şekilde cezalandırmaya karar vermiş ve kendi kendine demiş ki "Öyle birden öldürmeyeceğim onu ve kardeşlerini, onlara da önce büyük acılar çektirmeliyim.Tıpkı benim çektiğim gibi."Ve bu sinirle Medusa ve kız kardeşlerini birer ifrite çevirivermiş. Dünyalar güzeli Medusa ve kız kardeşlerinin artık yüzleri o kadar çirkinmiş ki kimse bakmaya tahammül bile edemiyormuş. Medusa'nın gören herkesi bir mecnuna çeviren, en ufak bir yelde bile bütün telleri havalanan o güzelim saçlarının her bir teli bir yılana dönüşmüş. Bununla da yatışmayan Athena'nın siniri Medusa'ya yine de bakmaya çalışan herkesi o bakışların taşa çevirmesini sağlamış. Gel zaman git zaman Athena bu cezayla da yetinmemiş ve Medusa'yı öldürmek için Argos Kralı Akrisios'un kızı Danae'nin, Zeus'tan olma oğlu Perseus'la yani üvey kardeşiyle işbirliği yaparak Medusa'nın kafasını kesmeye karar vermiş.Perseus üvey kız kardeşinin bu isteğini hemen yerine getirerek ışıltılar saçıp insanların gözlerini kamaştıran keskin kılıcını savurduğu gibi zavallı Medusa'nın yılan saçlı kafasını bedeninden ayırıvermiş.

Ancak Athena'nın bilmediği bir şey varmış. Güzel Medusa, Poseidon'un kendisine zorla sahip olduğu gece denizlerin kudretli Tanrısından hamile kalmış. Perseus'un gözleri kamaştıran kılıcı Medusa'nın kafasını bedeninden ayırdığı anda Poseidon'un Medusa'nın rahmine bıraktığı çocukları Pegasus ve Chrsyar, Medusa'nın cansız bedeninden dışarı çıkıvermişler.Athena, denizler tanrısı Poseidon'dan olma bu iki kardeşi kendisine köle yapmaya karar vermiş. Kardeşlerden Chrsyar'ın iyi bir savaşçı olacağını düşünen Athena onu kendisine, kanatlı beyaz bir at olarak doğan Pegasus'u da Korinthos şehrinin kralı Glaukos'un oğlu Bellerophone'e vermiş. Pegasus'u ona vermesinin nedeni de Bellerophone'nin ağzından ateşler saçan, aslan başlı, keçi gövdeli ve yılan kuyruklu Khmimaira adında bir canavarla savaşmaya gidecek olmasıymış. Athena, uzun zamandır bu canavarla savaşmak için yardım isteyen Bellerophone'a Pegasus'u vererek yardım çağrılarına da kayıtsız kalmadığını göstermiş böylece. Athena "Pegasus, Bellerophone için bu savaşta oldukça işe yarar, ne de olsa denizler Tanrısı güçlü Poseidon'un oğlu" diye düşünmüş. Bellerophone, Pegasus'u iyi bir savaşçı olarak eğitmiş ve çok güzel bir dostluk kurulmuş aralarında. Zamanı gelince de Bellerophone kanatlı atı Pegasus'a binerek Khimaira ile savaşmaya gitmiş. Pegasus canavarın ağzından fışkırttığı alevlerin kendilerine ulaşamayacağı bir yüksekliğe çıkmış. Bellerophone da canavara havadan oklarıyla saldırmış. Kurşun ve demir karışımı oklarının birbiri ardına fırlatmış korkunç canavara.

Canavar yaralanıyormuş ama bu yaraları hiç de ölümcül değilmiş. En sonunda elinde tuttuğu,Tanrıların onu kutsadığı mızrağını kaldırmış ve canavar Khimaira'nın en zayıf yerine, yani tam çenesine saplamış.Canavar Khimaira'nın ağzından fışkırttığı alevler mızrağın kurşun ucunu hemen eritmiş.Eritince de kurşun canavarın boğazından içine doğru akmış.Ve canavar oracıkta ölüvermiş. Bellerophone canavarın cansız bedenine gururla bakmış.Yakın dostu büyük ve güçlü Tanrı Poseidon'un oğlu Pegasus'la birlikteyken yenemeyeceği hiçbir düşman olamayacağını düşünmüş. Bellerophone bu büyük zaferinin sarhoşluğu içinde kendinden geçmiş ve artık kendisini de bir Tanrı olarak görmeye başlamış.Yerinin de Tanrıların yaşadığı Olympos Dağı'nın zirvesi olduğunu düşünerek oraya doğru yola çıkmış.O sırada Olympos'taki tahtında olup biteni izleyen Tanrıların Tanrısı Zeus,Olympos'a doğru kanatlı atıyla gelen Bellerophone'u görünce çok sinirlenmiş. Hemen bir atsineğini göndererek Pegasus'u ısırmasını emretmiş.At sineği Baştanrıdan aldığı emirle birlikte hızla Bellerophone ve Pegasus'un yanına gitmiş ve Pegasus'u ısırmış.At sineğinin ısırmasıyla canı çok yanan Pegasus gökyüzünün engin mavilerinin ortasında çırpınınca sırtındaki Bellerophone'u da atıvermiş. Böylece Bellerophone tanrılara karşı işlediği bu büyük günahının cezasını ölene kadar insanların ondan iğreneceği bir şekilde çirkin,kör, sakat olarak geçirmeye mahkum olmuş.Pegasus ise yükselmeye devam etmiş. Sonunda Olympos'un tepesine varmış.Zeus buraya kadar gelebilen bu kanatlı beyaz atı çok sevmiş ve kendisinin silahlarını taşıyan bir hizmetkar olarak yanında görevlenmiş...
 



Balıklıgöl Efsanesi - Şanlıurfa

Bir zamanlar bu şehirde zalim bir hükümdar yaşarmış. Yaptığı bu zalimliklerle kendinden geçen Nemrut gün gelmiş kendisini Tanrı zannetmeye başlamış ve büyük tapınaklar yaptırıp içine de kendi heykellerini koydurmuş. Halkına da baskı yaparak kendisine Tanrı diye tapmalarını istemiş.

Bir gece zalim Nemrut uykusunda korkunç bir kabus görmüş. Kan ter içinde fırlamış yatağından. Hemen sarayın bütün kahinlerini ve büyücülerini çağırtmış ve rüyasını anlatmış onlara. Nemrut'un rüyasını dinleyen kahinlerin ileri gelenleri şöyle yorumlamış Nemrut'un rüyasını:

- Efendim, krallığınızda dünyaya gelecek bir çocuk sizin tahtınızı ve saltanatınızı yıkacak, ülkeniz üzerindeki hakimiyetinize son verecek.

Sarayındaki danışmanlarına çok güvenen Nemrut korku içinde kaskatı kesilmiş. Panik halinde nasıl önlemler alabileceklerini sormuş onlara. Sarayın baş kahini atılmış öne hemen;

- Değerli efendim, eğer bu sene krallığınızda doğacak bütün erkek çocuklarını öldürtürseniz , erkekler ve kadınların da bu yıl boyunca birbirlerine yakınlaşmalarını yasaklarsanız ve aksine yapan herkesi asarsanız bu sorunu da çözersiniz.

Nemrut kahinlerin önerisiyle doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesi emrini vermiş. Ülkesinde yaşayan her on aileye bir gözlemci düşecek şekilde kuralların uygulanıp uygulanmadığını izlemeye başlamış. Sadece başdanışmanı Azer'e çok güvendiği için onun ve ailesinin başına gözlemci koymaya gerek duymamış.

Böylece şehirde bir yıl sürecek dehşet ve zulüm dönemi başlamış. Nemrut bu bir yıl süresince on binlerce çocuğu öldürtmüş, aileleri darmadağın etmiş. Bütün ülke Nemrut'un bu büyük zulmü altında inim inim inliyormuş. Bir yılın sonunda Nemrut yine bütün danışmanlarını etrafına toplamış. Müneccimleri ona demişler ki "Hükümdarım maalesef aldığımız tedbirler yeterli olmadı. Sizi ve tahtınızı yok edecek çocuk yarın gece ana rahmine düşecek."

Nemrut kâhinlerinin bu sözleri üzerine daha da büyük bir paniğe kapılmış. Ve hemen şehirdeki bütün erkeklerin toparlanıp şehir dışına çıkarılmasını ve iki gün boyunca da şehre girmelerinin yasaklanmalarını emretmiş. Nemrut şehri dolaşırken aniden krallık mührünü sarayında unuttuğunu farketmiş. Hemen en güvenilir adamı Azer'i göndermiş saraya mührünü alıp kendisine getirmesi için. Azer, saraya gidip mührü almış. Geri dönerken aklına karısı gelmiş. Evine varınca nefsine hakim olamamış ve karısıyla birlikte olmuş. Ve böylece zalim Nemrut'u yok edecek olan Hz.İbrahim ana rahmine düşmüş.

Kahinler sabaha doğru Nemrut'a onu korkudan tir tir titreten haberi vermişler. "Efendimiz maalesef aldığımız tüm önlemlere rağmen o çocuk bu gece ana rahmine düştü". Nemrut sinirden küplere binmiş ve ülkesinde bu yıl doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretmiş. O gece Azer'den hamile kalan karısı bu durumu kocasından saklıyor, kendisini şişmanlamış gösteriyormuş. Doğum vakti yaklaşınca da bugünkü Urfa Kalesinin kuzeyinde bulunan küçük bir mağaraya gitmiş ve tek başına doğurmuş çocuğunu.

Çocuğunun öldürüleceği korkusuyla onu iyice sarıp sarmalayıp mağaranın en dibine gizlemiş. Her gün bir defa onu emzirmeye geliyormuş mağaraya. Gelemediği günlerde açlıktan ve soğuktan oğlunun ölmüş olabileceğini düşünüp ağlıyormuş ama her seferinde telaşla gittiği mağarada küçük çocuğu sağ salim görünce mutluluktan uçuyormuş. Mağarayı kendilerine korunak olarak kullanan ceylanlar bu küçük çocuğu kendi sütleriyle besliyorlarmış.

Aradan 15 ay geçmiş ama Hz.İbrahim 15 yaşında bir delikanlı gibi görünüyormuş Günlerden bir gün kralın askerleri şehrin hemen yamacındaki dağa avlanmaya çıkmışlar. Dağda dolaşırken ceylanların arasındaki İbrahim'i görmüşler. Hemen yakalayıp saraya getirmişler. Nemrut, ceylan sütüyle beslenmiş 15 yaşındaki genç, gürbüz ve güzel bir delikanlı olan İbrahim'i hemen yanına almaya karar vermiş. Böylece genç İbrahim sarayda yaşamaya başlamış ve burada Nemrut'un bir diğer evlatlığı genç Zeliha ile tanışıp dost olmuş. İbrahim sarayda geçirdiği günlerde kendisini evlatlık alan Nemrut'un halka yaptığı zulümlerden ve putlara tapınmasından dolayı kızmaya başlamış. Bir gün bu düşüncelerini arkadaşı Zeliha ile paylaşmış ve ona taştan yapılmış bu putlara tapınmanın anlamsızlığını anlatmış.

İbrahim bir gün tapınağın boş olduğu bir saatte eline bir balta almış ve tapınaktaki bütün putları tek tek kırmaya başlamış. Hepsini kırdıktan sonra elindeki baltayı da tapınağın baş köşesine yerleştirmiş ve Nemrut'a benzeyen en büyük heykelin omzuna asmış. Nemrut olanları duyunca sinirden çılgına dönmüş ve derhal bunu yapanın bulunmasını emretmiş.

Kısa bir araştırmanın ardından İbrahim Nemrut'un huzuruna çıkarılmış.Nemrut "Sen mi yaptın" diye sorunca, son derece sakin bir şekilde cevap vermiş "Hepinizin gördüğü gibi balta en büyük heykelin omzunda duruyor. Yapsa yapsa o yapmıştır." Demiş. Nemrut Hz.İbrahim'in bu cevabı üzerine daha da sinirlenmiş, "Olur mu böyle saçmalık. O cansız bir taş parçası. Nasıl eline bir balta alıp da böyle bir şey yapabilir ki?" Hz. İbrahim de gülümseyerek cevap vermiş Nemrut'a ."İşte benim de anlatmak istediğim buydu. Siz kendi elinizle yaptığınız bu taş parçalarına nasıl olur da taparsınız ve onlardan adalet, huzur, bereket beklersiniz? Bu taşlar gerçekten Tanrı olsalardı kendilerini koruyabilirlerdi"

Bu cevaba çok sinirlenen Nemrut hemen İbrahim'in yakalanıp ateşe atılmasını emretmiş.

Nemrut, kalenin kuzeyinde kalan dağın tepesindeki iki büyük sütunu mancınık olarak kullanıp, Hz.İbrahim'i buradan ateşe atmaya karar vermiş. Tam bu esnada Allah : "Ey ateş, serinlik ve esenlik ol" diye buyurmuş. Hz. İbrahim ateşin üzerine düşer düşmez ateşin yerinde berrak küçük bir göl oluşuvermiş. Allah'ın emri ile hazırlanan o devasa ateş bir göle; ateş için toplanan odunlar da balıklara dönüşmüşler. Odunlar biraz yanmış oldukları için balıkların sırtında kara lekeler oluşmuş. Varlığına inandığı ve sürekli onu aradığı için Allah, Hz.İbrahim'e "Halilim" yani dostum demiş. Bu göle de bu yüzden "Halilurrahman Gölü" denmiş.

Zeliha'nın döktüğü gözyaşlarından oluşan göle ise "Zeliha'nın gözyaşları" anlamına gelen "Ayn-ı Zeliha Gölü" ismi verilmiş.

Nemrut bütün bu olanlar karışsında daha da sinirlenmiş. Ve Allah'ı inkara devam etmiş. Allah da ona bir kanadı sakat sivrisinek göndermiş. Bu sivrisinek bir gece Nemrut yatarken kulağından içeri girmiş ve beynine kadar gitmiş. Günler geçmiş ve Nemrut bu sinekten dolayı kafasında büyük ağrılar hissetmeye başlamış. Ülkesindeki bütün büyücüleri ve hekimleri derdine derman bulsunlar diye çağırtmış. Ancak hiçbiri Nemrut'a yardım edememiş. Nemrut, ağrıları biraz olsun azaltabilmek için kendi hazırlattığı özel tahta bir tokmakla kafasına vuruyormuş her gün. Ağrı arttıkça tokmakla vuruşlarının şiddetini de arttırmış. Sonunda tokmağın acısına dayanamamış ve kafası parçalanarak can vermiş.
 

Apollon ile Daphane Efsanesi - Hatay

Baş Tanrı Zeus'un oğlu olan Apollon güneş tanrısıymış ilk zamanlarında. Her sabah, dört tanrısal atın çektiği altın arabası ile, peşinde güneş, gökyüzünü bir uçtan bir uca dolaşırmış baş tanrı Zeus'un oğlu. Bir gün yine altın arabası ile dolaşırken gökyüzünde korkunç bir piton yılanına rastlamış. Yılanın büyüklüğünden ve görünüşünden korkan Apollon tanrısal kılıcını çektiği gibi öldürmüş dev piton yılanını. Apollon dev piton yılanını öldürmüş ama bu sefer de vicdanı rahat etmemiş. Yılanı öldürerek tanrısallığının kirlendiğine inanan Apollon, kirlenen bu tanrısallığını temizleyebilmek için yeryüzüne inmiş ve 7 yıl boyunca burada bir kralın sürülerine çobanlık yapmış. Çobanlık yaparken tanrıların çalgısı liri çalmayı öğrenmiş. O kadar iyi ve güzel çalıyormuş ki Zeus ona müzik Tanrısı olmayı da sağlamış bu sayede.

Yine birgün gökyüzünü dolaşmaya çıkmış dört tanrısal atın çektiği altın arabasıyla. Bir uçtan bir uca gezerken gökyüzünü, elinde oku ve yayıyla bebek yüzlü aşk tanrısı Eros'a rastlamış. Eros'un bebeksi yüzüne ve elindeki ok ve yaya bakan Apollon kendisini tutamamış ve aşk tanrısına şöyle demiş:

- Ey aşkın tanrısı! Bu savaş araçları senin eline hiç yakışmıyor. Onları bana verirsen, uygun olan yerde, yani savaş meydanlarında kullanırım. Bilirsin benim attığım ok yerini bulur, bu konuda benim üzerime yoktur.

Apollon'un bu sözleri çocuk gözlü, bebek yüzlü aşk tanrısı Eros'u çok kızdırmış. Güzel gözleri sinirden alev alev parlamış. Apollon'a demiş ki;

- Ey güneşin, müziğin, okun tanrısı güçlü ve akıllı Apollon. Söylediklerinde elbette ki doğruluk payı var. Senin okların her şeyi vurabilir mutlaka. Ama unuttuğun bir şey var ki o da benim oklarım seni bile vurabilir. Benim işimi neden böyle küçümsüyorsun?

Eros sözlerini bitirdikten sonra Apollon'un yanından hızla uzaklaşmış. Ama bir yandan da Apollon'a oklarının tadını tattıracağına yemin etmiş. Apollon günlerden birgün yine yeşillikler içindeki ülkesinde oturmuş lirini çalarken, ormanda yalnız başında dolaşmakta olan güzeller güzeli su perisi Daphne'yi görmüş. Onu görür görmez bütün vücudunu bir titreme almış. Kendinden geçmiş bir halde tanrıçaları bile kıskandıran bir güzelliğe sahip olan bu su perisini izlemeye başlamış. Ancak onları izleyen birisi daha varmış. Aşk tanrısı Eros. Eros, Apollon'un kendisini küçümsemesinin intikamını almanın vaktinin geldiğini görünce sevinmiş ve hemen sadağından sadece tanrıların görüp hissedebildikleri oklarından nefret okunu çekip Daphne'nin yüreğine saplayıvermiş. Eros'un tanrısal okları kalbine saplanan Daphne'nin kalbi artık yeryüzünde aşka kapatılmış böylece. Eros sadağından çıkardığı aşk okunu da Apollon'un kalbine saplayıvermiş. Apollon'un kendini beğenmiş sözlerinden böylece intikam almış aşkın tanrısı Eros. Daphne ailesinin ve babasının tüm ısrarına rağmen evlenmeyi kabul etmiyormuş. Bu güzel su perisi her gün ormana çıkıp yeryüzündeki bütün canlıları güzelliğine hayran bırakarak dolaşıyormuş.

Apollon da artık hergün bu güzeller güzeli su perisini görebilmek için gökyüzündeki krallığından inip ormanda dolaşan bu büyüleyici güzeli izliyormuş gizli gizli. Artık ne savaşlardaki başarısı, ne avdaki keskin nişancılığı ne de ustaca çaldığı lirin tanrısal ezgileri tatmin etmiyormuş ışığın ve avcıların tanrısı Apollon'u. Hergün ormana gidip kalbini esir alan Daphne'nin tanrıları kıskandıran güzelliğini izliyormuş. Günler geçtikçe onu uzaktan uzağa izlemek yetmez olmuş güçlü ve yakışıklı Apollon'a. Kendi kendine demiş ki “ben ışığın ve müziğin tanrısı güçlü, yakışıklı, korkusuz Apollo'yum. Niye çekiniyorum ki. Gidip şu ormanın güzel kızıyla konuşayım. Aşkından dalgalanıp, göğsümü delen şu kalbimin acısını bastırayım”. Kendi kendine böyle cesaret verdikten sonra güzeller güzeli Daphne'nin karşısına çıkmış Apollon. Daphne aniden karşısına çıkan Tanrı Apollon'u görünce korkmuş ve ondan kaçmaya başlamış. Apollon da onun peşinden koşuyormuş. Bir yandan da Daphne'ye, O'na olan aşkını haykırıyormuş. “Dur, kaçma benden güzeller güzeli peri kızı. Ben Apollon'um, güneşin, müziğin ve ışığın tanrısı. Senin düşmanın değilim. Bütün bu yeryüzünde bana aşık olmayacak tek bir canlı bile yokken sen niye benden kaçıyorsun.” Daphne'nin durmaya hiç niyeti yokmuş. Tam aksine kalbindeki nefret okunun etkisiyle Apollon'un bu aşk sözlerinden daha da korkmuş ve ciğerlerini yırtarcasına kaçmaya devam etmiş.

Apollon çaresizlik içinde Daphne'yi kovalamaya devam ediyormuş. Bir yandan da şöyle sesleniyormuş ona:

- Kaçma benden ne olursun ey güzeller güzeli. Bak ben ışığın tanrısıyım ama senin aşkından gözlerim kör, okun tanrısıyım ama kalbime saplanan bu aşk okunun dermanı yok bende. Dur ne olur kaçma benden, beni senin peşinden koşturan aşktır, düşmanlık değil!

Bu sırada Olympos'taki tahtında bütün olup biteni gören Tanrıların tanrısı Zeus bütün bu olan biteni izliyormuş. Oğlunun düştüğü bu içler acısı duruma üzülüyormuş ancak olaylara da müdahale etmek istemiyormuş. Daphne kaçmaya Apollon da onu kovalamaya devam etmiş. Bir an gelmiş ki Daphne artık Apollon'un yakıcı tanrısal nefesini hissetmeye başlamış ensesinde. Yorgunluktan iyice titreyen bacakları artık gövdesini taşıyamayacak hale gelmiş. Birden durarak ayağı ile toprağı eşelemiş ve şöyle feryat etmiş; “Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru” Daphne'nin bu içten yalvarışıyla birlikte vücudu birden ağırlaşmaya başlamış. Ayakları toprağın derinliklerine doğru kaymış, yeryüzündeki bütün kadınları kıskandıran bedeni kabuk bağlamış, kokusundan bütün canlıların başını döndüren saçları da yapraklara dönüşmüş. İnce, narin kolları uzamış ve dallara dönüşmüş ve güzel Daphne bir defne ağacına dönüşmüş. Gördükleri karşısında şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış genç ve güçlü Apollon.

Üzüntüden bol bol gözyaşı dökmüş ve defne ağacına sarılmış. Güzelim yapraklarının kokusunu doyasıya içine çekmiş. Apollon Defne ağacına şöyle demiş; “Ey güzeller güzeli, ben seni çok sevdim. Sen beni istemedin ve benden kaçtın. Oysa ki ben sana ne kadar aşıktım ve şu yeryüzünde beni reddedecek başka bir canlı yoktu. Ben seni karım yapacaktım. Madem ki benim karım olamadın o zaman benim onur ağacım olacaksın. Bundan böyle ben ve tüm kahramanlar senin ağacının dallarıyla süsleyecekler kendilerini. Kokulu saçlarından olan bu ağacın yaprakları yaz ve kış yeşil kalacak ve ben onları taç yapacağım başıma.” Bu içten ve tatlı sözler üzerine defne ağacına dönen Daphne saygıyla eğilmiş Apollon'un karşısında. İşte bu tanrısal aşk hikayesinin geçtiği yer bugünkü Antakya'nın Harbiye'sidir. Ve derler ki Harbiye'nin şelaleleri de güzel Daphne'nin döktüğü gözyaşlarıdır...
 

Kırklar Meclisi Efsanesi - Diyarbakır

Bir zamanlar Diyarbakır'ın Fatihpaşa Mahallesinde küçük bir evde yaşlı , dul ve yalnız bir adam yaşarmış. Yaşlı adam yalnızlığını evinde baktığı çiçeklere ve kimi zamanda Diyarbakır surlarına konan güvercinlere, serçelere anlatır ama en çok da surlarla paylaşırmış. Yaşlı adamın bu hali günden güne halkın arasında o kadar yayılmış ki artık ona “sırrını surlara anlatan adam” demeye başlamışlar.

Yine bir gün sabah erkenden cebine kuş yemlerini doldurup bu eski kentin kadim surlarına doğru yola çıkmış yaşlı adam. Kalenin yıkık duvarları arasından yürürken birkaç yaramaz çocuğun sur dibine sıkıştırıp kuyruğuna da teneke bağladığı zayıf, kara bir kedinin acı acı inlemelerini duymuş. Yaşlı adam hemen sesin geldiği yöne gitmiş, çocukları uyarıp kediyi onların elinden kurtarmış. Korkudan tir tir titreyen zavallı kediyi sevgiyle kucaklamış. Tekrar sokaklara bırakmaya gönlü razı olmayınca da evine götürüp kediye bakmaya başlamış. Kısa sürede kedi ile aralarında kimsenin anlayamadığı çok güzel ve ilginç bir bağ oluşmuş. Yaşlı adam artık surlara her çıktığında kedisini de kendisiyle beraber götürüyormuş. Akşama kadar kedisiyle birlikte geziyor sonra da eve dönüyormuş.

Günler böylece geçip gitmiş. Kara kış yüzünü göstermeye başlamış. Evlerde sobalar yanıyor, insanlar da sıcak mekanlardan dışarı çıkmıyormuş. Yaşlı adam da kapı ve pencerelerini sıkı sıkıya kapatıp sobayı da devamlı yanık tutuyormuş ki kedisi üşümesin. Gürül gürül yanan sobasının başına oturup kedisini kucağına alıyormuş ve bir an önce bu soğuk kış günlerinin geçip gitmesini düşlüyormuş.

Böylece yeniden çok sevdiği surlara çıkabilecek, o büyük mavi göğün kanatlı güzelliklerini doyasıya seyredebilecekmiş. Kenti kar altında bırakan soğuk bir kış sabahı uyandığında gözleri uzun zamandır yalnızlığının yoldaşı kedisini aramış. Kedisini her zamanki yerinde görünce yüzüne geniş bir gülümseme yayılmış. Yatağından kalkıp kedisini kucağına almış ve sevgiyle okşamış. Elini kedinin parlak siyah tüyleri üzerinde gezdirirken şaşkınlık içinde küçük kedinin tüylerinin soğuk olduğunu fark etmiş. Merakla evin içine göz gezdirmiş. “Acaba bir yerden soğuk hava mı” giriyor diye düşünmüş ve bütün evi kontrol etmiş. Kapıları, pencere kenarların yoklamış ama soğuk havanın nereden geldiğini bulamamış. Ertesi sabah kedisinin tüylerini okşayınca yine soğuk olduğunu hissetmiş. Bu durum birkaç gün böyle devam edince yaşlı adam iyice meraklanmış. Bir gece sabaha kadar uyumadan bekleyerek neler olduğunu öğrenmek istemiş. Gece evin tüm ışıkları kapattıktan sonra mutfağa gidip parmağının ucunu bıçakla kesmiş. Yarasını üzerine de tuz basmış. Böylece duyduğu acıdan sabaha kadar uyumayacağını düşünmüş. Yatağına uzanmış ve merakla beklemeye başlamış. Yaşlı adamın yatağına uzanmasından epey bir vakit geçtikten sonra kedi usulca oturduğu yerden kalkmış ve yaşlı adamın başucuna gelmiş. Karanlıkta alev topu gibi parlayan gözlerle adamın uyuyup uymadığını kontrol ediyormuş sanki. Sonra yavaşça ağzını açmış ve dilinin altına sakladığı küçük mavi bir boncuğu çıkarıp yaşlı adamın kulağına yerleştirmiş.

Sonrada yine sessizce kapıyı aralayıp dışarı çıkmış. Kedinin dışarı çıkmasıyla yaşlı adam da yatağında fırlayıp karanlıkta kediyi takip etmeye başlamış. Kara kedi Diyarbakır'ın kadim surlarının en büyük kapılarından birisi olan Mardin Kapı'dan çıkarak Hatun Kastal bahçelerine girmiş. Kastal bahçelerinden çıktıktan sonra Kutsal Dicle Nehrini geçip Kırklar Dağı'nın eteğindeki bahçesinde, şadırvanların, envai çeşit çiçeğin bulunduğu muhteşem Kavs Köşkü'nün avlusuna girmiş kara kedi. Tabii ki yaşlı adam da onun ardında girmiş ve kendine iyice gizlenecek bir yer bulduktan sonra kediyi izlemeye devam etmiş. Çok geçmeden kedi hafifçe silkelenmiş ve birden insan şekline girivermiş. Yaşlı adam olduğu yerde heyecandan kaskatı kesilmiş. Derken siyah kedisinin girdiği kapıdan daha başka bir çok kedi girmeye başlamış büyük avluya. Giren her kedi silkelenip insan şekline dönüşüyormuş. Sayıları tam kırkı bulunca konuşmaya başlamışlar. Kendi aralarında bu büyük ve kutsal şehrin ve insanların sorunlarını tartışıyorlarmış. Yoksullarını dertlerine derman arıyorlarmış. Yaşlı adam saklandığı yerde nefesini tutmuş bütün bu olup biteni büyük bir korku ve heyecanla izliyormuş. Toplantıyı uzun süre izledikten sonra yine hiç ses çıkarmadan olduğu yerden çıkmış ve sessizce köşkten uzaklaşıp evine dönmüş yaşlı adam. Yatağına uzanıp boncuğu yeniden kulağına yerleştirmiş ve uykuya dalmış.

Sabah olup gözlerini açtığında kedisini her zamanki yerinde oturur vaziyette görmüş. Sevinç ve hayranlıkla yatağından kalkıp kedisini kucağına alıp yine her günkü gibi sevmeye başlamış: “Benim iyi yürekli, canım kedim. Seni şimdi her zamankinden çok seviyorum. Dün gece kalkıp seni takip ettim. Artık sırrını biliyorum. Şimdiye kadar neden benden sakladın ki?” demiş kedisine. Ancak kedi hiç ses çıkarmamış. Yaşlı adam da kalkıp kendisi ve kedisi için yiyecek bir şeyler hazırlamaya gitmiş. Döndüğünde kedisinin yerinde olmadığını görünce çok üzülmüş. Meğer kedi, sırrının açığa çıktığını öğrenince fırsatını bulup sırra kadem basmış. Yaşlı adam hemen dışarı çıkıp şehrin her tarafında kedisini aramaya başlamış. Yaşlı adam her gün surlara çıkıp derdini, sırrını ve kedisine olanı, özlemini çok medeniyetler görmüş o yaşlı kale duvarlarına anlatıyormuş.

Derler ki o zamanlarda kırk kediden oluşan “Kırklar Meclisi” bu yaşlı şehrin sorunlarını çözmede, insanlarına sahip çıkıp şehir halkını mutlu etmede insan yöneticilerden çok daha başarılıymış. Kedilerin bu sırrı çözülünce yaşlı şehrin sorunları da, dertleri de artmaya başlamış. Bu yüzdendir ki bu şehirde kediler el üstünde tutulup çok sevilirmiş...
 

Yediyaman Efsanesi - Adıyaman

Komagene Kralı 1. Antiochus, Nemrut Dağı'nın en yüksek tepesine bir tapınak yapmaya karar verir. Kendini en güçlü tanrılarla bir tutup onlarla aynı kategoriye sokmak için Komagene topraklarının en yüksek dağı olan Nemrut'u seçer. Burada ölümsüzleşebileceğine ve tanrıların yükseklerde yeryüzüne daha çok hakim olacabileceğini düşünüp, büyük uğraşlar sonunda tapınağın yerini belirler. Bu tapınağın kendisi için aynı zamanda bir anıt mezar olarak olarak tasarlanmasını emreder. Bu arada görkemli anıt mezarın yeni bir dinin temelini atacağını düşünür.

Tapınağın inşaası için yüzlerce heykeltıraş ve binlerce köle görev alır. Tapınağı yapacak olan mimar ve heykeltıraşlar bu anıtın bitiminin çok uzun yıllar alabileceğini ve inşaasının çok zor şartlarda gerçekleşebileceğini söylerler. Baş mimarlar buranın yılda en fazla üç ay çalışmaya elverişli olabileceğini de eklerler. Çünkü diğer aylarda hava soğukluğu kimi zaman -30 dereceyi bile geçmektedir. Çalışacak kölelerin bu şartlar altında çok çabuk ölebileceğini, heykeltıraşların soğuktan ellerinin donabileceğini hatta onların taşı oymak için kullandıkları metal keskilerin ellerine yapışabileceğini anlatırlar. Aynı zamanda heykel ve anıtlar için yukarıya hiçbir taşın taşınamayacağını, bu iş için ancak dağın zirvesinin oyula oyula şekillenip, malzemenin tamamen buradaki taşlardan olacağını rapor ederler.

Komagene Kralı Antiochus, şartların daha fazla zorlanıp tapınağın yapımına bir an önce başlanmasını emreder.

Ve tapınağın yapımı başlar. Tapınakta tasvir edilecek her tanrı için bir usta heykeltıraş ve en az 10-15 yardımcıyla işe koyulunur.

Komagene Kralı Antiochus, heykelinin yapımı için o bölgenin en önemli heykeltıraşlarından, aynı zamanda putperestliğin en güçlü inananlarından biri olan Sorgon'u görevlendirir.

Sorgon'un yedi tane oğlu vardır. Sorgun, çok acımasız, sabit fikirli, kralına ve inancına oldukça bağlı, diktatör ruhlu, sevgi ve şefkatten uzak, zalim, otoriter bir baba olarak bilinir. Yanında oğulları dışında kimseyi çalıştırmaz. En zor işleri bile oğullarına yaptırır. En tehlikeli işleri ölebileceklerini bile umursamadan onlara verir. Sorgon kendi ailesi içinde kurduğu küçük krallığıyla kendini adeta tanrılaştırmış, evinin her tarafını taptığı tanrıların heykelleriyle süsleyip, en ihtişamlı yere de kendi heykelini yaptırmıştır. Çocuklarına zorla bu heykellere tapınıp itaat etmelerini ve kendisini ailenin baş tanrısı olarak görmelerini emreder. Oğulları bu zulüm ve acımasızlıklara yıllarca korku içinde itaat ederler. Fakat bir türlü cesaretlerini toplayıp babalarının bu zulmüne başkaldıramazlar.

Yedi oğlundan en küçük olanı Henun diğer kardeşlerine nazaran daha cesur ve daha isyankardır. Arasıra abilerine bu anlamsızlıklara karşı başkaldırmaları gerektiğini söylese de buna cesaret edemezler.

Tapınağın inşaası başlar, daha ilk ayında yüzlerce köle ve heykeltıraş asistandan kimi yıkılan kayaların altında kalarak kimi de güçsüz düşerek ölmeye başlar. Baş mimarlar, Antiochus'a rapor verirken daha büyük kayıpların olacağını söylerler ama o buna aldırmaz. Tapınağın yapımı için hiçbir bahaneyi kabul etmeyeceğini bildirir.

Sorgon, oğullarıyla birlikte Antiochus heykelini büyük bir istek ve keyifle yapmaya devam eder. Oğullarının soğuğa ve dev kayaların ağırlığına dayanacak güçleri kalmamıştır. Kardeşler her akşam iş bitişinde bir araya toplanıp bu zulmün, özellikle baba zulmünün bitmesi için dileklerde bulunurlar. Tanrının gökyüzünde olabileceğini düşünüp gökyüzüne doğru kollarını açıp yalvarırlar. Gökyüzündeki tanrının onları görebilmesi için de yedi tane mum yakarlar. Yedi kardeşin en küçüğü ve en cesuru olan Henun, her gün kardeşlerini cesaretlendirip, babalarına ve bu anlamsız inanışa karşı ayaklanıp, güçlerini birlikte kullanmalarını önerir. Kardeşler, çektikleri bu zulme karşı dayanacak güç ve takatlarının kalmadığına kanaat getirirler ve kardeşleri Henun'un çağrısına uymaya karar verirler. Cesaretlenen yedi kardeş planlar yapmaya başlar. Henun planını açıklar: "Yakında bu yılın çalışma sezonu bitecek ve evlerimize döneceğiz. Babamız bütün cesaretini ve gücünü bu putlardan alıyor. Eğer biz bu putları parçalayıp birliğimizi gösterirsek, otoritesinin bozulduğunu ve hiç bir gücünün kalmadığını görecek, bize uyguladığı zulme son verecektir. Çünkü, onun inanıp tanrılaştırdığı bu putların bize bir karşılık veremediğini ve kendilerini bile koruyamadığına şahit olursa babamız bütün gücünü kaybeder."

Kardeşler planlarını yaparlar ve kısa bir süre sonra evlerine dönerler. Babaları evde olmadığı bir sırada heykellerin dizildiği büyük odaya girip en başta kendi babaları olan Sorgon'un heykelini parçalarlar ve daha sonra bütün heykelleri... Kardeşler bu yaptıklarının büyük bir zafer olduğunu, bu gücü de gökyüzünde bulunan ve onlara ışık saçan tanrılarına borçlu olduklarını düşünürler. Tanrılarının onlara verdiği bu güç için evin giriş avlusuna yedi tane mum yakarlar.

Zalim baba Sorgon, eve geldiğinde evin avlusunda yanan yedi mum dikkatini çeker. Hepsini tekmeleyip, mumları söndürürürken bağırıp çağırmaya başlar. O hışımla eve girer ve evin her tarafında parçalanmış heykel parçalarını görünce sinirden deliye döner. Oğullarının bunu yapacağını düşünüp her tarafta onları arar, fakat onlar evi çoktan terketmiştir.

Yedi kardeş günlerce saklanırlar. Sorgon oğullarını bulamayacağını anlayınca bir plan yapmaya karar verir. Onlara ulaşabilecek akraba ve oğullarının arkadaşlarına; oğullarını affettiğini, onların haklı olduklarını, kendisini bir gaflet uykusundan uyandırdıklarını, putlar parçalandıktan sonra huzur bulduğunu söyleyip, eve geri dönmelerini ister. Yedi kardeş bir süre sonra ikna olup evlerine dönerler. Babaları onları affettiğini, onları haklı bulduğunu söyleyip sinsi planını sürdürür. Oğullarının acıkmış olabileceğini düşünüp onlar için en güzel yemekleri hazırlattığını ve şereflerine bir ziyafet verdiğini söyleyip sofraya davet eder.

Sofraya oturan yedi kardeş yemekleri yemeğe başlarlar. Sorgon yemeklere en güçlü zehirleri katmıştır. Yemekleri yiyen yedi kardeş anında ölürler. Sorgon'un bu zulmü kısa sürede her yerde duyulur. Ölen bu yedi kardeşe halk "Yedi Yaman" adını verir, anılarına her yıl yedi mum yakıp anmaya başlarlar. Zaman içinde "Yedi Yaman" Adıyaman olarak o şehre isim olmuştur.
 




Ynt: Anadolu Efsaneleri

Merhaba Murat,

Hikayeler/Efsaneler harika, ellerine, ayaklarina saglik.
Muthis bir emek var masallah, Allah guc kuvvet versin de devam et tam gaz :smiley:

Birsey merak ettim: Bu bir proje mi? Yani organize bir durum var galiba degil mi? Kitap falan mi olacak bunlar mesela?
Ayrica her konuyla ilgili cocuklarin resim yapmalari da merakimi cezbetti; bu cocuklar efsaneleri/hikayeleri orada yasadiklari icin mi biliyorlar? Bu konuda bilgi verebilir misin?

Bir de ilk firsatta Diyarbakir'a gitmek istiyorum; Diyarbakir'la ilgili de bilgi verirsen minnettar kalacagim.
Hatta Diyarbakir'da Peygamber ve Sahabe turbeleri oldugu soyleniyor. Bunlar hakkinda da bilgi verirsen duacin olurum ;)
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
104,070
Mesajlar
1,528,272
Kayıtlı Üye Sayımız
166,818
Kaydolan Son Üyemiz
erenbey44

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst