SEVAL
www.sevalduban.com
Öncelikle sadece size ait bir zaman dilimi, bir huzur molasından geliyorsunuzdur. Kulaklarınızda sessizliğin olağanüstü melodisi, yerçekimsiz bir ortamda, ağırlıksız ve uçarcasına bir yolculuktan henüz dönmüşsünüzdür. Bu da yetmiyormuş gibi hepsi birer pandomim ustası olan sualtı canlılarının eşsiz harmonisi ve gösterisi size ‘yaşam’ kelimesinin anlamını bir kez daha haykırmıştır acımasızca. Hele ki bir de bilinçaltınızın derinlerinde, bastırılmış bir halde bekleyen adrenalin tutkunu serüvencinin de uyandığını düşünürseniz…
İşin doğrusu, dalışta varacağınız son nokta –ki tamamen kişisel düşüncemdir- balıkla balık, yosunla yosun olduğunuz, misafir değil ama ev sahibi hiç değil, sadece bir parçası olduğunuzu hissettiğiniz andır. Bu noktadan sonra dönüşü yoktur; her fırsatta soluğu suyun altında almak, sadece orada olmak istersiniz. Ne yandan çarklı bıçkın pavuryalar ne baba orfozlar ne meraklı kayabalıkları; hiçbiri değildir orada olma nedeniniz. Hepsinin toplamıdır. Yaşamın kaynağına ulaşmışsınızdır artık, başladığınız yere. Huzur bir kavram değil dokunabileceğiniz, neredeyse paketleyip yanınızda götürmek isteyeceğiniz denli somutlaşmıştır.
Gün olur bir Birinci Dünya Savaşı batığına düşer yolunuz. Mesela Lundy’ye. Doksan yılı aşkın bir süredir savaşın lanetini haykırmaktadır suyun 30 metre altında ve hâlâ akıp gidiyor gibidir kumun üzerine ya da Kızıldeniz’e düşer yolunuz, Thistlegorm’a iner, içten içe şükredersiniz, böylesine silah ve cephane yüklü bir geminin denizin dibini boylamasına. Biraz olsun araştırırsanız, mesela Giannis D veya herhangi bir Abu Nuhas Batığı’na inmeden önce, bahtsız bir kaptanın, ya da her şeyden habersiz, evinden uzak bir denizcinin dehşetini hissedebilirsiniz batığı gezdiğiniz süre boyunca.
Bir karartı görürsünüz suyun altında bir duvarda. Mağaradır ya da bir kovuk. Girer içeri, yüzünüzü kovuğun ya da mağaranın ağzına dönersiniz. Süzülüp gelen günışığına şükredersiniz, ana rahmindeymişçesine bir duyguya kapılırsınız. Gece kelebekleri gibi ışığı takip ederek bulursunuz yaşama açılan kapıyı.
Ya da bir gece dalışı ki zamanın, mekanın her şeyin ötesinde bir yerdesinizdir. Kapatır fenerinizi yakamoz denen mucizeyle oynaşır, “Bu nasıl bir yaşam formudur?” diye deli olursunuz. Ne yerdesiniz ne gökte belki –gitmedim, bilmiyorum ama- uzayda olmakla özdeşleştirilebilir en fazla.
Bir mercan görür, varoluşa şükredersiniz. Estetik denen kavram somutlaşmış duruyordur karşınızda. Öyle görkemli, öyle kırılgan… Bir Arcopora’nın –masa mercan- altına uzatır kafanızı bakarsınız ki yaşam yaşam içine geçmiş. Bir karides dişlerini temizlemekte, irice bir mürenin. Ya da bir Caretta çatur çutur yemekte, aşağı yukarı on yılda bir santim büyüyebilen estetik mucizesi mercanı. Anemonun içinden meraklı bir kafa uzanır önce, hemen kaçıverir içeri. Ama öyle meraklıdır ki duramaz yerinde. Biraz sabrederseniz, anemonuna benzettiği, parmaklarınızla oynaşmaya başlar bir minik soytarı balığı. Dokunmazsınız, o oynaşır dilediği kadar. Biraz ileride yosunlar dans etmektedir akıntıyla, ritmini yakalamak için sadece bırakıverirsiniz kendinizi suyun kucağına hareketsiz.
Anlatabiliyor muyum acaba, nasıl gülümsemez ki dalan insan? Günlük yaşamın, beton, cam, çelik ve kakafoniden oluşan sahnesinden uzaklaşıp, gerçek bir yaşam molası vermişken.
Biz dalan insanlar her fırsatta gülümseriz. Özellikle de sudan çıktığımızda tüm bedenimizle gülümseriz. Derseniz ki sizde sorun var, o da kabulüm. Yeter ki sorunum sürekli gülümsememi, bir keyifli dalışın ardından günlerce sinirlerim alınmışçasına bir ruh hali içinde gezinmemi sağlasın. Ne trafik çıldırtabilir pazartesi günü gerçek sandığım yaşama döndüğümde, ne iş, ne de başka bir şey. Cuma akşamı yola çıkarken hepsi yaşanan şehrin sınırlarına hapsolur kalır. Hele ki suyun altına hiç inemez gerçek sandığınız yaşam. Gelip gelebileceği yer denizin kıyısıdır olsa olsa.
Deniz insanı yumuşak huylu olur der ya deniz ozanları, gelin bir de dalanları siz düşünün. Yaşama, varoluşa, ekipmana saygı; her anında içgüdüsel olarak saygı kavramıyla örülüdür ilişkiniz. Bir araba geçebilmek için türlü soytarılıkların, zorbalıkların yapıldığı bir gündelik yaşam tablosunun aksine, her anı saygıyla ve hayranlıkla örülü bir zaman diliminden sonra kolay iş değildir şehrin zorbalarından olabilmek. İşin doğrusu dalan bir insanın en temel altyapısı bilgiden, ekipmanına ve doğal hayata saygıdan ve haddini bilmekten ibarettir. Doğa, hele ki deniz söz konusu olduğunda haddini bilmemek üzerine zaten konuşulmaya bile değmez.
Bilmem biraz olsun anlatabildim mi yüzümüzdeki ifadenin sırrını? Eğer anlatamadıysam size tek bir tavsiyem olabilir: Deneyin ve görün… Beton, cam, çelik ve kakafoniden oluşan alışageldiğiniz ve adına yaşam dediğiniz sahneyi geride bırakın; dalın. Bırakın kendinizi sessizliğin sesine, yaşamın kaynağında olmanın tadını çıkarın ve gülümseyin!
Hakan Tiryaki
Kaynak: Naviga Magazin
İşin doğrusu, dalışta varacağınız son nokta –ki tamamen kişisel düşüncemdir- balıkla balık, yosunla yosun olduğunuz, misafir değil ama ev sahibi hiç değil, sadece bir parçası olduğunuzu hissettiğiniz andır. Bu noktadan sonra dönüşü yoktur; her fırsatta soluğu suyun altında almak, sadece orada olmak istersiniz. Ne yandan çarklı bıçkın pavuryalar ne baba orfozlar ne meraklı kayabalıkları; hiçbiri değildir orada olma nedeniniz. Hepsinin toplamıdır. Yaşamın kaynağına ulaşmışsınızdır artık, başladığınız yere. Huzur bir kavram değil dokunabileceğiniz, neredeyse paketleyip yanınızda götürmek isteyeceğiniz denli somutlaşmıştır.
Gün olur bir Birinci Dünya Savaşı batığına düşer yolunuz. Mesela Lundy’ye. Doksan yılı aşkın bir süredir savaşın lanetini haykırmaktadır suyun 30 metre altında ve hâlâ akıp gidiyor gibidir kumun üzerine ya da Kızıldeniz’e düşer yolunuz, Thistlegorm’a iner, içten içe şükredersiniz, böylesine silah ve cephane yüklü bir geminin denizin dibini boylamasına. Biraz olsun araştırırsanız, mesela Giannis D veya herhangi bir Abu Nuhas Batığı’na inmeden önce, bahtsız bir kaptanın, ya da her şeyden habersiz, evinden uzak bir denizcinin dehşetini hissedebilirsiniz batığı gezdiğiniz süre boyunca.
Bir karartı görürsünüz suyun altında bir duvarda. Mağaradır ya da bir kovuk. Girer içeri, yüzünüzü kovuğun ya da mağaranın ağzına dönersiniz. Süzülüp gelen günışığına şükredersiniz, ana rahmindeymişçesine bir duyguya kapılırsınız. Gece kelebekleri gibi ışığı takip ederek bulursunuz yaşama açılan kapıyı.
Ya da bir gece dalışı ki zamanın, mekanın her şeyin ötesinde bir yerdesinizdir. Kapatır fenerinizi yakamoz denen mucizeyle oynaşır, “Bu nasıl bir yaşam formudur?” diye deli olursunuz. Ne yerdesiniz ne gökte belki –gitmedim, bilmiyorum ama- uzayda olmakla özdeşleştirilebilir en fazla.
Bir mercan görür, varoluşa şükredersiniz. Estetik denen kavram somutlaşmış duruyordur karşınızda. Öyle görkemli, öyle kırılgan… Bir Arcopora’nın –masa mercan- altına uzatır kafanızı bakarsınız ki yaşam yaşam içine geçmiş. Bir karides dişlerini temizlemekte, irice bir mürenin. Ya da bir Caretta çatur çutur yemekte, aşağı yukarı on yılda bir santim büyüyebilen estetik mucizesi mercanı. Anemonun içinden meraklı bir kafa uzanır önce, hemen kaçıverir içeri. Ama öyle meraklıdır ki duramaz yerinde. Biraz sabrederseniz, anemonuna benzettiği, parmaklarınızla oynaşmaya başlar bir minik soytarı balığı. Dokunmazsınız, o oynaşır dilediği kadar. Biraz ileride yosunlar dans etmektedir akıntıyla, ritmini yakalamak için sadece bırakıverirsiniz kendinizi suyun kucağına hareketsiz.
Anlatabiliyor muyum acaba, nasıl gülümsemez ki dalan insan? Günlük yaşamın, beton, cam, çelik ve kakafoniden oluşan sahnesinden uzaklaşıp, gerçek bir yaşam molası vermişken.
Biz dalan insanlar her fırsatta gülümseriz. Özellikle de sudan çıktığımızda tüm bedenimizle gülümseriz. Derseniz ki sizde sorun var, o da kabulüm. Yeter ki sorunum sürekli gülümsememi, bir keyifli dalışın ardından günlerce sinirlerim alınmışçasına bir ruh hali içinde gezinmemi sağlasın. Ne trafik çıldırtabilir pazartesi günü gerçek sandığım yaşama döndüğümde, ne iş, ne de başka bir şey. Cuma akşamı yola çıkarken hepsi yaşanan şehrin sınırlarına hapsolur kalır. Hele ki suyun altına hiç inemez gerçek sandığınız yaşam. Gelip gelebileceği yer denizin kıyısıdır olsa olsa.
Deniz insanı yumuşak huylu olur der ya deniz ozanları, gelin bir de dalanları siz düşünün. Yaşama, varoluşa, ekipmana saygı; her anında içgüdüsel olarak saygı kavramıyla örülüdür ilişkiniz. Bir araba geçebilmek için türlü soytarılıkların, zorbalıkların yapıldığı bir gündelik yaşam tablosunun aksine, her anı saygıyla ve hayranlıkla örülü bir zaman diliminden sonra kolay iş değildir şehrin zorbalarından olabilmek. İşin doğrusu dalan bir insanın en temel altyapısı bilgiden, ekipmanına ve doğal hayata saygıdan ve haddini bilmekten ibarettir. Doğa, hele ki deniz söz konusu olduğunda haddini bilmemek üzerine zaten konuşulmaya bile değmez.
Bilmem biraz olsun anlatabildim mi yüzümüzdeki ifadenin sırrını? Eğer anlatamadıysam size tek bir tavsiyem olabilir: Deneyin ve görün… Beton, cam, çelik ve kakafoniden oluşan alışageldiğiniz ve adına yaşam dediğiniz sahneyi geride bırakın; dalın. Bırakın kendinizi sessizliğin sesine, yaşamın kaynağında olmanın tadını çıkarın ve gülümseyin!
Hakan Tiryaki
Kaynak: Naviga Magazin