schweps
Zirve
- Mesajlar
- 1,827
- Tepkime Puanı
- 71
Kaynak
Prof. Dr. Ali DEMİRSOY – 3 Mayıs 2007
Biyoloji Eğitiminde Evrim Sempozyumu
İnönü Üniversitesinin ev sahipliğinde gerçekleştirilen Biyoloji Eğitiminde Evrim Sempozyumu’nda yaptığı sunum.
Zorluk nerede?
Evrimin toplu olarak tartışıldığı panel-sempozyum ve benzeri toplantılara aktif olarak katılmama kararı almıştım. Ancak, Inönü Üniversitesi’nin rektörü Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’na ve evrimle ilgili böyle bir düzenleme yapmak istediğini galiba ilk olarak bana açıklayan, sevgili öğrencim Sayın Prof. Dr. Murat Özmen’e ve yine öğrencim olan Sayın Prof. Dr. Özfer Yeşilada’ya olan saygım ve sevgimden ve doğal olarak siz dostlarımla birlikte olabilmek için bu kararımı bu sefer rafa kaldırdım.
Prof. Dr. Murat Özmen, halkımızın evrim algılayışının ne olduğunu anlatmamı talep etmekteydi. İlk etapta böyle bir talep, çok masumene bir yaklaşımla, sadece 42 yıllık bir hocanın gözleminin ve tespitinin ne olduğunu anlamaya yönelik gibi görünmekteydi. Ancak, gerçekten 42 yıllık uğraşı ve deneyim, bunun zannedildiği kadar kolay olmadığını bana çoktan göstermişti. Bu, bir görme özürlünün ünlü ressam Rambrant’ın eserlerini, bir işitme engellinin Ludvig van Betoven’in 9. senfonisini nasıl yorumladığını anlatmak kadar zordu.
En zoru da, sempozyumun başlığı gereği, köre Rambrant’ın eserlerini, sağıra da Betoven’in senfonisini nasıl öğrenebileceğini ve yorumlayabileceğini öğreteceğimizdi…
Ufku olmayan neyi anlar ? Hiçbir şeyi!!!
Benim doğduğum kasaba Kemaliye, bir kuyunun içinden gökyüzüne bakar gibi bir vadinin içine gömülmüş, şirin bir kasabadır. Kemaliye (Egin) de bir yaşlı bayan hastalanıyor; tedavi için bir araba ile Malatya’ya götürülürken; ilk defa Kemaliye Çanağı’nın dışına çıkma şansını yakalıyor ve Kemaliye’yi geride bırakan ilk dönemeci aşan aşmaz; daha engin bir araziye çıkmış oluyor. Kadının ilk sözü, “vay anam, Osmanlı’nın meğer ne kadar büyük arazisi varmış” da biz bilmiyormuşuz oluyor. Zamandan, mekândan, nesnelerin kendi arasındaki ilişkiden, her şeyin bir neden sonuç ilişkisinden kaynaklandığını bilmeyen bir kişiden ya da bir toplumdan ne bekliyorsunuz?
Bilgi ve merak eksikliği olan bir topluma, neyi öğretebilirsiniz? Doğayı gözleyerek, karışık biyolojik mekanizmaları çözme yetisini mi? Uzun süreçlere dayanmış olan yapısal, coğrafik, jeolojik değişiklikleri mi? Yoksa yine uzun bir süreç olan tarihi gerçekleri mi? Hiç birini. Tüm bunları öğrenme, emek ister, alın teri ister, birbiri üzerine konmuş bilgi birikimi ister ve en önemlisi altını çizerek söylemek isterim geleneksel ve kurulu düzene eleştiriyel gözle bakmak ister. Son cümlede vurguladığımız kurulu düzene karşı koyma ve eleştirel düşünme tarzı ve davranış biçimi, ülkemizde ve dünyanın birçok ülkesinde yaygın bir yaşam tarzı değildir.
Bir toplumda, emek ve eziyet gerektiren karmaşık bilimsel düşünce tarzının karşısına, her şeyi kestirmeden, kısa yoldan; ancak hiçbir zaman açıklıkla anlaşılması mümkün olmayan, her zaman üstü kapalı tarzda her yöne çekilebilen, uğraşılırsa bütün gizemleri açıklayabileceğine inanılan dogmatik düşünce tarzı dayatılmış ise ve bu yaklaşım, politikacılar, toplumu sömürenler, bir ülkeyi geri bıraktırmak isteyen dış güçlerin ülke içindeki maşaları ve okumadan alim, gezmeden gezgin, çalışmadan zengin olmak isteyenler tarafından kullanılmaya başlanmışsa, o toplum birçok belaya açık demektir. Bu anlattıklarım, bu ülkede yaşayan sizlere yabancı gelmemiş olmalı; ancak büyük bir olasılıkla bu dünyada aynı yolu izleyen ya da izlettirilen birçok ülke bulunduğunu söyleyebiliriz ve hemen hepsi yoksullukla boğuşmaktadır. Bir defa bir inanışın, bir yaklaşımın, bir düşünce tarzının, sosyal yaşamı şekillendiren kuralların, değişmeyeceğine ve mutlak doğru olduğuna inanmış iseniz, çıkmaz sokağa girmişsiniz demektir. Bakın size insanlık tarihini derinden etkileyen, hepimizin bildiği bir örnek vereyim.
Geçmişe kısa bir yolculuk: “eğri temele, doğru bina yapma çabaları”
Roma Imparatorluğu döneminde, Iskenderiye’de, I.S. ikinci yüzyılda yaşayan Batlamyus (Ptolemaios), elindeki taşın yere düşmesini gözleyerek, güneşin ve ayın da aynı kurala tabii olduğunu düşünerek ve dolayısıyla dünyanın, güneş sisteminin ve evrenin merkezi olduğunu ileri sürmüş ve bu yaklaşım, kilisenin “tanrısal” resmi görüşü olarak benimsenerek, insanlara yüzyıllarca kan kusturulmuştur. Bu görüş, insanı evrenin merkezi yapmayla kalmamış, her şeyin efendisi olma ve tüm canlı ve cansız nesnelerin insan için yaratıldığı fikrine sürükleyerek, yaşayan her canlının bu düşünceden olumsuz pay almasına ve acı çekmesine de neden olmuştur. Ta ki Polonyalı Kopernik (M.S. 1400), bunun tersinin de doğru olacağı fikrini ileri sürünceye kadar. Ne var ki, Kopernik, bu düşüncesinin benimsendiğini görmeden öldü. Ondan önce de birçok düşünür, Batlamyus yaklaşımındaki gitmezlikleri saptamışlardı; ancak egemen inanışa “dinlerin katı dayatmasına” ters düşmemek için, bu gitmezliklerin üzerine yürüyeceklerine, acaba bu gitmezlikleri nasıl olur da düşünürlerin dikkatinden kaçırabiliriz ya da o günkü inançlar içerisinde inandırıcı bir yol bularak geçiştirebiliriz diye çabalamışlar (bugünkü aydınların ve üniversite hocalarımızın kulakları çınlaşın) ve kiliseden de nemalanmışlardır.
Örneğin, gezegenlerin ve yıldızların izledikleri yolda ortaya çıkan; fakat Batlamyus’un yaklaşımıyla bir türlü çözülemeyen sorular, o günkü sözde bilim adamları, ancak ve ancak bugün bizim birçok televizyonumuzun programlarında dogmatik düşünceye saplanmış, çıkmazdaki ülkelerin ve bizim sorunlarımızın nedenlerini göz ardı ettirmek ya da uzaklaştırmak için iler sürülen, hepsi kendi başına bir komedi olan söyleşilere bile taş çıkaran çözümlerle geçiştirilmeye çalışmışlardır. Batlamyus’un kitabı Arapçaya da çevrilmiş, Müslüman ülkelerin tümüne dağıtılmıştır ve İslam dünyasınca en büyük alim olarak nitelendirilmiştir. Çünkü tüm semavi dinlerde olduğu gibi, insan, Batlamyus’un bu yaklaşımında, evrenin tam orta noktasına yerleştirilmiş, her şey, hatta kendi cinsinin dişileri dahi, insanoğlunun, yani burada kastedilen erkeğin emrine verilmişti. Bu düşünce, Avrupa’yı da din adamları ve şairler aracılığıyla, tamamen sarmıştı. Bırakalım daha sonraki yıllarda, bu düşüncenin ortaya çıkardığı vahşi kapitalizminin neden olduğu doğanın tahribini, geçmİşte yüz binlerce kadın, doğal felaketlerin nedeni olarak gösterilerek, yakılmıştı.
Bugün biz Batlamyus’u suçlamıyoruz, suçlayamıyoruz. Çünkü evrendeki olayları inceleyebileceği elindeki tek araç, gözleriydi; yapabileceği de o kadardı. Ancak, bizim kınadığımız, bu geleneksel düşüncedeki gedikleri görmeyip, bu gedikleri yok sayanlar ya da bu gedikleri görüp, ancak onları bilimsel gerçeklere dayanıyormuş görüntüsü ile bir cambazın kıvraklıkları ile daha az bilen insanları yanıltmak için kullananlardır. Bu iki zümrenin her kesimi de şu anda ülkemizde ve üniversitelerimizde tahminlerinizin çok daha ötesinde yüksek sayılarda temsil edilmektedir. Hatta bu bilimsel düşünceye ilişkin eksiklikleri gidermek için ders verenler bile bu – eyyamcı, yanıltmacı, oportünist- kesimin içindedirler.
Doğal olarak, kast ettiğimiz kesim, geleneksel düşünceye her zaman ters düşmesi beklenen, değişimin ilkelerini incelemekle yükümlü olan evrim kavramını üniversitelerde ders olarak verenlerdir. Bizatihi bu kesimin birçoğu, Kopernik öncesi, Batlamyus’un kusurlarını ve eksikliklerini bile görmemezlikten gelen, hatta bu kusurlara kılıf uydurmak için çırpınan bilim adamı kadrosundan maaş alan insanlardır. Esas tehlike burada yatmaktadır; tuz kokmuş ise kokuşmayan hiçbir şey kalmamış demektir. Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden birinde, Gazi Üniversitesi’nde bundan 4 yıl önce, ‘ Kuran’a göre neden evrim olamaz ” adlı bir bitirme tezi yaptırılmış ise, bu ülkede bir evrim kavramının algılanmasından söz edilemez.
Öğretmenin en önemli kısmı, nerden başlanacağını bilmedir!
Burada “şimşekleri üzerime çekeceğimi bile bile” bir şeyi vurgulamadan da geçemeyeceğim. Bu sempozyumun yapılmasını takdirle karşıladığımı belirtmek isterim; ancak içeriği bakımından bakıldığında, bizatihi tertip komitesinin bu ülkenin evrim eğitimi sorununu yeterince algılamadığını üzüntüyle gözlediğimi söyleyebilirim. Adana ve Kuşadası’nda Evrim Paneli adı altında, evrim eğitim sorunlarının masaya yatırılması öngörülmüştü. Verilen bildirilerin hemen hepsi, evrim mekanizmasını bir yönüyle kanıtlamaya yönelik, bilimsel bazı bulguların sunumundan ibaretti ve bana göre her ikisi de panellerin başlığı ile-içeriğinin ilintisi açısından bir fiyaskoydu. Malatya’da yapılan “bu ülkede Evrimin Öğretimine yönelik” sempozyumda da birkaç sunum hariç ‘ki onların da püf noktasına parmak basıp basmayacağını bilemiyorum” yine evrim mekanizmasını kanıtlamaya yönelik salt bilimsel sunumlar olarak görülmektedir. Çünkü binlerce yıldan beri, “ite dalaşacağına çalıyı dolaş” daha iyidir yaklaşımı ile bugünkü bilim adamları da aynı yolu izleyerek, esas, masanın üzerine yatırılması gereken “dogmatik düşüncenin düşünce dünyamızda açtığı korkunç gediklere” değinmeyecekleri kuşkusunu taşıyorum.
Bu sempozyumun taslağını hazırlayanlar bir şeyi önceden kestirmiş olmalıydılar, Darvin (Darwin), genetiği, mutasyonları, moleküler evrimi, popülasyon genetiğini, hatta mayozu, mitozu hiç tanımadan evrim fikrini geliştirdi. Eğer, tertip komitesi, mutasyonları, gen kaymalarını, rekombinasyonları, direnç mekanizmalarını vs. en iyi şekilde anlattığımızda, bu ülkenin ve kökten dinci uygulamaları benimsemiş ülkelerin insanlarının evrimi benimseyeceğini düşünüyorlarsa, büyük bir hata yapıyorlar demektir. Siz neyi açıklarsanız açıklayınız, hep karşınıza başka bir bilinmezlikle çıkacaklardır. Milyonlarca canlı türünün evrimini, hatta her birinin organlarının evrimini talep edeceklerdir. Siz sürekli bir şeyleri kanıtlamak peşinde yuvarlanıp gideceksiniz. Eğer, insanlar için, bu ülke için iyi bir şeyler yapmak arzusunda iseniz, “bu ülkede, eğer cesaretiniz varsa” size bir önerim olacak, evrimdeki mekanizmaları açıklamaları akademik bir amaç olarak çalışın; ancak, bunu halkın bilinçlendirilmesinde etkili bir yol olacağını hiç ummayın. Yapacağınız en önemli görev, yaptıklarınızın doğru olduğunu değil, karşınızdakilerin binlerce yıldır yaptıklarının hata olduğunu söylemek ve yüzlerine vurmaktır. Bu hataların insanları hangi acılara sürüklediklerine ilişkin mevcut belge ve kayıtlar, evrim mekanizmasının açıklanması için elde edilenlerden çok daha fazladır.
Bu sempozyumda, mutasyonlar, gen kaymaları, rekombinasyonlar değil, evrimsel ve özellikle analitik düşünme tarzının Anadolu topraklarında neden bin yıldan beri bir adım bile atamadığının masaya yatırılması gerekirdi. Yaşadığımız ve tanık olduğumuz bağnazlıklar, Brezilya’da, Kongo’da, Tibet’te vb. birçok ülkede olsaydı hoş görülebilirdi; ancak Anadolu topraklarındaki böyle bir bağnazlığı hiç kimse affedemez. Gramerin, tarihin, bir anlamda felsefenin, matematiğin, geometrinin, astronominin, doğa bilimleriyle ilgili ilk gözlemlerin yapıldığı bu toprakta son 1000 yıldır tek bir şey yapılamamış. Bırakın yapılmayı, dünya tarihine bilimin köken aldığı yer olarak geçen Milet’teki insanlık tarihinin en büyük düşünürleri, felsefecileri, bilimcileri, örneğin Thales’i, Anaximander’i tanıyan ve düşüncelerini kavrayan tarihimizde kaç kişi olmuş. Bir imparatorluk düşünün ki, 400 yıl Mısır’da kalmış, Çin Seddi’nden sonra en büyük insan yapısı olarak bilinen piramitler konusunda gözleme dayalı tek bir cümle bile yazılmamış. Empati ve merak insan olmanın temel iki özelliğidir.
NEREDEN NEREYE GELDIK? Bir şeyin kökenini bilemez iseniz, geleceğe yönelik doğru yorum da yapamazsınız! Bu nedenle geçmİşten zamanımıza kısa bir yolculuk yapalım.
ESKI TÜRKLERIN DÜNYAYA BAKIŞLARI “ŞAMANIZM”
Türk milleti olarak oluşum, evrimleşme, köken hakkında hiç bilgimiz olmadı mı? Oldu: Müslümanlıkla tanışmadan, daha Orta Asya’da iken, her insan gibi Türkler de kökenleri konusunda merak ettiler ve kendi mitlerini Anahan dini olarak bilinen Şamanizm içerisinde yarattılar. Şamanizm‘de inanca göre insanlar iyi ya da kötü diye gruplara ayrılmıyordu. Bu nedenle cennet ve cehenneme denk kavramlar geliştirilmemişti (bu şekildeki kavramlar ilk defa İlhanlık dininde Müslümanlıktan transfer edilmişti). Şamanlıkta her yer ( acun ) ve her şey ( mana ) kutsaldır. Bu nedenle büyük kayalar, ağaçlar, su kaynakları hatta yaban hayvanları kutsaldır. Onların hepsi akrabamız olarak bilindi. Doğayı tüm canlılarla birlikte paylaşmayı benimsediler; insanı doğanın efendisi olarak kabul etmediler. Şamanizm‘de kutsal kitap ve tapınak yoktu.
Merasimleri (kutsal günler, ölüm, bayram günlerini) Tanrı ile ilişkide bulunduklarına inanılan “Kam” (ya da Kaman) denen rahipler yürütürdü. Şaman sözcüğü kamandan çıkmıştır. Savaş sırasında insan öldürmenin meşru, bunun dışındaki öldürme olaylarında devletçe ceza verilmesi öngörülen bir düşüncenin egemen olduğu bir toplum yapısı vardı. İçkinin kurallar içinde içilmesi kaydıyla serbest olduğu, erkek-kadın eşitliğinin tam sağlandığı bir düzendi. Şamanizm’in İslamiyet’le değişmeyen tarafları Anadolu Aleviliği (keza Bektaşilik) ile günümüze taşınmıştır. Bu yaklaşımda katı bir tutum gözlenmez, emredici ve yaptırımcı unsurlar bulunmaz.
Bu inanç sisteminde evrimleşme üç basamakta oluşmuştur. Bunun izlerini bugün cem ayinlerinde görmekteyiz. Evrenin oluşumu: Işıktan evren oluşmuştur. Bu nedenle her şeyin temeli ışık olarak bilinir. Bu inançları nedeniyle Osmanlılar, Türkmenlere biraz da aşağılayarak “Işık Taifesi” adını vermiştir. Devriye : Cansız ve canlı (insan hariç) varlıklar oluşmuştur. Canlıların birbirinden halk edildiğine ilişkin inançları vardır. Canlıların hepsi kutsaldır. İnsan halk edilmiştir: İnsan varlığının iki evresi vardır; birinci evrede insan bedenleşmemiş bir enerjidir, ışıktır (nur-i kadim). İkinci evrede insan devriye yoluyla evrimleşerek vücut bulmuş ve cisim olarak ortaya çıkmıştır (vücud-u mutlak).
Zorla dünyaya bakışı değiştirilen bir millet “Türkler”
Bu düşünce tarzı, Türk yurdunun işgali için ilk denemeleri yapıldığı, yani Muaviye’nin Horasan valisi Ubeydullah bin Ziyad’ın, Buhara‘yı (M.S. 637) kuşatması ve sonunda Emevi komutanı El Kuteybe başta olmak üzere yaklaşık 100 yıl boyunca Türkleri kılıç zoruyla Müslüman yapmasıyla sonlanır. Ancak, Türklerin oluşumla ilgili kendi özgün mitleri, bu tarihte sona erer ve ancak çeşitli din ve inançların etkisi altında değişime uğrayarak, bugünkü Bektaşilik ve Alevilik kültürü içerisinde zamanımıza kadar ulaşır.
Anadolu’da birçok başka uygarlık da yaşamıştı (Urartular, Asurlar, Hititler, Lidyalılar, Frikyalılar vd); her birinin kendine özgü yaratılış miti vardır. Ancak, Hıristiyanlık zaman olarak Türklerden çok daha önce Anadolu’ya ulaştığı ve yerleştiği için, Türklerin bu mitleri yaşam tarzı olarak tanıma fırsatı olmadı ve belki onların öyküleri, davranış biçimleri, bölük pörçük kültürümüze girdi.
Buhara’da ve Maveraün-Nehir’de Türkler neyle ve hangi mitolojiyle karşılaştı
Bunu da kısaca görelim: Türklerin karşılaştığı mitolojinin iki önemli kaynağı ya da ayağı vardır. Birincisi Sümer mitolojisi, ikincisi Mısır uygarlığıdır. Bu ikisini birbirine bağlayan ve yeni sentez çıkaran, Uruk şehrinden köken alıp, Urfa üzerinden Filistin’e, oradan da Mısıra giden ve Mısır’dan geriye gelerek Kudüs’te yeni bir inanç sistemini dünyaya empoze eden Musevilerdir. Bu süreci kolay anlayabilmek için tarihsel sıralamaya göre bazı başlıklar altında görelim.
DÜNYAYA EGEMEN OLAN MITOLOJI: SÜMER ve MISIR MITOLOJISI
Önce tanık olduğum ve ne büyük tehlike altında olduğumuzu gösteren bir girişimim ve anımla başlamak istiyorum.
Türk orta eğitimine bilimsellik kazandırma çabamız Ön Asya- Mısır Mitlerine çarptı
1992 yılında o zamanın Milli Eğitim Bakanı, Sayın Köksal Toptan’a giderek, orta eğitim kitaplarının çağdaş ve bilimsel merakı uyandıracak tarzda yazılması gerektiğini uzun ve oldukça sert bir tarzda anlatmaya çalıştım. Herhalde ikna olmuş olacak ki, Dünya Bankası’nın desteklediği program geliştirmeye beni ve 5–6 meslektaşımı, bir o kadar da Milli Eğitim bakanlığı uzmanını görevlendirdi. İki yıl çalıştık, galiba, iyi bir program da geliştirdik. Son düzeltmeleri yaparken, o güne kadar tek bir cümle katkıda bulunmayan sözüm ona Milli Eğitim Bakanı uzmanlarının bir kısmı bana:
“Hocam biliyorsunuz? Bu kitaplarda bölümlerin arasına okuma parçaları koymak gerekiyor. Ben de “çok iyi olur” dedim. En az yeni ve ilgi çeken biyolojik araştırmaları ve konuları buralarda anlatmak mükemmel olur dedim. Yok hocam, bu konular maneviyatımıza yönelik konular olacak dediler. İyi dedim, Atatürk’ün başarıları ile ilgili şeyler yazarız. Olmaz dendi. İnançlarımızın güçlendirilmesi gereken konular olacak. Yani ne diyorsunuz, Yunus Suresi’nde “Yunus Peygamber Akabe’de balığın midesine giriyor, üç gün denizin altında yol alıyor, sonra Nil Nehri Deltası’nda karaya çıkıyormuyu” anlatalım? Yoksa! Musa’nın bir asa darbesiyle Kızıl Deniz’in ikiye ayrıldığını, 12 kabilenin geçtiğini birinin sulara gark olduğunu mu” yazalım?
Bunun üzerine bana önümüzdeki hafta bir daha toplanalım bu konuları gözden geçirelim dendi. İkinci günün sabahı, resmi bir araba ile bakan imzası taşıyan bir sarı zarf geldi, Milli Eğitim Bakanlığı ile ilişkimin kesildiğini tebliğ eden…
Ben yine de mitolojinin anlatımı taraftarıyım; hem de Türk insanı evrimi nasıl algılıyor başlığı altında:
INSANLIĞI ETKILEYEN SÜMER EFSANELERI
Yaratılışın ne olduğunu insanlarımıza doğru anlatabilmek için, ilk olarak Sümer, daha sonra Babil, daha sonra, Süryani ve İbrani tarihini ve mitolojisini bilmek gerekiyor. En azından S. N. Kramer’in (1990) “Tarih Sümer’de başlar (History Begins at Sumer) kitabını okumak ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan çok sayıdaki Sümer yazıtlarını bir defa görmek gerekiyor. Çünkü evrim kavramını bugünkü çağdaş bulgularla bile –Malatya’da da ne yazık ki deneneceği gibi- anlatamayacağımız apaçık.
Neden mi dersiniz? Dünyanın en çok bilim adamı barındıran ve en çok bilgi birikimi olan Amerika yönetiminin hemen hemen tümü, halkının önemli bir kısmı, bizim bilim adamı kadrosundan maaş alanların da neredeyse tümü, halkımızın tümüne yakını katıksız olarak yaratılışa inanıyor. Bu nedenle evrimleşmeyi sağlayan düzeneğin doğru olduğunu anlatmak için çırpınmanın hiçbir yarar getirmeyeceğini bir daha vurgulamak istiyorum. Eğer cesaretiniz varsa, eğer gerçekten sorunu kökten çözmek istiyorsanız, yaratılışın, bilinmesi ve kuşaktan kuşağa saklanması gereken sadece ve sadece bir mitoloji olduğunun bizim ağzımızdan açıklanması gerekiyor.
Tarih ve semavi dinlerin inançları M. Ö. 3000 yıllarında Sümer’de başlar.
Tanrılar insan tarzında tanımlanmıştı. Başlangıçta bir yaratılış olduğuna inanılmıyordu, sadece diğer tüm tanrıları yaratan Deniz Tanrıçası NAMMUN ’nun denetlediği sonsuz bir suyun olduğuna inanılıyordu. Ayrıca iki büyük tanrının Su Tanrısı ENKI ve en büyük tanrı NINHURSAG ’ın olduğunu, bu tanrıların çocukları olarak AN ( erkekti ve gök tanrısıydı) ve KI ( dişiydi ve yer tanrısıydı) tanrılarının olduğuna inanılıyordu. Semavi dinlerde, Allah (Tanrı) ile birlikte hiçbir zaman yaratıldığı belirtilmeyen ve hep var olduğu bilinen dört büyük meleğin, Cebrail, Azrail, Şeytan ve Mikail’in (ve diğer) yapısı ile bu tanrılar arasında bir homoloji kurulmaktadır.
AN ile KI ’nin birleşmesinden yine büyük bir tanrı olan hava tanrısı ENLIL doğdu. Kutsal kitaplarda (Tevrat, Kuran ve zaman zaman İncil’de) yerleri göklerden ayırdık sözcüğü, ENLIL ’in gökleri yerden ayırma efsanesinin tekrarıdır ve buna bağlı olarak bitki ve hayvanların oluşması ile Sümer Evrimi başlamıştır. ENLIL , Tevrat’ta Erek olarak geçen ve bugün şehri-devleti olarak bilinen yerde Uruk yüzlerce yıl takdis edilmiştir (2. cihan savaşından kısa bir süre önce Almanlar tarafından bulunan kitabelerden). ENLIL , asasını kime verirse, bir çeşit peygamber ya da tanrı rütbesini ona verirdi. MUSA ’nın asa taşımasının kökeni de bu geleneğe dayanmaktadır.
ENLIL ’in en önemli iki tanrıdan biri olan NINHURSAG ’ın kızına bir kayıkta tecavüz etmesi ile iki adı olan ( NANNA ve SIN ) Ay Tanrısı doğdu. Bu adların Süryanilerin esas dili olan Aremiceye Habil ve Kabil olarak geçtiği söylenir. Güneş tanrısı UTU ve Venüs tanrıçası INANNA ise ay tanrısının çocuklarıdır. Ay’ın simgesel özelliği bu nedenle çok önemlidir. Camilerin minaresinin şerefesinde bulunan ay simgesinin de bu önemden kaynaklandığı bilinmektedir.
ENLIL bu kusurundan dolayı yer altında “ Hades ” denen cehenneme (Tevrat’ta Sheol , Incil’e ve Kuran’a Cehennem olarak geçmiştir) sürülmüştür. Ayrıca, statüsü gittikçe düşün yüzlerce tanrı vardı (örneğin Tuğla Tanrısı KABATA statüsü düşük olan tanrılardan biridir).
Sümer mitolojisinde insanın yaratılış öyküsü, semavi dinlere kaynaklık etmesi bakımından çok önemlidir: İbraniler (yani İbrahim soyundan gelen ve bugünkü İsraillilerin temelini oluşturan kavim), dünya tarihinde ortaya çıktıkları zaman, Sümerler çoktan tarih sahnesinden silinmişti. Ancak, İbranilerin sonradan gelip yerleştikleri Filistin’de yerli halk olarak bulunan Kenanlılara komşu olan Asur, Babil, Hitit, Huri ve Aremilerin, Sümerlerle çok yakın temasları olmuştu. Dolayısıyla İbraniler, dolaylı olarak Sümerlerden etkilenmişti ve daha sonra göreceğimiz gibi, Mısır uygarlığından da etkilenince, ikisinin sentezi olan bir yaşam tarzı ortaya çıkmış oldu.
İbrani mitolojisi (edebiyatı) ile Sümer mitolojisi (edebiyatı) arasındaki parelellik, ilk defa 1915 yılında yayınlanan Bulletin of the American School of Oriental Research dergisinin 1 nolu sayısında Supplementary Study olarak çıkmış, daha sonra da 1945 yılında University Museum’da bulunan 6 sütün üzerine 278 satır taşıyan bir tabletle bu yaratılış mitolojisi hemen hemen tümüyle açıklanmıştır.
Bu tablette (yazıtta), saf, temiz ve parlak, hastalığın, ölümün bilinmediği, ağrısız ve acısız doğumun yapıldığı, hep yaşayanların ülkesi olarak inanılan bir ülke “ Dilmun ”tanımlanmıştı (bu ülke Babililerde ölümsüz yaşayanların ülkesi, Tevrat, İncil ve Kuran’da da Cennet olarak geçer). Bu ülkede ne yazık ki su kıttı. Dilmun daha sonra Tevrat’a Fırat, Dicle ve dört bucağa uzanan nehirlerin arasında yer alan, doğuya doğru uzanmış Eden Bahçesi’ne ve daha sonra da Cennete dönüştürülmüştür. Bu son iki tanım Kuran’da da aynen tekrarlanmıştır. Dilmun bahçesine yer yüzünden su taşıyan NINHURSAG 8 bitkiye filizlendiriyor (aynı anlam Tevrat’ta Musa 2: 6’da, şöyle geçiyor: Yerden çıkan nem bütün toprağın yüzünü suladı). Tanrı ENKI (Tevrat, İncil ve Kuran’da Adem olarak geçen), iki yüzü olan tanrı ISIMUD ’un (Tevrat, İncil ve Kuran’da Şeytan olarak geçen) gizli gizli getirdiği bu bitkileri ve özellikle yasaklı bitkiyi yiyor. Tanrı NINHURSAG son derece kızıyor onu, ölümlü yaparak İ’nin sağlığı bozuluyor, 8 cezalandırıyor. ENK organı hastalanıyor (……, çene, diş, ağız, …., kol, kaburga, ….; noktalı kısımlar kırık olduğu için okunamamıştır). Kurulu düzene ilk karşı çıkan varlık, simgesel olarak ENKI olmuş ve lanetlenmiştir. Bu lanetlenme, daha sonra dinler tarihinde her türlü cezayla ve aforozla sürdürülmüş; içine şeytan girdi diye Orta Çağda 100.000 kadın bu düşüncenin devamı olarak yakılmıştır.
Tevrat’ta “Havva Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır” denmektedir. Niye kaburga kemiği? Bizim Müslüman alimler de, insanın en son çürüyen kemiği bu kemiktir, buradan DNA çıkarılabilir, gibi çok güzel yorumlar yapmaktadırlar.
Kaburganın Sümercesi “ Ti ”dir; ENKI ’nin kaburgasını iyi etmek için yaratılan tanrının adı Sümercede hem “ Kaburganın Hanımı ” hem de “ Yaşatan Hanım ’ anlamına gelmektedir. Sümer edebiyatında “ Kaburganın Hanımı ” kelimesi, Ibranicede, kelimelerin birbirinden farklı yazılması nedeniyle “ Yaşatan Hanım ’ anlamına “ Havva ”ya dönüşmüştür. Çünkü Ibranicede “Kaburga” ile “Yaşatan” kelimeleri bir değil, ayrıdır.
Burada yaratılan, sadece bir insan değil, bir çeşit peygamber olarak niteleyeceğimiz tanrı-insandır, yani Âdem ve Havva’dır. Ancak sade insanın ortaya çıkışını Sümer’deki başka bir mitoloji ile öğreniyoruz:
Sümer’de Tanrılar, özellikle dişi Tanrılar çoğalmaya başlayınca, işlerin çokluğundan, yiyecekleri hazırlamanın zorluğundan yakınıyorlar ve tanrıların hepsini var eden Deniz Tanrıçası Nammu’ya bir çare bulması için yalvarıyorlar. O da Bilgelik Tanrısı’na bilgeliğini ve marifetini göstermesini söylüyor. Bunun üzerine:
Bilgelik Tanrısı yumuşak bir kilden şekiller yapıyor ve Tanrıçaya sesleniyor: Ey Annem! Adını vereceğin yaratık oldu, Onun üzerine Tanrıların görüntüsünü koy, Dipsiz suyun çamurunu karıştır, Kol ve bacakları meydana getir, Ey Annem! Yeni doğanın kaderini söyle! İşte o bir insan! (M.I. Çığ, age: 36).
Tevrat ve Kuran’da da insanın çamurdan, ıslak çamurdan, kuru çamurdan yaratıldığına ilişkin en az 6 ayet bulunmaktadır.
Darül-Zaferan/Mardin’deki Süryani Metropoliti ya da yardımcısı olan Gabriel’e Âdem kelimesinin anlamını sorduğumda, eski Süryanicede (herhalde Aremice’de) bu kelimenin bir şeyler üreten (verimli) toprak anlamına geldiğini söylemiştir. Adem kelimesinin Aremice bir terim olduğuna nasıl güvenebiliriz dediğimde ise, Tevrat’a, İncil’e ve Kuran’a bakın, Allah ve melekler, Hz. İbrahim de dahil Hz. İbrahim’e kadar tüm peygamberler aralarında Aremice konuştuğu belirtilmektedir. Bu durumda Tanrı dili neden Aremice, hatta Tanrının kendisi Aremi olmasın diye ilginç bir yanıt verdi.
Yukarıda anlatılan bilgilerin dayandığı tabletler 1915 yılında Pere Scheil, daha sonra S. N. Kramer tarafından gün yüzüne çıkarılmasına karşın, hiç kimse gerçeği öğrenme cesaretini gösterememektedir. Korkak özgür düşünemez Özgür düşünemeyen insan olmaz.
Tufan, gemi ve Sümer “Nuh”u. University Museum’de (Philadelphia) bulunan “Tufan” tabletinin Arno Poebel tarafından kopyası (Kramer, 1990)
Arno Poebel’in 1914 yılında ve British Müzesi’nden George Smith’in “ Gılgamış Destanı’nın on birinci tabletindeki efsaneden anlaşıldığı kadarıyla, Tevrat, İncil ve Kuran’da geçen “ Tufan Efsanesi ” bir Sümer efsanesidir. Öykü tamamen aynıdır; ancak NUH Peygamber yerine, ölümlü (sonradan tanrı katına yükseltilmiş) ZISUDRA vardır. ENLIL ’in gökleri yerden ayırması ile evrenin yaratıldığına inanan Sümerler, dualarında yerleri ve gökleri yaratan ulu Enlil diye dua ederken, anlaşılması çok kolay olan bir kalıtımla, Tevrat, İncil ve Kuran’da da yerleri ve gökleri yaratan ulu tanrı diye dua edilmektedir.
YANLIŞ YORUMLAR GÜNÜMÜZDE DE AYNI HIZLA SÜRMEKTE
Yaratılışa ya da başka bir mitolojiye inanabilirsiniz, bu sizin tercihiniz. Ancak, bir olay, kullandığınız kaynaktan önce belgelenmiş, yazılmış ya da yorumlanmış ise, ahlaki olarak, o kaynakları da birlikte vermeniz gerekir. İşte dogmatiklerde bu ahlaki gelenek oluşmamıştır. Bu nedenle de hiçbir şeyin aslını anlayamazlar. Örneğin Kaptan Jaques Cousteau (Kusto), Atlantik’te iki su akıntısının birbirine karışmadığını açıklayınca, İslam ülkelerindeki kendine ilim adamı süsü veren birçok kişi, yıllarca şu açıklamayı yaptılar: Kutsal kitabımızda zaten bunlar yazılıydı; ancak bilim adamları bulamadılar. Kendisi bu bilgi üzerine Müslüman oldu diye bir de yakıştırma yaptılar. Jaques Cousteau vasiyeti gereği Hıristiyan mezarlığına gömüldü. Bilim adamı sorumluluğu gereği, suların birbirinden ayrılmama durumunu da biz incelediğimizde, bu sözcüğün ilk olarak Sümer Mitolojisinde yazılı olduğu görülür:
Sümer Efsanesine göre evrende ilk olarak Su Tanrıçası Nammu ve uçsuz bucaksız bir su vardı. Tanrıça o sudan büyük bir dağ çıkardı. Oğlu Hava Tanrısı Enlil , onu ikiye ayırdı. Üstü gök oldu, onu gök tanrısı aldı, altı ise yer oldu ve yer, hava tanrısı ile yer tanrıçasının oldu. Bilgelik Tanrısı ile Hava Tanrısı, birlikte, yeryüzünü bitkiler, hayvanlar ve sularla donattılar (M. İlmiye Çığ, Kuran, Tevrat ve İncil’in Sümer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları 10. Basım, 2006: 35). Aynı ifade Tevrat’ta şöyle anlatılıyor: Tevrat Tekvin 1.2- 9 : Suların yüzü üzerinde Allah’ın ruhu hareket ediyordu. Allah “suların ortasında kubbe olsun, suları ayırın” dedi ve Allah kubbeyi yaptı. Altta olan suyu üstte olan sudan ayırdı ve Allah kubbeye ‘gök’ ve alttaki kuru toprağa da ‘yer’ dedi. Aynı ifade Kuran’da yer alır: Kuran Enbiya Suresi ayet 30 : Gökler ve yer yapışık iken onları ayırdığımızı, bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmez misiniz? Neden doğruyu söylemekten çekinelim? Neden eğitimde, inançlarımızı, geleneklerimizi sosyal saplantılarımızı körü körüne devam ettirebilmek için, genç dimağlardan bilgiyi saklayalım ya da çarpıtalım?
Gerçekleri sonsuza kadar saklayamayacağımıza (taş olduğu için yakılarak yok edilmesi zor) göre, bir gün, tüm bunları öğrenen insanımız, güvenlerini yitirdikleri için, sahip olduğumuz diğer tüm değerlere de sırt çevirecektir.
Tüm bu anlatılanlar, 5.000 yıl önce kil tabletlere ve taşlara yazılmış olan bilgilerdir ve müzelerde korunmaktadır.
INSANLIK TARIHINI ETKILEYEN IKINCI UYGARLIK “MISIR UYGARLIĞI” Mitolojimizin ikinci kolu Mısır Uygarlığı kaynaklıdır; arzu ederseniz bu bilgileri, Luvr/Paris, British Museum/Londra, hatta Istanbul Eski Eserler Müzesi’nde görebilir inceleyebilirsiniz.
Mısır’da M.Ö. 1350 yıllarında başa 4. Amenofis (Amenophis) (TUTANKAMON’un kayınpederi) geçti. Bilindiği gibi, tek tanrılığı ilk defa Amenofis ortaya attı. Çok tanrısı olan bir evrende kargaşalık olur yaklaşımı ile tanrı sayısını bire indirdi (yani tek tanrılılık semavi dinlerin değil Amenofis ’in fikridir). Tahta çıkar çıkmaz tanrılar tanrısı AMON-RA ’yı ve diğer tüm tanrıların ( Maat , Hathor , Isis , Nephthys , Set , …) adını tapınaklardan sildirdi ve bir yasayla sadece tek bir tanrıya tapınılacağını emretti. Tek bir tanrı vardır o da güneşin kendisi “ ATON ’ dur, dedi. Böylece dünyada ilk defa tek tanrılı Aton Dinini ( Atenism bazen Atonism ) kurmuş oldu. TEB rahipleri . Amenofis bu yaklaşımına büyük tepki gösterdiler.
4. Amenofis adını değiştirerek, her şeyin yaratıcısı ve güneşin sevgilisi, Aton ’a hizmet eden anlamına Akneton (Akhenaton) adını aldı. Bir de Aton ’a şiir yazar: Akhenaton’un tanrı Aton’a yazdığı bir şiir: Tanrı uludur, birdir, tektir ondan başkası yoktur. Bir tanedir, o’dur her varlığı yaratan, bir ruhtur tanrı, görünmeyen bir ruh, ta başlangıçta vardı tanrı, tek varlıktı o. Hiç birşey yokken o vardı. Herşeyi o yarattı, ezelden beri süregelen varlığı, ebediyete kadar sürecek, gizlidir tanrı, kimse görmemiştir onu. Insanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman.
Daha sonra yüzyıllar boyu eski Mısır’ın başkenti olan, Amon kültürünün de merkezi sayılan, Karnak tapınağının bulunduğu Teb’i terkederek, yeni başkent ilan ettiği ‘ Güneşin Ufku ‘ anlamına şehrine yerleşmiştir. gelen Akhetaton 4. Amenofis TEB’den ayrılıp göç etmesine karşın, TEB rahipleri tarafından öldürüldü. Ölümünden sonra bu din TEB rahiplerinin etkisiyle yasaklandı. Daha önceki tanrılar yine sahneye çıktı. AMON-RA en büyük tanrı oldu (bu tanrıya dua etmek için ya rab ya da ya rabbim dendi, bu sıfat ilk olarak Tevrat’a sonra İncil’e en sonunda da Kuran’a geçti); duaların kabulü için, duaların sonunda en büyük tanrı adına, Amon ya da Amen adına bir bağlama yapıldı. Bu da üç semavi dindeki duaların sonunda amen ve amin kelimesini oluşturdu. Bazı kaynaklarda Amenofis (Tanrı Aton’un dünyadaki temsilcisi olduğunu ileri sürerek, yani ilk olarak dünyada peygamberlik ilan ederek), okunan duaların sonuna, adından kaynaklanan amen kelimesinin eklenmesini emretti ve bu gelenek Musa tarafından Tevrat’a taşındı ve sonunda 3 dinin de dualarına girdi. Amen kelimesi zamanla değişerek ‘ Amin’ e dönüştü.
Mısırlılar daha önce de ruh dünyasına ve insanın ölünce ahirete gideceğine, mahşer günü “Yargıç Allahın” giden kişinin iyiliklerini ve kötülüklerini tartacağına, iyi ise kişinin ebedi cennete giderek, daha sonra ortaya çıkan semavi dinlerde tariflendiği gibi çok rahat yaşayacağına, kötülükleri fazla çıkarsa cehenneme giderek orada yanacağına, sonsuz eziyet çekeceğine inanılıyordu. Yahudiler, bir anlamda Museviler, bir zamanlar bugünkü Mezopotamya bölgesinin içinde yer alan Uruk şehrinde yaşayan bir kavimin, İbrahim Peygamber önderliğinde, Uruk şehrinden kovularak, Haran’a yerleşmesi ile tarih sahnesine çıkmış; oradan da bugünkü Filistin topraklarına göç etmişlerledir. Filistin’e geldiklerinde oranın yerli halkı, bugünkü Filistinliler yeni gelen kavime kucaklarını açmışlardır. O günkü Filistin halkı Kenanlar olarak adlandırılıyordu. Gelen kavim burada da tutunamadı ve Mısır’a göçtü. 4. Amenofis , Filistin’den Mısır’a göç eden Yusuf ve kavimi ile Musa arasındaki bir tarihte yaşamıştır. Yani Musa , hem Aknaton ’un öğretisini bire bir yaşamış ve öğrenmiştir hem de 2. Ramses döneminde yaşamıştır ve 2. Ramses’ten İsrailoğullarına eziyet etmemesini istemiştir. Hz. Musa, 10 emrin de yazılı olduğu Akneton tapınaklarında yazılı olan tek tanrılılığa, yani Allah’a inanmıştı.
Daha sonra 2. Ramses tahta çıktı ve bu dönemde Akneton ’un tek tanrılı inancı bırakılarak, eski inanca geri dönüldü. Hz. Musa ve yedek ya da yardımcı peygamber olarak bilinen Hz. Harun aynı zamanda yaşadılar ve her ikisi de Firavunla (yani 2. Ramses ile) çatışmaya girdiler (Kuran’daki Araz suresi 132. ayette de değinildiği gibi). Allah (her üç dinde de söylendiği gibi) Ramses’e ceza verir; ilk olarak (7 sene süren) kuraklık başladı; Nil nehrinin seviyesi düştü; aşırı sıcaklıklar oldu (Kuran’daki Zülküf suresi 51. ayette de değinildiği gibi). Tufan oldu, çekirge istilası yaşandı, buğday güvesi musallat oldu (Kuran’a göre). Musa ’nın bu felaketlerden yararlanarak halkı kışkırtacağını hisseden, tek tanrılığı reddetmiş olan Ramses, Musa ’yı kavimi ile birlikte Filistin’e göçe zorlar. Ancak, Ramses, kendine haber vermeden kavmini peşine takarak göç etmeye kalkışan Musa ’nın peşine düşer ve onu Sina Yarımadası’nda yakalar. Kavminin bir kısmı Musa ’ya baş kaldırır: Köleydik ama yaşıyorduk, şimdi Firavun bizi öldürecek derler. Musa ise: Allah bana yardım edecek diyerek, asasını vurur ve Kızıl Deniz’i ikiye ayırarak kendi kavmini (13 kavimden 12’sini) selametle geçirir; Firavun ise askerleri ile birlikte Kızıldeniz’in tekrar kapanan sularında helak olur (Kuran’daki Yunus suresi 93. ve Araz suresi 131. ayette de değinildiği gibi).
Musa ve kavimi, Allahın Israiloğullarına vaat ettiği topraklara doğru yol alırlar ve bugünkü Filistin’e yerleşirler. Türkiye’de Urfa, Mardin, Midyat ve Mezopotamya da, bugün Irak toprakları içinde yer alan Uruk şehrinin bulunduğu yer ve çevreleri de Tanrının Israil oğullarına vaat ettikleri topraklar içerisinde kalır. Esasında bu hususlar Kuran’da da yer aldığı için, Müslüman’ım diyen herkese bunun gereğini yapması farz kılınmış demektir. Kutsal kitaplara göre Kudüs’te Allah’a ait ilk tapınak yapılır. Tarihsel bilgilere göre de Allah ’a ait ilk tapınak Akneton tapınağıdır; çünkü tek tanrılılık ve Allah tanımı, namaz, sünnet, cennet, cehennem, kurban, ahiret, mahşer, kıyamet vs. bu tapınağın inanç sisteminin içinde yer alıyordu ve Musa ’ya tanrı tarafından indirildiğine inanılan 10 emir de Akneton tapınağının giriş sütunlarında yazılıydı. Dört semavi dinde de, yaratılış mitolojisi, günlük işlerin düzenlenmesi ve ahiret işleri, bir taraftan kökleri Uruk şehrine kadar uzanan ve Ibrahim Peygamber ve kavimi tarafından daha batıya taşınan Ön Asya ve Mezopotamya inanç ve öğretisine (örneğin şeri kanunlar), bir taraftan da Musa peygamber tarafından Filistin’e taşınan Akneton Tapınağının öğretisinin yoğrulmasıyla ortaya çıkmış görünmektedir.
Bugün Mescidi Aksa olarak bilinen bu tapınağın altındaki Musevilerce kutsal sayılan tüneller, 2006 sonu-2007 başında başlayan arkeolojik kazı ve kendi ifadelerine göre kurtarma çalışmalarındaki eski yapılar, özünde Musa ’nın kurduğu Allah ’a adanmış ilk tapınağın kalıntılarıdır. Ancak Hz. Ömer, o dönemde bu tapınağın üzerine bir mescit inşa ettiriyor ve kavga da bu noktada başlıyor. Bir İsrailli bakan, yani Şeron, 2003 ya da 2004 yıllarında, Mescidi Aksa’nın altındaki bu tünelleri ziyaret etmek isteyince, Müslümanlarca kıyamet koparıldı, sonuç olarak binlerce insan öldü, ölmeye de devam ediyor.
Türkler ve Araplar açısından bir açmaz ve o denli de komik bir durum daha var: Musa ’ya ve dinine, hatta Kuran’a inanıyorsak, onun gereklerini yerine getiren insanlara da saygı göstermemiz kaçınılmazdır. Kaldı ki, ilk olarak Tevrat’ın çeşitli bölümlerinde (Bablarda), daha sonra da Kuran’da (Bakara 38 olabilir) Israiloğullarını diğer kavimlere üstün kıldık denmektedir. Eğer kutsal kitaplara ve tüm bunlara inanıyorsanız, gereğinin yapılmasının da dini bir yükümlülük olduğuna inanmalısınız. Çeşitli kelime oyunları ve yorumlarla, sanki çocukları kandırıyormuş gibi, tüm bunlardan kaçmak aklı başındaki insanlar için olanaksızdır. Ya inanır gereğini yaparsınız ya da benim gibi başından sonuna kadar tüm bunların bir mitoloji olduğunu kabul eder ve onları kutsal bir öykü olarak benimser; ancak onu yaşamınızı yönlendiren bir unsur olarak kabul etmezsiniz.
İşte Türklerin Buhara’da ve Maveraün-Nehir’de karşılaştıkları mitoloji, bir taraftan Mezopotamya kültürlerinden özellikle Sümerlerden köken alan, diğer taraftan Mısır inançları ile yoğrulan “Tek Tanrılı Yaratılış Mitolojisi” Tevrat’a, İncil’e ve Kuran’a bu haliyle geçti.
M. Ö. 400-500 yıllarında yazılmış olan Tevrat’ın, kendisinden en az 300-400 yıl önce yazılmış olan Zerdüşt’lerin el kitabı Avesta ’dan da büyük ölçüde İyilik Tanrısı esinlendiği görülür. Avesta’da Hürmüz ile Kötülük Tanrısı Ehrimen arasındaki mücadele geniş bir ayrıntıyla anlatılır; ayrıca Tevrat ve İncil’deki Mesih tanımlanır. Öyle ki: Kıyamet, öldükten sonra diriliş, ödül ve ceza, kız oğlan kızdan (yani Meryem’den) doğacak bir peygamber (yani Isa) dünyayı kurtaracak.
Daha doğuda yaygın olan Vediizm ve Brahmanizm gibi kast sistemine dayalı dinlerde de fakirlerine şunu öğütler: Siz iç huzurunuzla uğraşın, bu dünya işlerini üstün insanlara bırakın, acı çekerek Tanrıya ulaşın (Hint Fakirlerini anımsayın).
Çevremizde tanıdığımız tüm semavi ya da semavi olmayan dinlerde, ikinci ortak bir anlaşma noktası: Tanrı dilediğine verir.
Türklerin batıda karşılaştığı dinlerin hepsinde ortak bir kabul vardı:
Bu da kuralları tanımlanmış güçlü bir kölelik kurumuydu. Köleliği semavi dinlerin hiç biri yasaklamamıştı. Hâlbuki Türklerin geleneğinde, inancında (Şamanizm’de) ve idari sistemlerinde kölelik hiçbir zaman olmamıştı.
İşte semavi dinlerin zaman içinde güçlenerek yayılmasının ve diğer dinlere egemen olmasının temelinde, bu kölelik sisteminin, zaman zaman değişik kimliklere bürünen köleci-feodal sisteme inanılmaz kaynak aktarmasında ve bu sömürü düzenini güçlendirmesinde yatar.
Geleneksel yaratılışın dışında başka şeyler de olabileceğini düşünen hiç olmadı mı?
Yine de M.S. 1016 yılına kadar, değişik uygarlıkları bünyesinde bulundurmuş Ön Asya kültürlerinin değişik inanç ve mitlerinin zaman zaman etkisini gösterdiğini, insanların düşünmesi ve yeni olasılıkları araştırması için kapıları açık bıraktığını görüyoruz. İslam âlimi olarak bilinen Cahız : Bilim kuşkuyla başlar demiştir . Bu nedenle, bu dönemlerde Müslümanlığın da yaygın olduğu bu coğrafyada, Antik Yunan düşüncesinin de temelini oluşturduğu bilimsel yaklaşımlara rastlıyoruz ve bu bilimsel düşüncenin İslam Uygarlığına güçlü bir ivme kazandırdığını görüyoruz.
Öyle ki bu ivmeyle Halep’te ve Mısır’da (Mekke’de ve Medine’de değil), eski Ön Asya (Mezopotamya) ve Mısır uygarlıklarına ilişkin bilimlerinin önemli katkılarıyla Endülüs’e kadar uzanan, zamanına göre gelişmiş bir uygarlık kuruldu.
İslam tarihinde Burini ve Hasankaleli Ibrahim Hakkı Hazretleri , evrimsel düşünceye, geleneksel düşünceden farklı bakan insanlar olarak bilinir. Ne yazık ki bu düşünürleri de büyük ölçüde dünyaya tanıtan batı dünyasının yazarları, bilim adamları olmuştur.
İSLAM DÜNYASI NEDEN ÇÖKTÜ?
Ancak M.S. 1016 yılında, İslam âlimleri olarak adlandırılan çok sayıda insan bir araya toplanarak, Kuran konusunda uygulamaya yönelik bir tartışmayı başlatıyorlar. Buna bilimcilerle kadercilerin karşılaşması deniyor. Imami Gazali çok iyi bir hatip olması nedeniyle “ biz ancak beş duyumuzla algılayabiliriz; hâlbuki kutsal kitabımız bu duyuların dışındaki gerçekleri bize ulaştırmaktadır ” mealinde bir konuşma yapıyor ve bu nedenle “ Kuran üzerinde hiçbir şekilde yorum yapamayız, tek bir esresini bile değiştiremeyiz, ebedi olarak verilen ilkelere ve düşüncelere bağlı kalmalıyız ’diyor ve İslam ülkesinin evrimleşmesini bu noktada kapatıyor ve İslamiyet bu tarihten itibaren düşüşe geçiyor.
Sakın o eskidendi, şimdi değişti diye sevinmeyin. Ulusal televizyon kanallarımızda defalarca aynı mealde, en son da Nisan/2007’de bir din ve ahlak söyleşisinde bir ilahiyat profesörünün yaklaşımı, Imamı Gazeli’den aşağı kalmıyordu. İfade aynen şöyle idi: Dünya işlerini anlamada akıl tek başına yetmez, her şeyi akılla, bilimle çözmeye kalkışırsanız imanınızdan olursunuz.
İşte bana anlat diye verdiğiniz Türkiye’de- buna bazı durumlarda 58 İslam ülkesinde ve bağnaz Musevilikte ve Hıristiyanlıkta ifadesini de ekleyebilirsiniz- “evrim algılanması nedir?” konusu bu tarihte noktalanıyor; bir adım atılamıyor.
Bu ülkeler ve bu düşünceyi benimseyen kitleler evrimleşemiyor ve evrim algılamalarında ne yaparsanız yapın her hangi bir değişiklik meydana gelmiyor, gelemiyor. Moleküler biyoloji, genetik, popülasyon genetiği anlatsanız dahi. İşte bu nedenle, bu sempozyum, evrim algılayamazlarla- mitolojinin organik bağının ortaya konduğu ve bu bağın nasıl kırılması gerektiğini inceleyen bir toplantı olmalıydı.
Gördüğümüz gibi köklerimiz, kültürümüz, geleneklerimiz, göreneklerimiz, tarihin yazıldığı Ortadoğu’nun mitlerine uzanmıştır; bir açıdan kültürel bir zenginliktir; ancak, bu mitleri aynen ya da dolaylı olarak inançlarımıza taşıyarak bu güne kadar getirmemizden ve bu mitlerin günlük yaşamımızdaki belirleyiciliğinin değişmez olduğuna inandığımızdan, bu mitlere karşı çıkanları en ağır şekilde cezalandırdığımızdan dolayı, bu kültürel zenginlik aynı zamanda ayaklarımıza bağlanmış prangaya dönüşmüştür.
Gözümüzü kapayarak bir yere gidemeyiz!
Türkiye’nin ve büyük bir olasılıkla birçok İslam ülkesinin gündeminin en önemli maddesi olan, ülkemizdeki demokrasinin işlemesini sekteye bile uğratan, çok vahim olaylara gebe bırakan, türban tartışmasını bile analiz edemiyoruz. Örneğin, türbanın nereden kaynaklandığını, ne zaman ortaya çıktığını, ne amaçla kullanıldığını, ilk defa kimler tarafından ve hangi kesimler tarafından kullanıldığını incelemeye bile yanaşmıyoruz. Başka bir ülkede yaşasak neyse der hoş karşılarım, ama tarihin yoğrulduğu bir ülkedeki insana hoşgörüyle bakamayız; hiç kimse bakamaz. En basitinden Çorum Arkeoloji Müzesinde, İslamiyet’ten yaklaşık 2000-3000 yıl önce bugünkü türbanın aynısını takmış figürlerle donatılmış büyük küpleri, çanakları görmemezlikten gelemeyiz. Er ya da geç birileri bunları inceleyecektir. Bilim de mitoloji de insanlığın ortak kafa ürünüdür; kökleri ilkel toplumların yaşamına kadar uzanır. Bilimi anlamak için, bilim öncesi veya bilim dışı düşünme biçimleriyle ilişkilerini bilmemiz gerekir. Bu nedenle evrim anlatacakların, öncelikle mitoloji, din, sanat ve metafizik konularını bilmek ve bilimle ilişkilerinin olumlu ya da olumsuz taraflarını sergilemek zorundadır. Bu nedenle bu konuşma ağırlıklı olarak bu konularda yapılıyor.
Bir görme özürlünün çeşitli yöntemlerle görmesi sağlanabilir; ancak iki eliyle gözünü ısrarla kapatmayı sürdüren bir kişiyi ya da toplumu körlükten kurtaramazsınız.
Biz, tüm bu olumsuzlukların kökenini ve nedeninin arayıp, dogmanın, insan soyu için ne denli tehditleri birlikte getirdiğini halka anlatmamız gerekirken, ne mi yapıyoruz, dindarıyla, bilim adamıyla, düşünürüyle, yöneticisiyle takiye yapıyoruz. Örneğin, başına peruk ve şapka koyarak derse giren öğrencileri aydınlattığımızı düşünüyoruz ve başarı hanemize yazıyoruz. Esasında uyuyoruz, uyutuyoruz. Örtü başta değil düşüncede!
29 Nisan 2007 tarihinde milyonu aşkın insan, İstanbul Çağlayan’da toplanıp “Cumhuriyetine Sahip Çık, Yarın Geç Olabilir” tarihi toplantısını yaparken, Türkiye’nin Ulusal Televizyonu TRT aynı saatte “ya Afrika’daki bir hayvanla ilgili belgeseli ya da bilmem ne adlı bir spor” programında, sağ yatsaydı golü kurtaracaktı, sola yatsaydı topu çelecekti tartışmasını en ayrıntılı şekilde uzmanlarına incelettiriyordu. Keza aynı minvaldeki diğer görsel basın kuruluşları da aynı duyarsızlığı kasıtlı olarak gösteriyorlardı.
Başına kuma sokan bir yönetim er ya da geç hem kendi başını hem de yönettiği toplumun başına belaya sokacaktır. EVRİMİ ALGILAYAMAMANIN DOĞURDUĞU ZARAR NE OLMUŞTUR?
Evrimin tanımını bir de şöyle yapabiliriz: Sürekli mimarisini değiştiren bir evrende, evreni oluşturan öğelerin de değişmesidir. New York, Paris ve Moskova Bilimler Akademilerinin de beyan ettiği gibi, evrende “Evrim Kuramı”nın dışında her şeyin değişmesi beklenir. Evrim Kuramı değişmez, çünkü bu kuramın bizatihi kendisi, değişimin ilkelerini inceleyen bir bilim olduğu için, incelediği ve içerdiği nesneler değişse bile, kuramın kendisi değişmeden kalacaktır.
Bu nedenle kurulu ve geleneksel düzene çoğunluk ters düşer.
Doğma ise, kurulu ve geleneksel düzene koşulsuz itaat etmeyi ve değişmemeyi ilke edinmiştir.
Bunun sonucu, toplumlarda ve özellikle bizim toplumda, evrimi algılayamama ne gibi sonuçlar doğurmuştur? Birkaç örnek vermekle yetineceğim.
1. Doğru gözlem yapabilmek için, aynı koşulu ve aynı ortamı paylaşan, ancak bu bakımdan yani dünya görüşleri bakımından farklı olan iki toplumdaki gelişmeleri izlemek en doğru sonucu oluşturacaktır. Bunun için, batı sosyologlarının da sık sık örnek verdiği Berlin’deki Kreuzberg mahallesi en iyi örnektir. Sovyetler yıkılmadan önce, yaklaşık 100.000 Türk işçisi, özellikle 1964 yılında gelenler, Doğu Almanya’ya tam sınır olan ve tehlikeli bir yer olarak bilinen Kreuzberg’e yerleştirildi. Aradan tam 50 yıl geçti, Kreuzberg’deki işçilerin gerek davranış, gerek sosyal işlevler, gerek dünya görüşü, gerek giyim kuşam, gerek analistik düşünce vs. vs. (Sümerbank pazen pijamalarla sokaklarda dolaşmak dâhil) bakımından bir adım değişmediği gözlendi. Sokakta birbirine tekme atma, bağırma, tükürme, dükkânlardan malların yürüyüş yoluna taşması, geldikleri gün gibi kaldı. Hâlbuki 100 metre yanında uzanan caddede başka bir toplum (Almanlar) oturuyordu ve bu toplum, gelişmeleri adım adım izliyordu, değişiyordu.
Siz zannediyor musunuz ki Avrupa Birliği bizi fakir olduğumuz için içlerine almada ayak diretiyorlar; ayak diretmelerinin esas nedeni değişmeyen kafa yapımızın ortaya çıkaracağı olumsuzluklardır. Düşünün ki, yazılı basına göre, hem de sağlık bakanımızın biri, peygamberimiz sofra bezinin üzerinde yemek yediği için, evinde masa bulundurmuyormuş.
2. Başka bir kültürü ve inancı da dünya mirası olarak benimsemek ve gerekirse onun izleyicisi olmak bir erdemdir. Bunun için yüce Atatürk, Sümerleri ve Hititleri kendi kültürünün öncüleri olarak kabul ettiği için, onlara izafeten Sümer ve Eti Bankalarını kurdu (daha sonra holdingler). Her ikisi de satılarak ortadan kaldırıldı. Atatürk, Hititlerin simgesini Ankara şehrinin simgesi olarak aldı ve bu kültüre sahip çıktı, Hititlerin mirasçısı olduğunu tüm dünyaya ilan etti. Ne mi oldu? Ankara’nın Hitit Güneşi olarak bilinen simge ortadan kaldırıldı, bir cami simgesi kondu. Bunu izleyen birkaç ay içerisinde Avrupa Birliği “Hititler Avrupa kökenli insanlardı ve Anadolu’nun esas sahipleri onlardı, yani Avrupalılardır” kararını alarak, ileride çıkacak civcivin yumurtasını folluğa bıraktılar.
3. Ön Asya, tarım bitkileri, süs bitkileri ve bazı meyve türleri bakımından gen merkezi olduğunu biliyoruz. Ancak, inancı gereği, değişmeyi ve evrimleşmeyi bir türlü benimsemeyen bir toplumun bunları ıslah etmesi beklenemezdi; öyle de oldu. 58 İslam ülkesinin hiç biri, ekonomik bir çeşidin oluşturulmasına imza atamadı. Doğa müzesi kurmadı, biyolojik arşiv yapmadı. Çevresini tanıyarak onları bilimsel olarak sınıflandıramadı. Bu söylediklerim, İslam ülkelerinin ve diğer dinlerin de tutucu ülkelerinin hemen hepsi için geçerlidir.
4. Dogmatik yaklaşımlar merak duygusunu bastırdığı için, kökten dinciliğin egemen olduğu toplumların hemen hepsinde, ülkelerindeki hiçbir antik eser, doğal anıtlar, hatta mitolojiler incelenemedi. Bunu, evrime inanmış toplumların içinde yetişenler yaparak, bu onurun mutluluğunu yaşadılar.
5. Dogmatik yaklaşımlar, geleneksel düzene sorgulamadan baş eğmeyi öğütlediği için, bu ülkelerde demokrasi ve toplumsal düzenleme ile ilgili hiçbir yaratıcı adım atılamadı. Sadece ekonomik sorunlar ve inanç çatışmaları nedeniyle isyan üzerine isyanla bulundukları toplumları kemirdiler. Bu nedenle Türkiye’ye demokrasinin getirilme kararı Atatürk Başta olmak üzere birkaç kişinin iradesi ile gerçekleşmiş, bu istek toplumun alt kesiminden değil, üsten gelmiştir; 85 yıl geçmesine karşın bu nedenle demokrasi sıkıntımız sürmektedir. Düşünün Büyük Millet Meclisi’nde cumhurbaşkanı seçimi, bunca milletvekiline karşın bir kişinin tercihi ile seçiliyor. Demokrasi, birçok yönüyle göstermeliktir. İktidar için de geçerli muhalefet için de, tek seçici başkan gibi gözüküyor. Niye? Kulluk kültüründen geldiğimiz için.
6. Dogmatik yaklaşım nedeniyle evrensel kimlik kazanamadılar. Bugün, dünya nüfusunun %80’i için “bizim inandığımız yaratılış” hiçbir şey ifade etmiyor. Çin’de bir üniversitede çalışacaksanız, onlara bizim yaratılışımızı mı anlatacaksınız? Aynı tarzda giymiyor, aynı yemekleri yemiyor, aynı şeyleri içmiyor, aynı şeyleri düşünmüyor, aynı şeylerden zevk almıyor, en kötüsü ise, kendi inancınızın ve düşüncenizin dışındakileri sapkınlık olarak niteliyorsanız, bu küre üzerinde yaşayan insanlarla nasıl bir araya geleceksiniz. Bu nedenle son zamanlarda uygarlıklar arasındaki çatışma sözcüğünü hafife almayın. (Maide 51- Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.)
7. En önemlisi kuşkuya yer olmadığı ve tek doğruya saplanıldığı için bu toplumlarda analistik düşünce gelişemedi. Bunun için de birkaç örnek vermek isterim. Burada yanlışlığını ya da doğruluğunu tartışmak da istemiyorum. Bu anlattıklarımı sakin bir kafayla uygun bir zamanınızda tekrar düşünmenizi diliyorum.
Kudüs, bilinen “en yakın olarak tanımak zorunda olduğumuz” birçok peygamberin (en az üçü), peygamberliğinin tebliğ edildiği, kutsal kitaplardan da en az 3′nün indiği, Müslümanların bile ilk ibadetlerinde yönlendiği, söylenceye göre Hz. Muhammed’in Miraç’a yükseldiği yer olmasına karşın, burada, tarihin hiçbir döneminde barış sağlanamamıştır; en kanlı katliamlar burada gerçekleşmiştir; çoğu da din adına. Bugün bile, dünyanın en güvensiz şehri ünvanını korumaktadır.
Bütün minibüslerde ve otobüslerde “Allah Korusun” yazısı olmasına karşın, araç başına en çok kaza, bizde, Türkiye’de oluyormuş.
Kâbe Tanrının evi olarak tanımlanmasına karşın, sadece 1992 yılından bu yana sadece ayakaltında ezilenlerin sayısı 10.000 leri geçmiş durumda. Yani Tanrının evinde bile güvende değilsiniz.
2004 yılında Büyük Okyanus’ta meydana gelen tusunamide, en çok zararı Endonezya’nın Müslüman kesimi olan Ace bölgesi gördü, bir rakama göre, sadece 100.000 çocuk bu bölgede anasız-babasız kaldı. Tüm dünya bu bölgeye yardıma giderken, oradaki, yani Ace bölgesindeki Müslümanlar ne yaptı biliyor musunuz? Tam 240.000 hacı, tusinamiden bir ay sonra, Hacca gitti ve ortalama adam başına 8.000 dolar harcadı; çocuklar da ser-sefil ortada kaldı.
Türkiye’de hacca giden 100.000 hacının 80.000’den fazlası yeşil kart kullanıyormuş.
Mısır halkının gelirinin %68’i (güvenilir kaynak olmayabilir) turizmden gelen gelirmiş. Gelen turistlerin %62’si (güvenilir kaynak olmayabilir) sadece Firavunların yaptırdığı piramitleri ve eserleri görmek için geliyorlarmış. Kuran’da onlarca yerde Firavunlara lanet yağdırılıyor ve beddua ediliyor. Mısır halkı, ekmeğini yediği Firavunlara günde 5 defa lanet okuyor, her gün sopasını yediği halkın, yani İsrailoğullarının var oluşunu sağlayan peygamberlerini de günde 5 defa kutsuyor.
En ilginci de, Darül-Zeferan ve Darül-Moor (Mardin)’da yaşadığım bir konuşma. Hep merak etmişimdir, Mardin civarlarında yaşayan bir grup insan, Yezidiler, neden şeytanı kutsal olarak biliyor? Ailemdekilere sormuştum, öncelikle Âdem ile Havva’yı kandırarak cennetten kovdurduğu için şeytanı sevmeyiz dediler; daha sonra hangi Müslüman’a sordumsa benzer cevabı aldım. 2004 yılında Siverek civarında şeytanı kutsal bildiği söylenen bir kişiyle ilginç bir konuşmam oldu. Adama – Gerçekten Şeytanı kutsal olarak mı bilirsiniz? Diye sordum Bana cevap olarak: – Anneni ve babanı sever misin? Hatta sana daha sonra kötülük etseler dahi onlara saygıda kusur eder misin diye sordu? – Etmem dedim. – Niye etmezsin? – Çünkü onlar benim dünyaya geliş nedenim? Diye yanıt verdim.
O zaman beni iyi dinle hocam dedi; öyküyü bir daha başından alıp düşünelim.
İnançlarımıza, hatta semavi dinlerin hepsindeki inanca göre, Âdem ve Havva, Rab tarafından yaratılıyor ve Eden (Aden) bahçesi olarak bilinen cennete konuyor, doğru mu? Doğru. Rab ile birlikte olan ve her zaman olan, yaratıldığı hiçbir yerde yazılı olmayan melekler de var, Azrail, Mikail, İsrafil ve Şeytan gibi, doğru mu? Doğru.
Kitaplarımıza göre Cennet Bahçesinde (Aden ya da Eden’de) çeşitli meyve ağaçları var; Âdem ile Havva bu meyvelerin hepsini yiyebiliyorlar; ancak yasak ağacın (birçok inanışta bilgelik ağacı olarak da biliniyor) meyvesini yemeye izinli değiller, doğru mu? Doğru. Ancak her ikisi de insan sıfatında yaratıldıkları için, merak onların en önemli özelliği. Bu nedenle bu ağacın meyvesini merak edip duruyorlar, yemeye de cesaret edemiyorlar, doğru mu? Doğru.
Birgün Şeytan Havva’ya yaklaşıyor ve “Siz insansınız, merak ediyorsanız yiyin diyor” ve ona ve Âdem’e yasaklı ağacın meyvesini yediriyor; bunlar meyveyi yer yemez edep yerleri görülüyor ve insan olduklarını anlıyorlar; utanıyorlar ve bazı rivayete göre incir yaprağı ile edep yerlerini örtüyorlar. Rab akşam Eden Bahçesine inerek, Âdem’e sesleniyor. Âdem yanıma gelsene diyor. Âdem, gelemem efendim diyor. Bunun üzerine Rab, demek yasaklı meyveyi yedin. Sana lanet olsun diyor ve onu insan kisvesinde, ölümlü, doğumu sırasında acı çeken bir varlık olarak dünyaya gönderiyor. Şeytanı da birçok inançta yılan kisvesinde ceza olarak dünyaya indiriyor ve her ikisini de birbirine karşı ebedi olarak düşman yapıyor.
Neden her ibadetinizde Şeytana beddua ediyorsunuz? O olmasaydı, siz de olmayacaktınız! Sizin olmadığınız bir evrenin size ne yararı olacak, biz onu anlayamıyoruz. Bu nedenle, bizi dünyaya getiren ana ve babamıza nasıl saygı gösteriyorsak Rab ile birlikte Şeytan’a da saygı gösteriyoruz. Bu nedenle biz şeytanı aşağılayan o terimi değil “İsmi güzel melek” adına gelen ifadeleri kullanırız. Sayın hocam bir daha bu konuşmamızı düşün. Ben de size diyorum, belki bu konuda değil; ancak doğru bildiğimiz birçok konuda, bazen yanlış tanımlardan yanlış sonuçlar çıkararak yolumuzu karartabiliriz.
HACİVAT-KARAGÖZ’Ü NEDEN ÇOK SEVERİZ?
Türk toplumu ve Ön Asya toplulukları neden “Hacivat- Karagöz” orta oyununu 600 yıl boyunca büyük bir zevkle seyretmiştir, hiç düşündünüz mü? Hacivat-Karagöz oyununun en önemli özelliği Hacivat’ın dediğini Karagöz, Karagöz’ün dediğini Hacivat tümüyle ters anlar; Hacivat mersine der, Karagöz tersine anlar, bu böyle sürer gider.
İşimize gelmeyenleri ya yanlış anlamayı ya da anlamazlıktan gelmeyi yaşam tarzı olarak benimsemişiz. Hiçbir şeyin aslını ve dogmatik eğitimimiz nedeniyle bir ifadenin gerçekte ne anlama geldiğini öğrenme alışkanlığımız yoktur. Dünyada üzerinde hiç tartışılmayan en önemli kemiyetler sayılardır. Örneğin 5 dediğinizde bunu kimse tartışmaz. Gelgelelim ki, semavi dinlerde verilen sayıların bile bir zahiri bir de gerçek anlamı vardır diye fetva veriyoruz. Bu nedenle, bu topluluklar gerçeği hiçbir zaman öğrenemiyorlar.
27 Mayıs İhtilali ya da Devrimi’nden sonra, Ankara DTCF’inde bir konuşmada, ülkemize damgasını vuran ve daha sonra her kademede görev alan bir politikacımız, aynen şu cümleleri söylüyordu: 27 Mayıs İhtilali, hükümete karşı olmamıştır, konuşmanın ilerleyen evrelerinde işçilere karşı olmamıştır, bürokratlara karşı olmamıştır, emekçilere karşı olmamıştır, memurlara karşı olmamıştır, bilmem neye karşı olmamıştır diye sayarken, birisi söz aldı, evet sayın başbakanım biliyoruz, sabaha karşı olmuştur diyerek, gerekli yanıtı verdi.
Bu insanların mesajları yanlış okuması, bizi daha sonra bir yeni ihtilale, birkaç açık ve net, çok sayıda üstü kapalı muhtıraya muhatap etmiştir. Niye yanlış okuyoruz? Niye? Çünkü Hacivat-Karagöz’ün torunlarıyız da onun için.
27 Nisan-2007’de yeni bir muhtıra yedik, bu muhtıranın içeriğinin ne anlama geldiğini dikkatle okumamız gerekirken, neredeyse evde oturan ve televizyondan olayları seyreden ben bu muhtıranın sorumlusu ve muhatabı durumuna düşeceğim. Dogmatizm sadece bize özgü de değildir ve sadece bizi perişan etmemiştir?
Bu anlattıklarım bizim için ne kadar geçerli ise, dogmatik saplantıya girmiş, her ırktan, her inançtan, her ekonomik düzendeki toplum için de geçerlidir.
Bakın, Hıristiyan tarihinde, “eşek davası ya da meselesi” diye ilginç bir tartışma vardır. Birileri eşeğin ağzında kaç diş olduğunu merak ediyor ve tartışma başlıyor. Tam 100 yıl. Birisi diyor ki biz niye bu kadar tartışıyoruz? Eşeğin ağzını açıp dişlerini sayalım ve böylece kaç diş olduğunu öğreniriz. Kilise hayır diyor, saysanız da gerçek değildir. Çünkü kutsal kitapta ve Batlameyus’un kitabında eşeğin dişi ile ilgili bir bilgi yoktur. Bu nedenle sizin sayınız gerçek olmayacaktır.
Dogmatizmin bir karşıtı olarak ortaya çıkan komünizmin (keza Maoizmin) bizatihi kendisi, “Das Kapital” ve “Mavi Kitap”la bir zaman sonra bir çeşit din kisvesine, dogmatik bir yapıya büründüğü için, yıkıldı gittiler. EVRİM KAVRAMINI ALGILATMA “DOGMATİKLİĞİN DIŞINDA” YİNE DE NEDEN BU KADAR ZOR?
Bir tarafta –her ne kadar Sümer-Babil-Asur öğretilerinden aynen alınmış ya da esinlenmiş ise de- tanrı tarafından kutsal kitaplarla insanlara tebliğ edildiğine inanılan “tek bir kelimesinin değiştirilmesine izin verilmeyen” bir “Yaratılış Öyküsü’ bir tarafta da, her an kapsamı ve içeriği değişen, çeşitli bilim dallarının mekik dokuduğu, anlaşılması ve incelenmesi zor, zaman alan ve en tehlikelisi geleneksel düşünceye ve düzene ters düşen bir “Evrim Kuramı” var. İşte biz zor bir coğrafyada, zor bir konuyu öğretmekle yükümlü olan bir meslek grubuyuz. Bunun için diğer zorluklarımızı da masaya yatırmak zorundayız. İzin verirseniz, şimdi bu konuların bazılarını da masaya yatıracağım.
“Evrim kavramını nasıl algılıyoruz” sözü, tekrar söylüyorum; bu ülkenin tümüne yakını için geçersizdir; çünkü evrimi algılayamıyoruz. Pekâlâ, bırakın evrimi, temel bilimlerin en basit bir kuralını bile zor algılıyoruz; örneğin, üniversitelerde ilgili konularda çalışanları hariç tutarsak, bugün uygar bir insan için olmaz ise olmaz olan, volt, amper, direnç kavramlarını kim kavramış ki. Kaldı ki, evrendeki doğal yasaların ortaya çıktığı günden bu yana, ilkeleri hemen hemen hiç değişmeyen fizik ve kimya kurallarını kavrayamayan bir kesim, zaman içinde sürekli değişen biyolojik bir evrimi anlayacak, algılayacak. Sizce bu mümkün mü; mümkün olmayacağını, bazı ülke gerçekleri ile sunmaya çalışacağım.
Türkiye’de 2007 tarihi itibariyle 1.200.000 çocuk ilkokula gitmiyor.
Bu sayı içerisinde çocukları bir ana olarak büyütecek eğitecek kız çocuklarının oranı ürkütücü derecede yüksek. Şu anda AB ülkelerinin toplamında (27 ülke) okuma yazma bilmeyenlerin sayısı, Türkiye’dekinden çok daha azmış.
Ankara’nın komşusu Çankırı’da ilkokula gidenlerin sayısı ancak %64; Bitlis’te ise kızların %54.1’i okula gidememektedir.
Ankara’nın içinde başarılı okullar ile halk (başarısız) okulları arasında neredeyse çağ denebilecek fark var.
Türkiye’de 76 çeşit de lise var. Adı lise, 2006 Haziranında yapılan ÖSS sınavında fen kolundan mezun olan 150.000 öğrenci, yanlış duymadınız tam 150.000 öğrenci, fen bilgisi sınavından toplam 120 soru, tek bir soruyu doğru yapamadığı için, değerlendirme merkezi tarafından, sıralamaya sokulamamış ve otomatikman diskalifiye edilmiştir. Bu nedenle de, fen puanı ile öğrenci alan birçok fakültenin kontenjanı doldurulamamıştır.
Durum böyle iken, Milli Eğitim Bakanlığı, 2006 yılında din dersinde uygulamalı ders diye yeni bir dersi devreye sokmuştur; okullara mescit yapımı gündeme gelmiştir.
Buna karşın kişi başına düşen resmi (devletten maaş alan) din görevlisinin sayısı, Avrupa ortalamasının en 3-4 katıdır (bir rakama göre 8 katıdır).
13.04.2007 tarihi itibariyle:
Almanya’da 70 bin sağlık kurumu 8 bin kilise
Fransa’da 60 bin sağlık kurumu 9 bin kilise
Türkiye’de 7 bin sağlık kurumu 90 bin cami
Ahirete daha çok yatırım yapan bir ülkeden ne bekliyorsunuz?
Çevresi ve ailesi bu tip insanlarla çevrilmiş, sadece test çözen bir toplumun bir olayı başından alıp sonuna kadar sistematik belirli bir mantık zinciri içerisinde düşünmesi, yorum yapması olanaksızdır. Evrimsel düşünce ise, birbirini izleyen koşul ve olayların değerlendirilmesi ile ilgilidir. Sözüm ona günümüzün çağdaş eğitimcilerinin önerdiği ve geliştirdiği, bugün uygulanan eğitim modeli, evrimsel düşünme modelinin tam karşıtıdır. Bugün google’a girdiğinizde Türkiye’de 5 milyon 600 bin çeşit sınav çıkmaktadır. OKS ile başlayıp ÖSS sınavları ile toplum cendereye alınmış durumdadır. Bu çoğalma hızıyla görünürde başka bir yol da görünmüyor. Düşünmeyi nasıl öğreteceğiz? Evrim düşünme ile başlıyor, inanma ile değil?
Hayal mi görüyoruz yoksa çağı yakalıyor muyuz?
İmza attığımız AB Lizbon kıstasına göre 2010 yılından sonra liseyi bitiren her çocuk anadilinden başka en az iki dili akıcı olarak okuyup konuşmak zorunda. Hâlbuki Türkiye’de en az 5 milyon kişi Türkçeyi derdini anlatacak kadar konuşamıyor. Konuşuyor diye baktıklarımızın muhtemelen yarısı söylenenin ancak yarısını anlayabiliyor.
Prof. Dr. Ali DEMİRSOY – 3 Mayıs 2007
Biyoloji Eğitiminde Evrim Sempozyumu
İnönü Üniversitesinin ev sahipliğinde gerçekleştirilen Biyoloji Eğitiminde Evrim Sempozyumu’nda yaptığı sunum.
Zorluk nerede?
Evrimin toplu olarak tartışıldığı panel-sempozyum ve benzeri toplantılara aktif olarak katılmama kararı almıştım. Ancak, Inönü Üniversitesi’nin rektörü Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’na ve evrimle ilgili böyle bir düzenleme yapmak istediğini galiba ilk olarak bana açıklayan, sevgili öğrencim Sayın Prof. Dr. Murat Özmen’e ve yine öğrencim olan Sayın Prof. Dr. Özfer Yeşilada’ya olan saygım ve sevgimden ve doğal olarak siz dostlarımla birlikte olabilmek için bu kararımı bu sefer rafa kaldırdım.
Prof. Dr. Murat Özmen, halkımızın evrim algılayışının ne olduğunu anlatmamı talep etmekteydi. İlk etapta böyle bir talep, çok masumene bir yaklaşımla, sadece 42 yıllık bir hocanın gözleminin ve tespitinin ne olduğunu anlamaya yönelik gibi görünmekteydi. Ancak, gerçekten 42 yıllık uğraşı ve deneyim, bunun zannedildiği kadar kolay olmadığını bana çoktan göstermişti. Bu, bir görme özürlünün ünlü ressam Rambrant’ın eserlerini, bir işitme engellinin Ludvig van Betoven’in 9. senfonisini nasıl yorumladığını anlatmak kadar zordu.
En zoru da, sempozyumun başlığı gereği, köre Rambrant’ın eserlerini, sağıra da Betoven’in senfonisini nasıl öğrenebileceğini ve yorumlayabileceğini öğreteceğimizdi…
Ufku olmayan neyi anlar ? Hiçbir şeyi!!!
Benim doğduğum kasaba Kemaliye, bir kuyunun içinden gökyüzüne bakar gibi bir vadinin içine gömülmüş, şirin bir kasabadır. Kemaliye (Egin) de bir yaşlı bayan hastalanıyor; tedavi için bir araba ile Malatya’ya götürülürken; ilk defa Kemaliye Çanağı’nın dışına çıkma şansını yakalıyor ve Kemaliye’yi geride bırakan ilk dönemeci aşan aşmaz; daha engin bir araziye çıkmış oluyor. Kadının ilk sözü, “vay anam, Osmanlı’nın meğer ne kadar büyük arazisi varmış” da biz bilmiyormuşuz oluyor. Zamandan, mekândan, nesnelerin kendi arasındaki ilişkiden, her şeyin bir neden sonuç ilişkisinden kaynaklandığını bilmeyen bir kişiden ya da bir toplumdan ne bekliyorsunuz?
Bilgi ve merak eksikliği olan bir topluma, neyi öğretebilirsiniz? Doğayı gözleyerek, karışık biyolojik mekanizmaları çözme yetisini mi? Uzun süreçlere dayanmış olan yapısal, coğrafik, jeolojik değişiklikleri mi? Yoksa yine uzun bir süreç olan tarihi gerçekleri mi? Hiç birini. Tüm bunları öğrenme, emek ister, alın teri ister, birbiri üzerine konmuş bilgi birikimi ister ve en önemlisi altını çizerek söylemek isterim geleneksel ve kurulu düzene eleştiriyel gözle bakmak ister. Son cümlede vurguladığımız kurulu düzene karşı koyma ve eleştirel düşünme tarzı ve davranış biçimi, ülkemizde ve dünyanın birçok ülkesinde yaygın bir yaşam tarzı değildir.
Bir toplumda, emek ve eziyet gerektiren karmaşık bilimsel düşünce tarzının karşısına, her şeyi kestirmeden, kısa yoldan; ancak hiçbir zaman açıklıkla anlaşılması mümkün olmayan, her zaman üstü kapalı tarzda her yöne çekilebilen, uğraşılırsa bütün gizemleri açıklayabileceğine inanılan dogmatik düşünce tarzı dayatılmış ise ve bu yaklaşım, politikacılar, toplumu sömürenler, bir ülkeyi geri bıraktırmak isteyen dış güçlerin ülke içindeki maşaları ve okumadan alim, gezmeden gezgin, çalışmadan zengin olmak isteyenler tarafından kullanılmaya başlanmışsa, o toplum birçok belaya açık demektir. Bu anlattıklarım, bu ülkede yaşayan sizlere yabancı gelmemiş olmalı; ancak büyük bir olasılıkla bu dünyada aynı yolu izleyen ya da izlettirilen birçok ülke bulunduğunu söyleyebiliriz ve hemen hepsi yoksullukla boğuşmaktadır. Bir defa bir inanışın, bir yaklaşımın, bir düşünce tarzının, sosyal yaşamı şekillendiren kuralların, değişmeyeceğine ve mutlak doğru olduğuna inanmış iseniz, çıkmaz sokağa girmişsiniz demektir. Bakın size insanlık tarihini derinden etkileyen, hepimizin bildiği bir örnek vereyim.
Geçmişe kısa bir yolculuk: “eğri temele, doğru bina yapma çabaları”
Roma Imparatorluğu döneminde, Iskenderiye’de, I.S. ikinci yüzyılda yaşayan Batlamyus (Ptolemaios), elindeki taşın yere düşmesini gözleyerek, güneşin ve ayın da aynı kurala tabii olduğunu düşünerek ve dolayısıyla dünyanın, güneş sisteminin ve evrenin merkezi olduğunu ileri sürmüş ve bu yaklaşım, kilisenin “tanrısal” resmi görüşü olarak benimsenerek, insanlara yüzyıllarca kan kusturulmuştur. Bu görüş, insanı evrenin merkezi yapmayla kalmamış, her şeyin efendisi olma ve tüm canlı ve cansız nesnelerin insan için yaratıldığı fikrine sürükleyerek, yaşayan her canlının bu düşünceden olumsuz pay almasına ve acı çekmesine de neden olmuştur. Ta ki Polonyalı Kopernik (M.S. 1400), bunun tersinin de doğru olacağı fikrini ileri sürünceye kadar. Ne var ki, Kopernik, bu düşüncesinin benimsendiğini görmeden öldü. Ondan önce de birçok düşünür, Batlamyus yaklaşımındaki gitmezlikleri saptamışlardı; ancak egemen inanışa “dinlerin katı dayatmasına” ters düşmemek için, bu gitmezliklerin üzerine yürüyeceklerine, acaba bu gitmezlikleri nasıl olur da düşünürlerin dikkatinden kaçırabiliriz ya da o günkü inançlar içerisinde inandırıcı bir yol bularak geçiştirebiliriz diye çabalamışlar (bugünkü aydınların ve üniversite hocalarımızın kulakları çınlaşın) ve kiliseden de nemalanmışlardır.
Örneğin, gezegenlerin ve yıldızların izledikleri yolda ortaya çıkan; fakat Batlamyus’un yaklaşımıyla bir türlü çözülemeyen sorular, o günkü sözde bilim adamları, ancak ve ancak bugün bizim birçok televizyonumuzun programlarında dogmatik düşünceye saplanmış, çıkmazdaki ülkelerin ve bizim sorunlarımızın nedenlerini göz ardı ettirmek ya da uzaklaştırmak için iler sürülen, hepsi kendi başına bir komedi olan söyleşilere bile taş çıkaran çözümlerle geçiştirilmeye çalışmışlardır. Batlamyus’un kitabı Arapçaya da çevrilmiş, Müslüman ülkelerin tümüne dağıtılmıştır ve İslam dünyasınca en büyük alim olarak nitelendirilmiştir. Çünkü tüm semavi dinlerde olduğu gibi, insan, Batlamyus’un bu yaklaşımında, evrenin tam orta noktasına yerleştirilmiş, her şey, hatta kendi cinsinin dişileri dahi, insanoğlunun, yani burada kastedilen erkeğin emrine verilmişti. Bu düşünce, Avrupa’yı da din adamları ve şairler aracılığıyla, tamamen sarmıştı. Bırakalım daha sonraki yıllarda, bu düşüncenin ortaya çıkardığı vahşi kapitalizminin neden olduğu doğanın tahribini, geçmİşte yüz binlerce kadın, doğal felaketlerin nedeni olarak gösterilerek, yakılmıştı.
Bugün biz Batlamyus’u suçlamıyoruz, suçlayamıyoruz. Çünkü evrendeki olayları inceleyebileceği elindeki tek araç, gözleriydi; yapabileceği de o kadardı. Ancak, bizim kınadığımız, bu geleneksel düşüncedeki gedikleri görmeyip, bu gedikleri yok sayanlar ya da bu gedikleri görüp, ancak onları bilimsel gerçeklere dayanıyormuş görüntüsü ile bir cambazın kıvraklıkları ile daha az bilen insanları yanıltmak için kullananlardır. Bu iki zümrenin her kesimi de şu anda ülkemizde ve üniversitelerimizde tahminlerinizin çok daha ötesinde yüksek sayılarda temsil edilmektedir. Hatta bu bilimsel düşünceye ilişkin eksiklikleri gidermek için ders verenler bile bu – eyyamcı, yanıltmacı, oportünist- kesimin içindedirler.
Doğal olarak, kast ettiğimiz kesim, geleneksel düşünceye her zaman ters düşmesi beklenen, değişimin ilkelerini incelemekle yükümlü olan evrim kavramını üniversitelerde ders olarak verenlerdir. Bizatihi bu kesimin birçoğu, Kopernik öncesi, Batlamyus’un kusurlarını ve eksikliklerini bile görmemezlikten gelen, hatta bu kusurlara kılıf uydurmak için çırpınan bilim adamı kadrosundan maaş alan insanlardır. Esas tehlike burada yatmaktadır; tuz kokmuş ise kokuşmayan hiçbir şey kalmamış demektir. Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden birinde, Gazi Üniversitesi’nde bundan 4 yıl önce, ‘ Kuran’a göre neden evrim olamaz ” adlı bir bitirme tezi yaptırılmış ise, bu ülkede bir evrim kavramının algılanmasından söz edilemez.
Öğretmenin en önemli kısmı, nerden başlanacağını bilmedir!
Burada “şimşekleri üzerime çekeceğimi bile bile” bir şeyi vurgulamadan da geçemeyeceğim. Bu sempozyumun yapılmasını takdirle karşıladığımı belirtmek isterim; ancak içeriği bakımından bakıldığında, bizatihi tertip komitesinin bu ülkenin evrim eğitimi sorununu yeterince algılamadığını üzüntüyle gözlediğimi söyleyebilirim. Adana ve Kuşadası’nda Evrim Paneli adı altında, evrim eğitim sorunlarının masaya yatırılması öngörülmüştü. Verilen bildirilerin hemen hepsi, evrim mekanizmasını bir yönüyle kanıtlamaya yönelik, bilimsel bazı bulguların sunumundan ibaretti ve bana göre her ikisi de panellerin başlığı ile-içeriğinin ilintisi açısından bir fiyaskoydu. Malatya’da yapılan “bu ülkede Evrimin Öğretimine yönelik” sempozyumda da birkaç sunum hariç ‘ki onların da püf noktasına parmak basıp basmayacağını bilemiyorum” yine evrim mekanizmasını kanıtlamaya yönelik salt bilimsel sunumlar olarak görülmektedir. Çünkü binlerce yıldan beri, “ite dalaşacağına çalıyı dolaş” daha iyidir yaklaşımı ile bugünkü bilim adamları da aynı yolu izleyerek, esas, masanın üzerine yatırılması gereken “dogmatik düşüncenin düşünce dünyamızda açtığı korkunç gediklere” değinmeyecekleri kuşkusunu taşıyorum.
Bu sempozyumun taslağını hazırlayanlar bir şeyi önceden kestirmiş olmalıydılar, Darvin (Darwin), genetiği, mutasyonları, moleküler evrimi, popülasyon genetiğini, hatta mayozu, mitozu hiç tanımadan evrim fikrini geliştirdi. Eğer, tertip komitesi, mutasyonları, gen kaymalarını, rekombinasyonları, direnç mekanizmalarını vs. en iyi şekilde anlattığımızda, bu ülkenin ve kökten dinci uygulamaları benimsemiş ülkelerin insanlarının evrimi benimseyeceğini düşünüyorlarsa, büyük bir hata yapıyorlar demektir. Siz neyi açıklarsanız açıklayınız, hep karşınıza başka bir bilinmezlikle çıkacaklardır. Milyonlarca canlı türünün evrimini, hatta her birinin organlarının evrimini talep edeceklerdir. Siz sürekli bir şeyleri kanıtlamak peşinde yuvarlanıp gideceksiniz. Eğer, insanlar için, bu ülke için iyi bir şeyler yapmak arzusunda iseniz, “bu ülkede, eğer cesaretiniz varsa” size bir önerim olacak, evrimdeki mekanizmaları açıklamaları akademik bir amaç olarak çalışın; ancak, bunu halkın bilinçlendirilmesinde etkili bir yol olacağını hiç ummayın. Yapacağınız en önemli görev, yaptıklarınızın doğru olduğunu değil, karşınızdakilerin binlerce yıldır yaptıklarının hata olduğunu söylemek ve yüzlerine vurmaktır. Bu hataların insanları hangi acılara sürüklediklerine ilişkin mevcut belge ve kayıtlar, evrim mekanizmasının açıklanması için elde edilenlerden çok daha fazladır.
Bu sempozyumda, mutasyonlar, gen kaymaları, rekombinasyonlar değil, evrimsel ve özellikle analitik düşünme tarzının Anadolu topraklarında neden bin yıldan beri bir adım bile atamadığının masaya yatırılması gerekirdi. Yaşadığımız ve tanık olduğumuz bağnazlıklar, Brezilya’da, Kongo’da, Tibet’te vb. birçok ülkede olsaydı hoş görülebilirdi; ancak Anadolu topraklarındaki böyle bir bağnazlığı hiç kimse affedemez. Gramerin, tarihin, bir anlamda felsefenin, matematiğin, geometrinin, astronominin, doğa bilimleriyle ilgili ilk gözlemlerin yapıldığı bu toprakta son 1000 yıldır tek bir şey yapılamamış. Bırakın yapılmayı, dünya tarihine bilimin köken aldığı yer olarak geçen Milet’teki insanlık tarihinin en büyük düşünürleri, felsefecileri, bilimcileri, örneğin Thales’i, Anaximander’i tanıyan ve düşüncelerini kavrayan tarihimizde kaç kişi olmuş. Bir imparatorluk düşünün ki, 400 yıl Mısır’da kalmış, Çin Seddi’nden sonra en büyük insan yapısı olarak bilinen piramitler konusunda gözleme dayalı tek bir cümle bile yazılmamış. Empati ve merak insan olmanın temel iki özelliğidir.
NEREDEN NEREYE GELDIK? Bir şeyin kökenini bilemez iseniz, geleceğe yönelik doğru yorum da yapamazsınız! Bu nedenle geçmİşten zamanımıza kısa bir yolculuk yapalım.
ESKI TÜRKLERIN DÜNYAYA BAKIŞLARI “ŞAMANIZM”
Türk milleti olarak oluşum, evrimleşme, köken hakkında hiç bilgimiz olmadı mı? Oldu: Müslümanlıkla tanışmadan, daha Orta Asya’da iken, her insan gibi Türkler de kökenleri konusunda merak ettiler ve kendi mitlerini Anahan dini olarak bilinen Şamanizm içerisinde yarattılar. Şamanizm‘de inanca göre insanlar iyi ya da kötü diye gruplara ayrılmıyordu. Bu nedenle cennet ve cehenneme denk kavramlar geliştirilmemişti (bu şekildeki kavramlar ilk defa İlhanlık dininde Müslümanlıktan transfer edilmişti). Şamanlıkta her yer ( acun ) ve her şey ( mana ) kutsaldır. Bu nedenle büyük kayalar, ağaçlar, su kaynakları hatta yaban hayvanları kutsaldır. Onların hepsi akrabamız olarak bilindi. Doğayı tüm canlılarla birlikte paylaşmayı benimsediler; insanı doğanın efendisi olarak kabul etmediler. Şamanizm‘de kutsal kitap ve tapınak yoktu.
Merasimleri (kutsal günler, ölüm, bayram günlerini) Tanrı ile ilişkide bulunduklarına inanılan “Kam” (ya da Kaman) denen rahipler yürütürdü. Şaman sözcüğü kamandan çıkmıştır. Savaş sırasında insan öldürmenin meşru, bunun dışındaki öldürme olaylarında devletçe ceza verilmesi öngörülen bir düşüncenin egemen olduğu bir toplum yapısı vardı. İçkinin kurallar içinde içilmesi kaydıyla serbest olduğu, erkek-kadın eşitliğinin tam sağlandığı bir düzendi. Şamanizm’in İslamiyet’le değişmeyen tarafları Anadolu Aleviliği (keza Bektaşilik) ile günümüze taşınmıştır. Bu yaklaşımda katı bir tutum gözlenmez, emredici ve yaptırımcı unsurlar bulunmaz.
Bu inanç sisteminde evrimleşme üç basamakta oluşmuştur. Bunun izlerini bugün cem ayinlerinde görmekteyiz. Evrenin oluşumu: Işıktan evren oluşmuştur. Bu nedenle her şeyin temeli ışık olarak bilinir. Bu inançları nedeniyle Osmanlılar, Türkmenlere biraz da aşağılayarak “Işık Taifesi” adını vermiştir. Devriye : Cansız ve canlı (insan hariç) varlıklar oluşmuştur. Canlıların birbirinden halk edildiğine ilişkin inançları vardır. Canlıların hepsi kutsaldır. İnsan halk edilmiştir: İnsan varlığının iki evresi vardır; birinci evrede insan bedenleşmemiş bir enerjidir, ışıktır (nur-i kadim). İkinci evrede insan devriye yoluyla evrimleşerek vücut bulmuş ve cisim olarak ortaya çıkmıştır (vücud-u mutlak).
Zorla dünyaya bakışı değiştirilen bir millet “Türkler”
Bu düşünce tarzı, Türk yurdunun işgali için ilk denemeleri yapıldığı, yani Muaviye’nin Horasan valisi Ubeydullah bin Ziyad’ın, Buhara‘yı (M.S. 637) kuşatması ve sonunda Emevi komutanı El Kuteybe başta olmak üzere yaklaşık 100 yıl boyunca Türkleri kılıç zoruyla Müslüman yapmasıyla sonlanır. Ancak, Türklerin oluşumla ilgili kendi özgün mitleri, bu tarihte sona erer ve ancak çeşitli din ve inançların etkisi altında değişime uğrayarak, bugünkü Bektaşilik ve Alevilik kültürü içerisinde zamanımıza kadar ulaşır.
Anadolu’da birçok başka uygarlık da yaşamıştı (Urartular, Asurlar, Hititler, Lidyalılar, Frikyalılar vd); her birinin kendine özgü yaratılış miti vardır. Ancak, Hıristiyanlık zaman olarak Türklerden çok daha önce Anadolu’ya ulaştığı ve yerleştiği için, Türklerin bu mitleri yaşam tarzı olarak tanıma fırsatı olmadı ve belki onların öyküleri, davranış biçimleri, bölük pörçük kültürümüze girdi.
Buhara’da ve Maveraün-Nehir’de Türkler neyle ve hangi mitolojiyle karşılaştı
Bunu da kısaca görelim: Türklerin karşılaştığı mitolojinin iki önemli kaynağı ya da ayağı vardır. Birincisi Sümer mitolojisi, ikincisi Mısır uygarlığıdır. Bu ikisini birbirine bağlayan ve yeni sentez çıkaran, Uruk şehrinden köken alıp, Urfa üzerinden Filistin’e, oradan da Mısıra giden ve Mısır’dan geriye gelerek Kudüs’te yeni bir inanç sistemini dünyaya empoze eden Musevilerdir. Bu süreci kolay anlayabilmek için tarihsel sıralamaya göre bazı başlıklar altında görelim.
DÜNYAYA EGEMEN OLAN MITOLOJI: SÜMER ve MISIR MITOLOJISI
Önce tanık olduğum ve ne büyük tehlike altında olduğumuzu gösteren bir girişimim ve anımla başlamak istiyorum.
Türk orta eğitimine bilimsellik kazandırma çabamız Ön Asya- Mısır Mitlerine çarptı
1992 yılında o zamanın Milli Eğitim Bakanı, Sayın Köksal Toptan’a giderek, orta eğitim kitaplarının çağdaş ve bilimsel merakı uyandıracak tarzda yazılması gerektiğini uzun ve oldukça sert bir tarzda anlatmaya çalıştım. Herhalde ikna olmuş olacak ki, Dünya Bankası’nın desteklediği program geliştirmeye beni ve 5–6 meslektaşımı, bir o kadar da Milli Eğitim bakanlığı uzmanını görevlendirdi. İki yıl çalıştık, galiba, iyi bir program da geliştirdik. Son düzeltmeleri yaparken, o güne kadar tek bir cümle katkıda bulunmayan sözüm ona Milli Eğitim Bakanı uzmanlarının bir kısmı bana:
“Hocam biliyorsunuz? Bu kitaplarda bölümlerin arasına okuma parçaları koymak gerekiyor. Ben de “çok iyi olur” dedim. En az yeni ve ilgi çeken biyolojik araştırmaları ve konuları buralarda anlatmak mükemmel olur dedim. Yok hocam, bu konular maneviyatımıza yönelik konular olacak dediler. İyi dedim, Atatürk’ün başarıları ile ilgili şeyler yazarız. Olmaz dendi. İnançlarımızın güçlendirilmesi gereken konular olacak. Yani ne diyorsunuz, Yunus Suresi’nde “Yunus Peygamber Akabe’de balığın midesine giriyor, üç gün denizin altında yol alıyor, sonra Nil Nehri Deltası’nda karaya çıkıyormuyu” anlatalım? Yoksa! Musa’nın bir asa darbesiyle Kızıl Deniz’in ikiye ayrıldığını, 12 kabilenin geçtiğini birinin sulara gark olduğunu mu” yazalım?
Bunun üzerine bana önümüzdeki hafta bir daha toplanalım bu konuları gözden geçirelim dendi. İkinci günün sabahı, resmi bir araba ile bakan imzası taşıyan bir sarı zarf geldi, Milli Eğitim Bakanlığı ile ilişkimin kesildiğini tebliğ eden…
Ben yine de mitolojinin anlatımı taraftarıyım; hem de Türk insanı evrimi nasıl algılıyor başlığı altında:
INSANLIĞI ETKILEYEN SÜMER EFSANELERI
Yaratılışın ne olduğunu insanlarımıza doğru anlatabilmek için, ilk olarak Sümer, daha sonra Babil, daha sonra, Süryani ve İbrani tarihini ve mitolojisini bilmek gerekiyor. En azından S. N. Kramer’in (1990) “Tarih Sümer’de başlar (History Begins at Sumer) kitabını okumak ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan çok sayıdaki Sümer yazıtlarını bir defa görmek gerekiyor. Çünkü evrim kavramını bugünkü çağdaş bulgularla bile –Malatya’da da ne yazık ki deneneceği gibi- anlatamayacağımız apaçık.
Neden mi dersiniz? Dünyanın en çok bilim adamı barındıran ve en çok bilgi birikimi olan Amerika yönetiminin hemen hemen tümü, halkının önemli bir kısmı, bizim bilim adamı kadrosundan maaş alanların da neredeyse tümü, halkımızın tümüne yakını katıksız olarak yaratılışa inanıyor. Bu nedenle evrimleşmeyi sağlayan düzeneğin doğru olduğunu anlatmak için çırpınmanın hiçbir yarar getirmeyeceğini bir daha vurgulamak istiyorum. Eğer cesaretiniz varsa, eğer gerçekten sorunu kökten çözmek istiyorsanız, yaratılışın, bilinmesi ve kuşaktan kuşağa saklanması gereken sadece ve sadece bir mitoloji olduğunun bizim ağzımızdan açıklanması gerekiyor.
Tarih ve semavi dinlerin inançları M. Ö. 3000 yıllarında Sümer’de başlar.
Tanrılar insan tarzında tanımlanmıştı. Başlangıçta bir yaratılış olduğuna inanılmıyordu, sadece diğer tüm tanrıları yaratan Deniz Tanrıçası NAMMUN ’nun denetlediği sonsuz bir suyun olduğuna inanılıyordu. Ayrıca iki büyük tanrının Su Tanrısı ENKI ve en büyük tanrı NINHURSAG ’ın olduğunu, bu tanrıların çocukları olarak AN ( erkekti ve gök tanrısıydı) ve KI ( dişiydi ve yer tanrısıydı) tanrılarının olduğuna inanılıyordu. Semavi dinlerde, Allah (Tanrı) ile birlikte hiçbir zaman yaratıldığı belirtilmeyen ve hep var olduğu bilinen dört büyük meleğin, Cebrail, Azrail, Şeytan ve Mikail’in (ve diğer) yapısı ile bu tanrılar arasında bir homoloji kurulmaktadır.
AN ile KI ’nin birleşmesinden yine büyük bir tanrı olan hava tanrısı ENLIL doğdu. Kutsal kitaplarda (Tevrat, Kuran ve zaman zaman İncil’de) yerleri göklerden ayırdık sözcüğü, ENLIL ’in gökleri yerden ayırma efsanesinin tekrarıdır ve buna bağlı olarak bitki ve hayvanların oluşması ile Sümer Evrimi başlamıştır. ENLIL , Tevrat’ta Erek olarak geçen ve bugün şehri-devleti olarak bilinen yerde Uruk yüzlerce yıl takdis edilmiştir (2. cihan savaşından kısa bir süre önce Almanlar tarafından bulunan kitabelerden). ENLIL , asasını kime verirse, bir çeşit peygamber ya da tanrı rütbesini ona verirdi. MUSA ’nın asa taşımasının kökeni de bu geleneğe dayanmaktadır.
ENLIL ’in en önemli iki tanrıdan biri olan NINHURSAG ’ın kızına bir kayıkta tecavüz etmesi ile iki adı olan ( NANNA ve SIN ) Ay Tanrısı doğdu. Bu adların Süryanilerin esas dili olan Aremiceye Habil ve Kabil olarak geçtiği söylenir. Güneş tanrısı UTU ve Venüs tanrıçası INANNA ise ay tanrısının çocuklarıdır. Ay’ın simgesel özelliği bu nedenle çok önemlidir. Camilerin minaresinin şerefesinde bulunan ay simgesinin de bu önemden kaynaklandığı bilinmektedir.
ENLIL bu kusurundan dolayı yer altında “ Hades ” denen cehenneme (Tevrat’ta Sheol , Incil’e ve Kuran’a Cehennem olarak geçmiştir) sürülmüştür. Ayrıca, statüsü gittikçe düşün yüzlerce tanrı vardı (örneğin Tuğla Tanrısı KABATA statüsü düşük olan tanrılardan biridir).
Sümer mitolojisinde insanın yaratılış öyküsü, semavi dinlere kaynaklık etmesi bakımından çok önemlidir: İbraniler (yani İbrahim soyundan gelen ve bugünkü İsraillilerin temelini oluşturan kavim), dünya tarihinde ortaya çıktıkları zaman, Sümerler çoktan tarih sahnesinden silinmişti. Ancak, İbranilerin sonradan gelip yerleştikleri Filistin’de yerli halk olarak bulunan Kenanlılara komşu olan Asur, Babil, Hitit, Huri ve Aremilerin, Sümerlerle çok yakın temasları olmuştu. Dolayısıyla İbraniler, dolaylı olarak Sümerlerden etkilenmişti ve daha sonra göreceğimiz gibi, Mısır uygarlığından da etkilenince, ikisinin sentezi olan bir yaşam tarzı ortaya çıkmış oldu.
İbrani mitolojisi (edebiyatı) ile Sümer mitolojisi (edebiyatı) arasındaki parelellik, ilk defa 1915 yılında yayınlanan Bulletin of the American School of Oriental Research dergisinin 1 nolu sayısında Supplementary Study olarak çıkmış, daha sonra da 1945 yılında University Museum’da bulunan 6 sütün üzerine 278 satır taşıyan bir tabletle bu yaratılış mitolojisi hemen hemen tümüyle açıklanmıştır.
Bu tablette (yazıtta), saf, temiz ve parlak, hastalığın, ölümün bilinmediği, ağrısız ve acısız doğumun yapıldığı, hep yaşayanların ülkesi olarak inanılan bir ülke “ Dilmun ”tanımlanmıştı (bu ülke Babililerde ölümsüz yaşayanların ülkesi, Tevrat, İncil ve Kuran’da da Cennet olarak geçer). Bu ülkede ne yazık ki su kıttı. Dilmun daha sonra Tevrat’a Fırat, Dicle ve dört bucağa uzanan nehirlerin arasında yer alan, doğuya doğru uzanmış Eden Bahçesi’ne ve daha sonra da Cennete dönüştürülmüştür. Bu son iki tanım Kuran’da da aynen tekrarlanmıştır. Dilmun bahçesine yer yüzünden su taşıyan NINHURSAG 8 bitkiye filizlendiriyor (aynı anlam Tevrat’ta Musa 2: 6’da, şöyle geçiyor: Yerden çıkan nem bütün toprağın yüzünü suladı). Tanrı ENKI (Tevrat, İncil ve Kuran’da Adem olarak geçen), iki yüzü olan tanrı ISIMUD ’un (Tevrat, İncil ve Kuran’da Şeytan olarak geçen) gizli gizli getirdiği bu bitkileri ve özellikle yasaklı bitkiyi yiyor. Tanrı NINHURSAG son derece kızıyor onu, ölümlü yaparak İ’nin sağlığı bozuluyor, 8 cezalandırıyor. ENK organı hastalanıyor (……, çene, diş, ağız, …., kol, kaburga, ….; noktalı kısımlar kırık olduğu için okunamamıştır). Kurulu düzene ilk karşı çıkan varlık, simgesel olarak ENKI olmuş ve lanetlenmiştir. Bu lanetlenme, daha sonra dinler tarihinde her türlü cezayla ve aforozla sürdürülmüş; içine şeytan girdi diye Orta Çağda 100.000 kadın bu düşüncenin devamı olarak yakılmıştır.
Tevrat’ta “Havva Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır” denmektedir. Niye kaburga kemiği? Bizim Müslüman alimler de, insanın en son çürüyen kemiği bu kemiktir, buradan DNA çıkarılabilir, gibi çok güzel yorumlar yapmaktadırlar.
Kaburganın Sümercesi “ Ti ”dir; ENKI ’nin kaburgasını iyi etmek için yaratılan tanrının adı Sümercede hem “ Kaburganın Hanımı ” hem de “ Yaşatan Hanım ’ anlamına gelmektedir. Sümer edebiyatında “ Kaburganın Hanımı ” kelimesi, Ibranicede, kelimelerin birbirinden farklı yazılması nedeniyle “ Yaşatan Hanım ’ anlamına “ Havva ”ya dönüşmüştür. Çünkü Ibranicede “Kaburga” ile “Yaşatan” kelimeleri bir değil, ayrıdır.
Burada yaratılan, sadece bir insan değil, bir çeşit peygamber olarak niteleyeceğimiz tanrı-insandır, yani Âdem ve Havva’dır. Ancak sade insanın ortaya çıkışını Sümer’deki başka bir mitoloji ile öğreniyoruz:
Sümer’de Tanrılar, özellikle dişi Tanrılar çoğalmaya başlayınca, işlerin çokluğundan, yiyecekleri hazırlamanın zorluğundan yakınıyorlar ve tanrıların hepsini var eden Deniz Tanrıçası Nammu’ya bir çare bulması için yalvarıyorlar. O da Bilgelik Tanrısı’na bilgeliğini ve marifetini göstermesini söylüyor. Bunun üzerine:
Bilgelik Tanrısı yumuşak bir kilden şekiller yapıyor ve Tanrıçaya sesleniyor: Ey Annem! Adını vereceğin yaratık oldu, Onun üzerine Tanrıların görüntüsünü koy, Dipsiz suyun çamurunu karıştır, Kol ve bacakları meydana getir, Ey Annem! Yeni doğanın kaderini söyle! İşte o bir insan! (M.I. Çığ, age: 36).
Tevrat ve Kuran’da da insanın çamurdan, ıslak çamurdan, kuru çamurdan yaratıldığına ilişkin en az 6 ayet bulunmaktadır.
Darül-Zaferan/Mardin’deki Süryani Metropoliti ya da yardımcısı olan Gabriel’e Âdem kelimesinin anlamını sorduğumda, eski Süryanicede (herhalde Aremice’de) bu kelimenin bir şeyler üreten (verimli) toprak anlamına geldiğini söylemiştir. Adem kelimesinin Aremice bir terim olduğuna nasıl güvenebiliriz dediğimde ise, Tevrat’a, İncil’e ve Kuran’a bakın, Allah ve melekler, Hz. İbrahim de dahil Hz. İbrahim’e kadar tüm peygamberler aralarında Aremice konuştuğu belirtilmektedir. Bu durumda Tanrı dili neden Aremice, hatta Tanrının kendisi Aremi olmasın diye ilginç bir yanıt verdi.
Yukarıda anlatılan bilgilerin dayandığı tabletler 1915 yılında Pere Scheil, daha sonra S. N. Kramer tarafından gün yüzüne çıkarılmasına karşın, hiç kimse gerçeği öğrenme cesaretini gösterememektedir. Korkak özgür düşünemez Özgür düşünemeyen insan olmaz.
Tufan, gemi ve Sümer “Nuh”u. University Museum’de (Philadelphia) bulunan “Tufan” tabletinin Arno Poebel tarafından kopyası (Kramer, 1990)
Arno Poebel’in 1914 yılında ve British Müzesi’nden George Smith’in “ Gılgamış Destanı’nın on birinci tabletindeki efsaneden anlaşıldığı kadarıyla, Tevrat, İncil ve Kuran’da geçen “ Tufan Efsanesi ” bir Sümer efsanesidir. Öykü tamamen aynıdır; ancak NUH Peygamber yerine, ölümlü (sonradan tanrı katına yükseltilmiş) ZISUDRA vardır. ENLIL ’in gökleri yerden ayırması ile evrenin yaratıldığına inanan Sümerler, dualarında yerleri ve gökleri yaratan ulu Enlil diye dua ederken, anlaşılması çok kolay olan bir kalıtımla, Tevrat, İncil ve Kuran’da da yerleri ve gökleri yaratan ulu tanrı diye dua edilmektedir.
YANLIŞ YORUMLAR GÜNÜMÜZDE DE AYNI HIZLA SÜRMEKTE
Yaratılışa ya da başka bir mitolojiye inanabilirsiniz, bu sizin tercihiniz. Ancak, bir olay, kullandığınız kaynaktan önce belgelenmiş, yazılmış ya da yorumlanmış ise, ahlaki olarak, o kaynakları da birlikte vermeniz gerekir. İşte dogmatiklerde bu ahlaki gelenek oluşmamıştır. Bu nedenle de hiçbir şeyin aslını anlayamazlar. Örneğin Kaptan Jaques Cousteau (Kusto), Atlantik’te iki su akıntısının birbirine karışmadığını açıklayınca, İslam ülkelerindeki kendine ilim adamı süsü veren birçok kişi, yıllarca şu açıklamayı yaptılar: Kutsal kitabımızda zaten bunlar yazılıydı; ancak bilim adamları bulamadılar. Kendisi bu bilgi üzerine Müslüman oldu diye bir de yakıştırma yaptılar. Jaques Cousteau vasiyeti gereği Hıristiyan mezarlığına gömüldü. Bilim adamı sorumluluğu gereği, suların birbirinden ayrılmama durumunu da biz incelediğimizde, bu sözcüğün ilk olarak Sümer Mitolojisinde yazılı olduğu görülür:
Sümer Efsanesine göre evrende ilk olarak Su Tanrıçası Nammu ve uçsuz bucaksız bir su vardı. Tanrıça o sudan büyük bir dağ çıkardı. Oğlu Hava Tanrısı Enlil , onu ikiye ayırdı. Üstü gök oldu, onu gök tanrısı aldı, altı ise yer oldu ve yer, hava tanrısı ile yer tanrıçasının oldu. Bilgelik Tanrısı ile Hava Tanrısı, birlikte, yeryüzünü bitkiler, hayvanlar ve sularla donattılar (M. İlmiye Çığ, Kuran, Tevrat ve İncil’in Sümer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları 10. Basım, 2006: 35). Aynı ifade Tevrat’ta şöyle anlatılıyor: Tevrat Tekvin 1.2- 9 : Suların yüzü üzerinde Allah’ın ruhu hareket ediyordu. Allah “suların ortasında kubbe olsun, suları ayırın” dedi ve Allah kubbeyi yaptı. Altta olan suyu üstte olan sudan ayırdı ve Allah kubbeye ‘gök’ ve alttaki kuru toprağa da ‘yer’ dedi. Aynı ifade Kuran’da yer alır: Kuran Enbiya Suresi ayet 30 : Gökler ve yer yapışık iken onları ayırdığımızı, bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmez misiniz? Neden doğruyu söylemekten çekinelim? Neden eğitimde, inançlarımızı, geleneklerimizi sosyal saplantılarımızı körü körüne devam ettirebilmek için, genç dimağlardan bilgiyi saklayalım ya da çarpıtalım?
Gerçekleri sonsuza kadar saklayamayacağımıza (taş olduğu için yakılarak yok edilmesi zor) göre, bir gün, tüm bunları öğrenen insanımız, güvenlerini yitirdikleri için, sahip olduğumuz diğer tüm değerlere de sırt çevirecektir.
Tüm bu anlatılanlar, 5.000 yıl önce kil tabletlere ve taşlara yazılmış olan bilgilerdir ve müzelerde korunmaktadır.
INSANLIK TARIHINI ETKILEYEN IKINCI UYGARLIK “MISIR UYGARLIĞI” Mitolojimizin ikinci kolu Mısır Uygarlığı kaynaklıdır; arzu ederseniz bu bilgileri, Luvr/Paris, British Museum/Londra, hatta Istanbul Eski Eserler Müzesi’nde görebilir inceleyebilirsiniz.
Mısır’da M.Ö. 1350 yıllarında başa 4. Amenofis (Amenophis) (TUTANKAMON’un kayınpederi) geçti. Bilindiği gibi, tek tanrılığı ilk defa Amenofis ortaya attı. Çok tanrısı olan bir evrende kargaşalık olur yaklaşımı ile tanrı sayısını bire indirdi (yani tek tanrılılık semavi dinlerin değil Amenofis ’in fikridir). Tahta çıkar çıkmaz tanrılar tanrısı AMON-RA ’yı ve diğer tüm tanrıların ( Maat , Hathor , Isis , Nephthys , Set , …) adını tapınaklardan sildirdi ve bir yasayla sadece tek bir tanrıya tapınılacağını emretti. Tek bir tanrı vardır o da güneşin kendisi “ ATON ’ dur, dedi. Böylece dünyada ilk defa tek tanrılı Aton Dinini ( Atenism bazen Atonism ) kurmuş oldu. TEB rahipleri . Amenofis bu yaklaşımına büyük tepki gösterdiler.
4. Amenofis adını değiştirerek, her şeyin yaratıcısı ve güneşin sevgilisi, Aton ’a hizmet eden anlamına Akneton (Akhenaton) adını aldı. Bir de Aton ’a şiir yazar: Akhenaton’un tanrı Aton’a yazdığı bir şiir: Tanrı uludur, birdir, tektir ondan başkası yoktur. Bir tanedir, o’dur her varlığı yaratan, bir ruhtur tanrı, görünmeyen bir ruh, ta başlangıçta vardı tanrı, tek varlıktı o. Hiç birşey yokken o vardı. Herşeyi o yarattı, ezelden beri süregelen varlığı, ebediyete kadar sürecek, gizlidir tanrı, kimse görmemiştir onu. Insanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman.
Daha sonra yüzyıllar boyu eski Mısır’ın başkenti olan, Amon kültürünün de merkezi sayılan, Karnak tapınağının bulunduğu Teb’i terkederek, yeni başkent ilan ettiği ‘ Güneşin Ufku ‘ anlamına şehrine yerleşmiştir. gelen Akhetaton 4. Amenofis TEB’den ayrılıp göç etmesine karşın, TEB rahipleri tarafından öldürüldü. Ölümünden sonra bu din TEB rahiplerinin etkisiyle yasaklandı. Daha önceki tanrılar yine sahneye çıktı. AMON-RA en büyük tanrı oldu (bu tanrıya dua etmek için ya rab ya da ya rabbim dendi, bu sıfat ilk olarak Tevrat’a sonra İncil’e en sonunda da Kuran’a geçti); duaların kabulü için, duaların sonunda en büyük tanrı adına, Amon ya da Amen adına bir bağlama yapıldı. Bu da üç semavi dindeki duaların sonunda amen ve amin kelimesini oluşturdu. Bazı kaynaklarda Amenofis (Tanrı Aton’un dünyadaki temsilcisi olduğunu ileri sürerek, yani ilk olarak dünyada peygamberlik ilan ederek), okunan duaların sonuna, adından kaynaklanan amen kelimesinin eklenmesini emretti ve bu gelenek Musa tarafından Tevrat’a taşındı ve sonunda 3 dinin de dualarına girdi. Amen kelimesi zamanla değişerek ‘ Amin’ e dönüştü.
Mısırlılar daha önce de ruh dünyasına ve insanın ölünce ahirete gideceğine, mahşer günü “Yargıç Allahın” giden kişinin iyiliklerini ve kötülüklerini tartacağına, iyi ise kişinin ebedi cennete giderek, daha sonra ortaya çıkan semavi dinlerde tariflendiği gibi çok rahat yaşayacağına, kötülükleri fazla çıkarsa cehenneme giderek orada yanacağına, sonsuz eziyet çekeceğine inanılıyordu. Yahudiler, bir anlamda Museviler, bir zamanlar bugünkü Mezopotamya bölgesinin içinde yer alan Uruk şehrinde yaşayan bir kavimin, İbrahim Peygamber önderliğinde, Uruk şehrinden kovularak, Haran’a yerleşmesi ile tarih sahnesine çıkmış; oradan da bugünkü Filistin topraklarına göç etmişlerledir. Filistin’e geldiklerinde oranın yerli halkı, bugünkü Filistinliler yeni gelen kavime kucaklarını açmışlardır. O günkü Filistin halkı Kenanlar olarak adlandırılıyordu. Gelen kavim burada da tutunamadı ve Mısır’a göçtü. 4. Amenofis , Filistin’den Mısır’a göç eden Yusuf ve kavimi ile Musa arasındaki bir tarihte yaşamıştır. Yani Musa , hem Aknaton ’un öğretisini bire bir yaşamış ve öğrenmiştir hem de 2. Ramses döneminde yaşamıştır ve 2. Ramses’ten İsrailoğullarına eziyet etmemesini istemiştir. Hz. Musa, 10 emrin de yazılı olduğu Akneton tapınaklarında yazılı olan tek tanrılılığa, yani Allah’a inanmıştı.
Daha sonra 2. Ramses tahta çıktı ve bu dönemde Akneton ’un tek tanrılı inancı bırakılarak, eski inanca geri dönüldü. Hz. Musa ve yedek ya da yardımcı peygamber olarak bilinen Hz. Harun aynı zamanda yaşadılar ve her ikisi de Firavunla (yani 2. Ramses ile) çatışmaya girdiler (Kuran’daki Araz suresi 132. ayette de değinildiği gibi). Allah (her üç dinde de söylendiği gibi) Ramses’e ceza verir; ilk olarak (7 sene süren) kuraklık başladı; Nil nehrinin seviyesi düştü; aşırı sıcaklıklar oldu (Kuran’daki Zülküf suresi 51. ayette de değinildiği gibi). Tufan oldu, çekirge istilası yaşandı, buğday güvesi musallat oldu (Kuran’a göre). Musa ’nın bu felaketlerden yararlanarak halkı kışkırtacağını hisseden, tek tanrılığı reddetmiş olan Ramses, Musa ’yı kavimi ile birlikte Filistin’e göçe zorlar. Ancak, Ramses, kendine haber vermeden kavmini peşine takarak göç etmeye kalkışan Musa ’nın peşine düşer ve onu Sina Yarımadası’nda yakalar. Kavminin bir kısmı Musa ’ya baş kaldırır: Köleydik ama yaşıyorduk, şimdi Firavun bizi öldürecek derler. Musa ise: Allah bana yardım edecek diyerek, asasını vurur ve Kızıl Deniz’i ikiye ayırarak kendi kavmini (13 kavimden 12’sini) selametle geçirir; Firavun ise askerleri ile birlikte Kızıldeniz’in tekrar kapanan sularında helak olur (Kuran’daki Yunus suresi 93. ve Araz suresi 131. ayette de değinildiği gibi).
Musa ve kavimi, Allahın Israiloğullarına vaat ettiği topraklara doğru yol alırlar ve bugünkü Filistin’e yerleşirler. Türkiye’de Urfa, Mardin, Midyat ve Mezopotamya da, bugün Irak toprakları içinde yer alan Uruk şehrinin bulunduğu yer ve çevreleri de Tanrının Israil oğullarına vaat ettikleri topraklar içerisinde kalır. Esasında bu hususlar Kuran’da da yer aldığı için, Müslüman’ım diyen herkese bunun gereğini yapması farz kılınmış demektir. Kutsal kitaplara göre Kudüs’te Allah’a ait ilk tapınak yapılır. Tarihsel bilgilere göre de Allah ’a ait ilk tapınak Akneton tapınağıdır; çünkü tek tanrılılık ve Allah tanımı, namaz, sünnet, cennet, cehennem, kurban, ahiret, mahşer, kıyamet vs. bu tapınağın inanç sisteminin içinde yer alıyordu ve Musa ’ya tanrı tarafından indirildiğine inanılan 10 emir de Akneton tapınağının giriş sütunlarında yazılıydı. Dört semavi dinde de, yaratılış mitolojisi, günlük işlerin düzenlenmesi ve ahiret işleri, bir taraftan kökleri Uruk şehrine kadar uzanan ve Ibrahim Peygamber ve kavimi tarafından daha batıya taşınan Ön Asya ve Mezopotamya inanç ve öğretisine (örneğin şeri kanunlar), bir taraftan da Musa peygamber tarafından Filistin’e taşınan Akneton Tapınağının öğretisinin yoğrulmasıyla ortaya çıkmış görünmektedir.
Bugün Mescidi Aksa olarak bilinen bu tapınağın altındaki Musevilerce kutsal sayılan tüneller, 2006 sonu-2007 başında başlayan arkeolojik kazı ve kendi ifadelerine göre kurtarma çalışmalarındaki eski yapılar, özünde Musa ’nın kurduğu Allah ’a adanmış ilk tapınağın kalıntılarıdır. Ancak Hz. Ömer, o dönemde bu tapınağın üzerine bir mescit inşa ettiriyor ve kavga da bu noktada başlıyor. Bir İsrailli bakan, yani Şeron, 2003 ya da 2004 yıllarında, Mescidi Aksa’nın altındaki bu tünelleri ziyaret etmek isteyince, Müslümanlarca kıyamet koparıldı, sonuç olarak binlerce insan öldü, ölmeye de devam ediyor.
Türkler ve Araplar açısından bir açmaz ve o denli de komik bir durum daha var: Musa ’ya ve dinine, hatta Kuran’a inanıyorsak, onun gereklerini yerine getiren insanlara da saygı göstermemiz kaçınılmazdır. Kaldı ki, ilk olarak Tevrat’ın çeşitli bölümlerinde (Bablarda), daha sonra da Kuran’da (Bakara 38 olabilir) Israiloğullarını diğer kavimlere üstün kıldık denmektedir. Eğer kutsal kitaplara ve tüm bunlara inanıyorsanız, gereğinin yapılmasının da dini bir yükümlülük olduğuna inanmalısınız. Çeşitli kelime oyunları ve yorumlarla, sanki çocukları kandırıyormuş gibi, tüm bunlardan kaçmak aklı başındaki insanlar için olanaksızdır. Ya inanır gereğini yaparsınız ya da benim gibi başından sonuna kadar tüm bunların bir mitoloji olduğunu kabul eder ve onları kutsal bir öykü olarak benimser; ancak onu yaşamınızı yönlendiren bir unsur olarak kabul etmezsiniz.
İşte Türklerin Buhara’da ve Maveraün-Nehir’de karşılaştıkları mitoloji, bir taraftan Mezopotamya kültürlerinden özellikle Sümerlerden köken alan, diğer taraftan Mısır inançları ile yoğrulan “Tek Tanrılı Yaratılış Mitolojisi” Tevrat’a, İncil’e ve Kuran’a bu haliyle geçti.
M. Ö. 400-500 yıllarında yazılmış olan Tevrat’ın, kendisinden en az 300-400 yıl önce yazılmış olan Zerdüşt’lerin el kitabı Avesta ’dan da büyük ölçüde İyilik Tanrısı esinlendiği görülür. Avesta’da Hürmüz ile Kötülük Tanrısı Ehrimen arasındaki mücadele geniş bir ayrıntıyla anlatılır; ayrıca Tevrat ve İncil’deki Mesih tanımlanır. Öyle ki: Kıyamet, öldükten sonra diriliş, ödül ve ceza, kız oğlan kızdan (yani Meryem’den) doğacak bir peygamber (yani Isa) dünyayı kurtaracak.
Daha doğuda yaygın olan Vediizm ve Brahmanizm gibi kast sistemine dayalı dinlerde de fakirlerine şunu öğütler: Siz iç huzurunuzla uğraşın, bu dünya işlerini üstün insanlara bırakın, acı çekerek Tanrıya ulaşın (Hint Fakirlerini anımsayın).
Çevremizde tanıdığımız tüm semavi ya da semavi olmayan dinlerde, ikinci ortak bir anlaşma noktası: Tanrı dilediğine verir.
Türklerin batıda karşılaştığı dinlerin hepsinde ortak bir kabul vardı:
Bu da kuralları tanımlanmış güçlü bir kölelik kurumuydu. Köleliği semavi dinlerin hiç biri yasaklamamıştı. Hâlbuki Türklerin geleneğinde, inancında (Şamanizm’de) ve idari sistemlerinde kölelik hiçbir zaman olmamıştı.
İşte semavi dinlerin zaman içinde güçlenerek yayılmasının ve diğer dinlere egemen olmasının temelinde, bu kölelik sisteminin, zaman zaman değişik kimliklere bürünen köleci-feodal sisteme inanılmaz kaynak aktarmasında ve bu sömürü düzenini güçlendirmesinde yatar.
Geleneksel yaratılışın dışında başka şeyler de olabileceğini düşünen hiç olmadı mı?
Yine de M.S. 1016 yılına kadar, değişik uygarlıkları bünyesinde bulundurmuş Ön Asya kültürlerinin değişik inanç ve mitlerinin zaman zaman etkisini gösterdiğini, insanların düşünmesi ve yeni olasılıkları araştırması için kapıları açık bıraktığını görüyoruz. İslam âlimi olarak bilinen Cahız : Bilim kuşkuyla başlar demiştir . Bu nedenle, bu dönemlerde Müslümanlığın da yaygın olduğu bu coğrafyada, Antik Yunan düşüncesinin de temelini oluşturduğu bilimsel yaklaşımlara rastlıyoruz ve bu bilimsel düşüncenin İslam Uygarlığına güçlü bir ivme kazandırdığını görüyoruz.
Öyle ki bu ivmeyle Halep’te ve Mısır’da (Mekke’de ve Medine’de değil), eski Ön Asya (Mezopotamya) ve Mısır uygarlıklarına ilişkin bilimlerinin önemli katkılarıyla Endülüs’e kadar uzanan, zamanına göre gelişmiş bir uygarlık kuruldu.
İslam tarihinde Burini ve Hasankaleli Ibrahim Hakkı Hazretleri , evrimsel düşünceye, geleneksel düşünceden farklı bakan insanlar olarak bilinir. Ne yazık ki bu düşünürleri de büyük ölçüde dünyaya tanıtan batı dünyasının yazarları, bilim adamları olmuştur.
İSLAM DÜNYASI NEDEN ÇÖKTÜ?
Ancak M.S. 1016 yılında, İslam âlimleri olarak adlandırılan çok sayıda insan bir araya toplanarak, Kuran konusunda uygulamaya yönelik bir tartışmayı başlatıyorlar. Buna bilimcilerle kadercilerin karşılaşması deniyor. Imami Gazali çok iyi bir hatip olması nedeniyle “ biz ancak beş duyumuzla algılayabiliriz; hâlbuki kutsal kitabımız bu duyuların dışındaki gerçekleri bize ulaştırmaktadır ” mealinde bir konuşma yapıyor ve bu nedenle “ Kuran üzerinde hiçbir şekilde yorum yapamayız, tek bir esresini bile değiştiremeyiz, ebedi olarak verilen ilkelere ve düşüncelere bağlı kalmalıyız ’diyor ve İslam ülkesinin evrimleşmesini bu noktada kapatıyor ve İslamiyet bu tarihten itibaren düşüşe geçiyor.
Sakın o eskidendi, şimdi değişti diye sevinmeyin. Ulusal televizyon kanallarımızda defalarca aynı mealde, en son da Nisan/2007’de bir din ve ahlak söyleşisinde bir ilahiyat profesörünün yaklaşımı, Imamı Gazeli’den aşağı kalmıyordu. İfade aynen şöyle idi: Dünya işlerini anlamada akıl tek başına yetmez, her şeyi akılla, bilimle çözmeye kalkışırsanız imanınızdan olursunuz.
İşte bana anlat diye verdiğiniz Türkiye’de- buna bazı durumlarda 58 İslam ülkesinde ve bağnaz Musevilikte ve Hıristiyanlıkta ifadesini de ekleyebilirsiniz- “evrim algılanması nedir?” konusu bu tarihte noktalanıyor; bir adım atılamıyor.
Bu ülkeler ve bu düşünceyi benimseyen kitleler evrimleşemiyor ve evrim algılamalarında ne yaparsanız yapın her hangi bir değişiklik meydana gelmiyor, gelemiyor. Moleküler biyoloji, genetik, popülasyon genetiği anlatsanız dahi. İşte bu nedenle, bu sempozyum, evrim algılayamazlarla- mitolojinin organik bağının ortaya konduğu ve bu bağın nasıl kırılması gerektiğini inceleyen bir toplantı olmalıydı.
Gördüğümüz gibi köklerimiz, kültürümüz, geleneklerimiz, göreneklerimiz, tarihin yazıldığı Ortadoğu’nun mitlerine uzanmıştır; bir açıdan kültürel bir zenginliktir; ancak, bu mitleri aynen ya da dolaylı olarak inançlarımıza taşıyarak bu güne kadar getirmemizden ve bu mitlerin günlük yaşamımızdaki belirleyiciliğinin değişmez olduğuna inandığımızdan, bu mitlere karşı çıkanları en ağır şekilde cezalandırdığımızdan dolayı, bu kültürel zenginlik aynı zamanda ayaklarımıza bağlanmış prangaya dönüşmüştür.
Gözümüzü kapayarak bir yere gidemeyiz!
Türkiye’nin ve büyük bir olasılıkla birçok İslam ülkesinin gündeminin en önemli maddesi olan, ülkemizdeki demokrasinin işlemesini sekteye bile uğratan, çok vahim olaylara gebe bırakan, türban tartışmasını bile analiz edemiyoruz. Örneğin, türbanın nereden kaynaklandığını, ne zaman ortaya çıktığını, ne amaçla kullanıldığını, ilk defa kimler tarafından ve hangi kesimler tarafından kullanıldığını incelemeye bile yanaşmıyoruz. Başka bir ülkede yaşasak neyse der hoş karşılarım, ama tarihin yoğrulduğu bir ülkedeki insana hoşgörüyle bakamayız; hiç kimse bakamaz. En basitinden Çorum Arkeoloji Müzesinde, İslamiyet’ten yaklaşık 2000-3000 yıl önce bugünkü türbanın aynısını takmış figürlerle donatılmış büyük küpleri, çanakları görmemezlikten gelemeyiz. Er ya da geç birileri bunları inceleyecektir. Bilim de mitoloji de insanlığın ortak kafa ürünüdür; kökleri ilkel toplumların yaşamına kadar uzanır. Bilimi anlamak için, bilim öncesi veya bilim dışı düşünme biçimleriyle ilişkilerini bilmemiz gerekir. Bu nedenle evrim anlatacakların, öncelikle mitoloji, din, sanat ve metafizik konularını bilmek ve bilimle ilişkilerinin olumlu ya da olumsuz taraflarını sergilemek zorundadır. Bu nedenle bu konuşma ağırlıklı olarak bu konularda yapılıyor.
Bir görme özürlünün çeşitli yöntemlerle görmesi sağlanabilir; ancak iki eliyle gözünü ısrarla kapatmayı sürdüren bir kişiyi ya da toplumu körlükten kurtaramazsınız.
Biz, tüm bu olumsuzlukların kökenini ve nedeninin arayıp, dogmanın, insan soyu için ne denli tehditleri birlikte getirdiğini halka anlatmamız gerekirken, ne mi yapıyoruz, dindarıyla, bilim adamıyla, düşünürüyle, yöneticisiyle takiye yapıyoruz. Örneğin, başına peruk ve şapka koyarak derse giren öğrencileri aydınlattığımızı düşünüyoruz ve başarı hanemize yazıyoruz. Esasında uyuyoruz, uyutuyoruz. Örtü başta değil düşüncede!
29 Nisan 2007 tarihinde milyonu aşkın insan, İstanbul Çağlayan’da toplanıp “Cumhuriyetine Sahip Çık, Yarın Geç Olabilir” tarihi toplantısını yaparken, Türkiye’nin Ulusal Televizyonu TRT aynı saatte “ya Afrika’daki bir hayvanla ilgili belgeseli ya da bilmem ne adlı bir spor” programında, sağ yatsaydı golü kurtaracaktı, sola yatsaydı topu çelecekti tartışmasını en ayrıntılı şekilde uzmanlarına incelettiriyordu. Keza aynı minvaldeki diğer görsel basın kuruluşları da aynı duyarsızlığı kasıtlı olarak gösteriyorlardı.
Başına kuma sokan bir yönetim er ya da geç hem kendi başını hem de yönettiği toplumun başına belaya sokacaktır. EVRİMİ ALGILAYAMAMANIN DOĞURDUĞU ZARAR NE OLMUŞTUR?
Evrimin tanımını bir de şöyle yapabiliriz: Sürekli mimarisini değiştiren bir evrende, evreni oluşturan öğelerin de değişmesidir. New York, Paris ve Moskova Bilimler Akademilerinin de beyan ettiği gibi, evrende “Evrim Kuramı”nın dışında her şeyin değişmesi beklenir. Evrim Kuramı değişmez, çünkü bu kuramın bizatihi kendisi, değişimin ilkelerini inceleyen bir bilim olduğu için, incelediği ve içerdiği nesneler değişse bile, kuramın kendisi değişmeden kalacaktır.
Bu nedenle kurulu ve geleneksel düzene çoğunluk ters düşer.
Doğma ise, kurulu ve geleneksel düzene koşulsuz itaat etmeyi ve değişmemeyi ilke edinmiştir.
Bunun sonucu, toplumlarda ve özellikle bizim toplumda, evrimi algılayamama ne gibi sonuçlar doğurmuştur? Birkaç örnek vermekle yetineceğim.
1. Doğru gözlem yapabilmek için, aynı koşulu ve aynı ortamı paylaşan, ancak bu bakımdan yani dünya görüşleri bakımından farklı olan iki toplumdaki gelişmeleri izlemek en doğru sonucu oluşturacaktır. Bunun için, batı sosyologlarının da sık sık örnek verdiği Berlin’deki Kreuzberg mahallesi en iyi örnektir. Sovyetler yıkılmadan önce, yaklaşık 100.000 Türk işçisi, özellikle 1964 yılında gelenler, Doğu Almanya’ya tam sınır olan ve tehlikeli bir yer olarak bilinen Kreuzberg’e yerleştirildi. Aradan tam 50 yıl geçti, Kreuzberg’deki işçilerin gerek davranış, gerek sosyal işlevler, gerek dünya görüşü, gerek giyim kuşam, gerek analistik düşünce vs. vs. (Sümerbank pazen pijamalarla sokaklarda dolaşmak dâhil) bakımından bir adım değişmediği gözlendi. Sokakta birbirine tekme atma, bağırma, tükürme, dükkânlardan malların yürüyüş yoluna taşması, geldikleri gün gibi kaldı. Hâlbuki 100 metre yanında uzanan caddede başka bir toplum (Almanlar) oturuyordu ve bu toplum, gelişmeleri adım adım izliyordu, değişiyordu.
Siz zannediyor musunuz ki Avrupa Birliği bizi fakir olduğumuz için içlerine almada ayak diretiyorlar; ayak diretmelerinin esas nedeni değişmeyen kafa yapımızın ortaya çıkaracağı olumsuzluklardır. Düşünün ki, yazılı basına göre, hem de sağlık bakanımızın biri, peygamberimiz sofra bezinin üzerinde yemek yediği için, evinde masa bulundurmuyormuş.
2. Başka bir kültürü ve inancı da dünya mirası olarak benimsemek ve gerekirse onun izleyicisi olmak bir erdemdir. Bunun için yüce Atatürk, Sümerleri ve Hititleri kendi kültürünün öncüleri olarak kabul ettiği için, onlara izafeten Sümer ve Eti Bankalarını kurdu (daha sonra holdingler). Her ikisi de satılarak ortadan kaldırıldı. Atatürk, Hititlerin simgesini Ankara şehrinin simgesi olarak aldı ve bu kültüre sahip çıktı, Hititlerin mirasçısı olduğunu tüm dünyaya ilan etti. Ne mi oldu? Ankara’nın Hitit Güneşi olarak bilinen simge ortadan kaldırıldı, bir cami simgesi kondu. Bunu izleyen birkaç ay içerisinde Avrupa Birliği “Hititler Avrupa kökenli insanlardı ve Anadolu’nun esas sahipleri onlardı, yani Avrupalılardır” kararını alarak, ileride çıkacak civcivin yumurtasını folluğa bıraktılar.
3. Ön Asya, tarım bitkileri, süs bitkileri ve bazı meyve türleri bakımından gen merkezi olduğunu biliyoruz. Ancak, inancı gereği, değişmeyi ve evrimleşmeyi bir türlü benimsemeyen bir toplumun bunları ıslah etmesi beklenemezdi; öyle de oldu. 58 İslam ülkesinin hiç biri, ekonomik bir çeşidin oluşturulmasına imza atamadı. Doğa müzesi kurmadı, biyolojik arşiv yapmadı. Çevresini tanıyarak onları bilimsel olarak sınıflandıramadı. Bu söylediklerim, İslam ülkelerinin ve diğer dinlerin de tutucu ülkelerinin hemen hepsi için geçerlidir.
4. Dogmatik yaklaşımlar merak duygusunu bastırdığı için, kökten dinciliğin egemen olduğu toplumların hemen hepsinde, ülkelerindeki hiçbir antik eser, doğal anıtlar, hatta mitolojiler incelenemedi. Bunu, evrime inanmış toplumların içinde yetişenler yaparak, bu onurun mutluluğunu yaşadılar.
5. Dogmatik yaklaşımlar, geleneksel düzene sorgulamadan baş eğmeyi öğütlediği için, bu ülkelerde demokrasi ve toplumsal düzenleme ile ilgili hiçbir yaratıcı adım atılamadı. Sadece ekonomik sorunlar ve inanç çatışmaları nedeniyle isyan üzerine isyanla bulundukları toplumları kemirdiler. Bu nedenle Türkiye’ye demokrasinin getirilme kararı Atatürk Başta olmak üzere birkaç kişinin iradesi ile gerçekleşmiş, bu istek toplumun alt kesiminden değil, üsten gelmiştir; 85 yıl geçmesine karşın bu nedenle demokrasi sıkıntımız sürmektedir. Düşünün Büyük Millet Meclisi’nde cumhurbaşkanı seçimi, bunca milletvekiline karşın bir kişinin tercihi ile seçiliyor. Demokrasi, birçok yönüyle göstermeliktir. İktidar için de geçerli muhalefet için de, tek seçici başkan gibi gözüküyor. Niye? Kulluk kültüründen geldiğimiz için.
6. Dogmatik yaklaşım nedeniyle evrensel kimlik kazanamadılar. Bugün, dünya nüfusunun %80’i için “bizim inandığımız yaratılış” hiçbir şey ifade etmiyor. Çin’de bir üniversitede çalışacaksanız, onlara bizim yaratılışımızı mı anlatacaksınız? Aynı tarzda giymiyor, aynı yemekleri yemiyor, aynı şeyleri içmiyor, aynı şeyleri düşünmüyor, aynı şeylerden zevk almıyor, en kötüsü ise, kendi inancınızın ve düşüncenizin dışındakileri sapkınlık olarak niteliyorsanız, bu küre üzerinde yaşayan insanlarla nasıl bir araya geleceksiniz. Bu nedenle son zamanlarda uygarlıklar arasındaki çatışma sözcüğünü hafife almayın. (Maide 51- Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.)
7. En önemlisi kuşkuya yer olmadığı ve tek doğruya saplanıldığı için bu toplumlarda analistik düşünce gelişemedi. Bunun için de birkaç örnek vermek isterim. Burada yanlışlığını ya da doğruluğunu tartışmak da istemiyorum. Bu anlattıklarımı sakin bir kafayla uygun bir zamanınızda tekrar düşünmenizi diliyorum.
Kudüs, bilinen “en yakın olarak tanımak zorunda olduğumuz” birçok peygamberin (en az üçü), peygamberliğinin tebliğ edildiği, kutsal kitaplardan da en az 3′nün indiği, Müslümanların bile ilk ibadetlerinde yönlendiği, söylenceye göre Hz. Muhammed’in Miraç’a yükseldiği yer olmasına karşın, burada, tarihin hiçbir döneminde barış sağlanamamıştır; en kanlı katliamlar burada gerçekleşmiştir; çoğu da din adına. Bugün bile, dünyanın en güvensiz şehri ünvanını korumaktadır.
Bütün minibüslerde ve otobüslerde “Allah Korusun” yazısı olmasına karşın, araç başına en çok kaza, bizde, Türkiye’de oluyormuş.
Kâbe Tanrının evi olarak tanımlanmasına karşın, sadece 1992 yılından bu yana sadece ayakaltında ezilenlerin sayısı 10.000 leri geçmiş durumda. Yani Tanrının evinde bile güvende değilsiniz.
2004 yılında Büyük Okyanus’ta meydana gelen tusunamide, en çok zararı Endonezya’nın Müslüman kesimi olan Ace bölgesi gördü, bir rakama göre, sadece 100.000 çocuk bu bölgede anasız-babasız kaldı. Tüm dünya bu bölgeye yardıma giderken, oradaki, yani Ace bölgesindeki Müslümanlar ne yaptı biliyor musunuz? Tam 240.000 hacı, tusinamiden bir ay sonra, Hacca gitti ve ortalama adam başına 8.000 dolar harcadı; çocuklar da ser-sefil ortada kaldı.
Türkiye’de hacca giden 100.000 hacının 80.000’den fazlası yeşil kart kullanıyormuş.
Mısır halkının gelirinin %68’i (güvenilir kaynak olmayabilir) turizmden gelen gelirmiş. Gelen turistlerin %62’si (güvenilir kaynak olmayabilir) sadece Firavunların yaptırdığı piramitleri ve eserleri görmek için geliyorlarmış. Kuran’da onlarca yerde Firavunlara lanet yağdırılıyor ve beddua ediliyor. Mısır halkı, ekmeğini yediği Firavunlara günde 5 defa lanet okuyor, her gün sopasını yediği halkın, yani İsrailoğullarının var oluşunu sağlayan peygamberlerini de günde 5 defa kutsuyor.
En ilginci de, Darül-Zeferan ve Darül-Moor (Mardin)’da yaşadığım bir konuşma. Hep merak etmişimdir, Mardin civarlarında yaşayan bir grup insan, Yezidiler, neden şeytanı kutsal olarak biliyor? Ailemdekilere sormuştum, öncelikle Âdem ile Havva’yı kandırarak cennetten kovdurduğu için şeytanı sevmeyiz dediler; daha sonra hangi Müslüman’a sordumsa benzer cevabı aldım. 2004 yılında Siverek civarında şeytanı kutsal bildiği söylenen bir kişiyle ilginç bir konuşmam oldu. Adama – Gerçekten Şeytanı kutsal olarak mı bilirsiniz? Diye sordum Bana cevap olarak: – Anneni ve babanı sever misin? Hatta sana daha sonra kötülük etseler dahi onlara saygıda kusur eder misin diye sordu? – Etmem dedim. – Niye etmezsin? – Çünkü onlar benim dünyaya geliş nedenim? Diye yanıt verdim.
O zaman beni iyi dinle hocam dedi; öyküyü bir daha başından alıp düşünelim.
İnançlarımıza, hatta semavi dinlerin hepsindeki inanca göre, Âdem ve Havva, Rab tarafından yaratılıyor ve Eden (Aden) bahçesi olarak bilinen cennete konuyor, doğru mu? Doğru. Rab ile birlikte olan ve her zaman olan, yaratıldığı hiçbir yerde yazılı olmayan melekler de var, Azrail, Mikail, İsrafil ve Şeytan gibi, doğru mu? Doğru.
Kitaplarımıza göre Cennet Bahçesinde (Aden ya da Eden’de) çeşitli meyve ağaçları var; Âdem ile Havva bu meyvelerin hepsini yiyebiliyorlar; ancak yasak ağacın (birçok inanışta bilgelik ağacı olarak da biliniyor) meyvesini yemeye izinli değiller, doğru mu? Doğru. Ancak her ikisi de insan sıfatında yaratıldıkları için, merak onların en önemli özelliği. Bu nedenle bu ağacın meyvesini merak edip duruyorlar, yemeye de cesaret edemiyorlar, doğru mu? Doğru.
Birgün Şeytan Havva’ya yaklaşıyor ve “Siz insansınız, merak ediyorsanız yiyin diyor” ve ona ve Âdem’e yasaklı ağacın meyvesini yediriyor; bunlar meyveyi yer yemez edep yerleri görülüyor ve insan olduklarını anlıyorlar; utanıyorlar ve bazı rivayete göre incir yaprağı ile edep yerlerini örtüyorlar. Rab akşam Eden Bahçesine inerek, Âdem’e sesleniyor. Âdem yanıma gelsene diyor. Âdem, gelemem efendim diyor. Bunun üzerine Rab, demek yasaklı meyveyi yedin. Sana lanet olsun diyor ve onu insan kisvesinde, ölümlü, doğumu sırasında acı çeken bir varlık olarak dünyaya gönderiyor. Şeytanı da birçok inançta yılan kisvesinde ceza olarak dünyaya indiriyor ve her ikisini de birbirine karşı ebedi olarak düşman yapıyor.
Neden her ibadetinizde Şeytana beddua ediyorsunuz? O olmasaydı, siz de olmayacaktınız! Sizin olmadığınız bir evrenin size ne yararı olacak, biz onu anlayamıyoruz. Bu nedenle, bizi dünyaya getiren ana ve babamıza nasıl saygı gösteriyorsak Rab ile birlikte Şeytan’a da saygı gösteriyoruz. Bu nedenle biz şeytanı aşağılayan o terimi değil “İsmi güzel melek” adına gelen ifadeleri kullanırız. Sayın hocam bir daha bu konuşmamızı düşün. Ben de size diyorum, belki bu konuda değil; ancak doğru bildiğimiz birçok konuda, bazen yanlış tanımlardan yanlış sonuçlar çıkararak yolumuzu karartabiliriz.
HACİVAT-KARAGÖZ’Ü NEDEN ÇOK SEVERİZ?
Türk toplumu ve Ön Asya toplulukları neden “Hacivat- Karagöz” orta oyununu 600 yıl boyunca büyük bir zevkle seyretmiştir, hiç düşündünüz mü? Hacivat-Karagöz oyununun en önemli özelliği Hacivat’ın dediğini Karagöz, Karagöz’ün dediğini Hacivat tümüyle ters anlar; Hacivat mersine der, Karagöz tersine anlar, bu böyle sürer gider.
İşimize gelmeyenleri ya yanlış anlamayı ya da anlamazlıktan gelmeyi yaşam tarzı olarak benimsemişiz. Hiçbir şeyin aslını ve dogmatik eğitimimiz nedeniyle bir ifadenin gerçekte ne anlama geldiğini öğrenme alışkanlığımız yoktur. Dünyada üzerinde hiç tartışılmayan en önemli kemiyetler sayılardır. Örneğin 5 dediğinizde bunu kimse tartışmaz. Gelgelelim ki, semavi dinlerde verilen sayıların bile bir zahiri bir de gerçek anlamı vardır diye fetva veriyoruz. Bu nedenle, bu topluluklar gerçeği hiçbir zaman öğrenemiyorlar.
27 Mayıs İhtilali ya da Devrimi’nden sonra, Ankara DTCF’inde bir konuşmada, ülkemize damgasını vuran ve daha sonra her kademede görev alan bir politikacımız, aynen şu cümleleri söylüyordu: 27 Mayıs İhtilali, hükümete karşı olmamıştır, konuşmanın ilerleyen evrelerinde işçilere karşı olmamıştır, bürokratlara karşı olmamıştır, emekçilere karşı olmamıştır, memurlara karşı olmamıştır, bilmem neye karşı olmamıştır diye sayarken, birisi söz aldı, evet sayın başbakanım biliyoruz, sabaha karşı olmuştur diyerek, gerekli yanıtı verdi.
Bu insanların mesajları yanlış okuması, bizi daha sonra bir yeni ihtilale, birkaç açık ve net, çok sayıda üstü kapalı muhtıraya muhatap etmiştir. Niye yanlış okuyoruz? Niye? Çünkü Hacivat-Karagöz’ün torunlarıyız da onun için.
27 Nisan-2007’de yeni bir muhtıra yedik, bu muhtıranın içeriğinin ne anlama geldiğini dikkatle okumamız gerekirken, neredeyse evde oturan ve televizyondan olayları seyreden ben bu muhtıranın sorumlusu ve muhatabı durumuna düşeceğim. Dogmatizm sadece bize özgü de değildir ve sadece bizi perişan etmemiştir?
Bu anlattıklarım bizim için ne kadar geçerli ise, dogmatik saplantıya girmiş, her ırktan, her inançtan, her ekonomik düzendeki toplum için de geçerlidir.
Bakın, Hıristiyan tarihinde, “eşek davası ya da meselesi” diye ilginç bir tartışma vardır. Birileri eşeğin ağzında kaç diş olduğunu merak ediyor ve tartışma başlıyor. Tam 100 yıl. Birisi diyor ki biz niye bu kadar tartışıyoruz? Eşeğin ağzını açıp dişlerini sayalım ve böylece kaç diş olduğunu öğreniriz. Kilise hayır diyor, saysanız da gerçek değildir. Çünkü kutsal kitapta ve Batlameyus’un kitabında eşeğin dişi ile ilgili bir bilgi yoktur. Bu nedenle sizin sayınız gerçek olmayacaktır.
Dogmatizmin bir karşıtı olarak ortaya çıkan komünizmin (keza Maoizmin) bizatihi kendisi, “Das Kapital” ve “Mavi Kitap”la bir zaman sonra bir çeşit din kisvesine, dogmatik bir yapıya büründüğü için, yıkıldı gittiler. EVRİM KAVRAMINI ALGILATMA “DOGMATİKLİĞİN DIŞINDA” YİNE DE NEDEN BU KADAR ZOR?
Bir tarafta –her ne kadar Sümer-Babil-Asur öğretilerinden aynen alınmış ya da esinlenmiş ise de- tanrı tarafından kutsal kitaplarla insanlara tebliğ edildiğine inanılan “tek bir kelimesinin değiştirilmesine izin verilmeyen” bir “Yaratılış Öyküsü’ bir tarafta da, her an kapsamı ve içeriği değişen, çeşitli bilim dallarının mekik dokuduğu, anlaşılması ve incelenmesi zor, zaman alan ve en tehlikelisi geleneksel düşünceye ve düzene ters düşen bir “Evrim Kuramı” var. İşte biz zor bir coğrafyada, zor bir konuyu öğretmekle yükümlü olan bir meslek grubuyuz. Bunun için diğer zorluklarımızı da masaya yatırmak zorundayız. İzin verirseniz, şimdi bu konuların bazılarını da masaya yatıracağım.
“Evrim kavramını nasıl algılıyoruz” sözü, tekrar söylüyorum; bu ülkenin tümüne yakını için geçersizdir; çünkü evrimi algılayamıyoruz. Pekâlâ, bırakın evrimi, temel bilimlerin en basit bir kuralını bile zor algılıyoruz; örneğin, üniversitelerde ilgili konularda çalışanları hariç tutarsak, bugün uygar bir insan için olmaz ise olmaz olan, volt, amper, direnç kavramlarını kim kavramış ki. Kaldı ki, evrendeki doğal yasaların ortaya çıktığı günden bu yana, ilkeleri hemen hemen hiç değişmeyen fizik ve kimya kurallarını kavrayamayan bir kesim, zaman içinde sürekli değişen biyolojik bir evrimi anlayacak, algılayacak. Sizce bu mümkün mü; mümkün olmayacağını, bazı ülke gerçekleri ile sunmaya çalışacağım.
Türkiye’de 2007 tarihi itibariyle 1.200.000 çocuk ilkokula gitmiyor.
Bu sayı içerisinde çocukları bir ana olarak büyütecek eğitecek kız çocuklarının oranı ürkütücü derecede yüksek. Şu anda AB ülkelerinin toplamında (27 ülke) okuma yazma bilmeyenlerin sayısı, Türkiye’dekinden çok daha azmış.
Ankara’nın komşusu Çankırı’da ilkokula gidenlerin sayısı ancak %64; Bitlis’te ise kızların %54.1’i okula gidememektedir.
Ankara’nın içinde başarılı okullar ile halk (başarısız) okulları arasında neredeyse çağ denebilecek fark var.
Türkiye’de 76 çeşit de lise var. Adı lise, 2006 Haziranında yapılan ÖSS sınavında fen kolundan mezun olan 150.000 öğrenci, yanlış duymadınız tam 150.000 öğrenci, fen bilgisi sınavından toplam 120 soru, tek bir soruyu doğru yapamadığı için, değerlendirme merkezi tarafından, sıralamaya sokulamamış ve otomatikman diskalifiye edilmiştir. Bu nedenle de, fen puanı ile öğrenci alan birçok fakültenin kontenjanı doldurulamamıştır.
Durum böyle iken, Milli Eğitim Bakanlığı, 2006 yılında din dersinde uygulamalı ders diye yeni bir dersi devreye sokmuştur; okullara mescit yapımı gündeme gelmiştir.
Buna karşın kişi başına düşen resmi (devletten maaş alan) din görevlisinin sayısı, Avrupa ortalamasının en 3-4 katıdır (bir rakama göre 8 katıdır).
13.04.2007 tarihi itibariyle:
Almanya’da 70 bin sağlık kurumu 8 bin kilise
Fransa’da 60 bin sağlık kurumu 9 bin kilise
Türkiye’de 7 bin sağlık kurumu 90 bin cami
Ahirete daha çok yatırım yapan bir ülkeden ne bekliyorsunuz?
Çevresi ve ailesi bu tip insanlarla çevrilmiş, sadece test çözen bir toplumun bir olayı başından alıp sonuna kadar sistematik belirli bir mantık zinciri içerisinde düşünmesi, yorum yapması olanaksızdır. Evrimsel düşünce ise, birbirini izleyen koşul ve olayların değerlendirilmesi ile ilgilidir. Sözüm ona günümüzün çağdaş eğitimcilerinin önerdiği ve geliştirdiği, bugün uygulanan eğitim modeli, evrimsel düşünme modelinin tam karşıtıdır. Bugün google’a girdiğinizde Türkiye’de 5 milyon 600 bin çeşit sınav çıkmaktadır. OKS ile başlayıp ÖSS sınavları ile toplum cendereye alınmış durumdadır. Bu çoğalma hızıyla görünürde başka bir yol da görünmüyor. Düşünmeyi nasıl öğreteceğiz? Evrim düşünme ile başlıyor, inanma ile değil?
Hayal mi görüyoruz yoksa çağı yakalıyor muyuz?
İmza attığımız AB Lizbon kıstasına göre 2010 yılından sonra liseyi bitiren her çocuk anadilinden başka en az iki dili akıcı olarak okuyup konuşmak zorunda. Hâlbuki Türkiye’de en az 5 milyon kişi Türkçeyi derdini anlatacak kadar konuşamıyor. Konuşuyor diye baktıklarımızın muhtemelen yarısı söylenenin ancak yarısını anlayabiliyor.