26.03.2022
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ve mevsim normallerinin altında seyreden kış, sanırım bu kez gerçekten bitiyor. Google fotoğraf programı geçmiş yıllarda bugün ne yaptığımızı hatırlatan kareler gösteriyor ya, Bursa’da Şubat ayında tişörtle dolaştığımız zamanları gördükçe uzun bir Aah! çekiyoruz.
Cumartesi sabah kalktığımızda yine bulutlu bir havaya uyandığımız, perdelerden sızan zayıf ışıktan belliydi. Öğlene doğru mahallede kurulan pazara gidip rutin alışverişimi yaptıktan sonra, serin havaya rağmen kendini gösteren güneş kanımı kaynattı.
Hızlı karar vermem gerekiyordu, zira Bursa’da haftasonu 13-14 gibi trafik kilitlenmeye başlar, hele hele böyle bir güneş varsa herkes benim gibi düşünüyor olmalıydı. Çabuk davranıp rakiplerimi geride bırakmalıydım, şehirden çıkmalıydım.
“Evet, dönüşte kesin trafiğe girecektim ama onu o zaman düşünürüz” dedim kendi kendime.
Hemen günübirlik rotalar kafamda dolaşmaya başladı. Acaba dağa mı çıksaydık, yok yok Cumartesi günü dönüş tam bir eziyet olurdu. Peki Zeyniler köyüne çıksak? Orada mis gibi hava eşliğinde güzel bir dağ manzarası izlesek, köy meydanında hanımların işlettiği lokantanın bol kepçe hınkalını da mideye indirirdik? İyi fikir ama hava daha o kadar ısınmadı, orası daha da serindir şimdi. Ufaklığı üşütmeyelim. Ayrıca daha 3 gün önce adliyenin oradaki Ahıska Mantı’dan hınkal yemiştim. Hamur işini fazla abartmayayım, bikini sezonu geliyor Bugünlük en fazla gözlemeyle yetineceğim.
Öyleyse deniz seviyesinde kalalım ve ağaçlık olmasın. Güneşin ısıtıcı ışınlarından yararlanalım.
Peki ya Mudanya? Bu da iyi fikir ama deniz kenarı kesin rüzgarlıdır. Mudanya için de erken bence.
Tamam, buldum; Gölyazı! Uzun zamandır gitmemiştik oraya.
Eve gidip kapıyı açınca ufaklık karşılıyor beni. “Yaami, yaami” diye üstüme doğru koşarak yardım etmek istiyor her zamanki gibi. Normalde hafif bir poşet verip gönderirim onu ama bu defa kaybedecek vakit yok. Pazar arabasının içindeki poşetleri tek tek boşaltmadan, komple arabayı kucakladığım gibi mutfak balkonuna gitmek istiyorum. Öte yandan ona bir görev vermezsem, ağlayıp dövünmeye başlayacağına da adım gibi eminim.
“Kızım şu kapıyı kapatmama yardım eder misin? Ben kapatamayacağım.” deyince gözleri parlıyor hınzırın. Parmaklarını sıkıştırma diye tembih ederek, kapıyı gururla kapatmasını izliyorum. Evde başka bir pencere açık olduğu için itmenin de etkisiyle kapı büyük bir gürültüyle çarpıyor.
Eşim mutfakta bir şeyler yapıyor. Pazar arabasını balkona koyarken ona parlak fikrimi söylüyorum. Balıklama atlayacağına eminim ve beni yanıltmıyor. Ama bir sorun var; çamaşır makinesini çalıştırmış ve daha bitmesine bir saat var! Malum, makine bitince elbiseler içinde birkaç saat kalırsa çok kötü kokuyor ve buruş buruş oluyor.
E-haritada bizim rotamızdaki trafik kırmızıya dönerse vazgeçebileceğimi düşündüğü için “Ben hemen elde yıkarım” diyor.
Umutsuz bir sesle, “Bence çalışsın, zaten biz daha hazırlanıp çıkana kadar bir saat geçer” diyorum.
Ellerimi yıkayıp üstümü değiştiriyorum, pijamalarımı giyiyorum. O sırada eşim hazır olduğunu söylüyor.
Nasıl yani? Bu bir dünya rekoru olmalı. Nasıl yaptığını fazla kurcalamıyorum, zaten bu konu benim departmanım değil. Ben altı üstü bir kazak ve bir pantolon çıkartıp tekrar giyene kadar, nasıl oluyor da çamaşırları yıkayıp, durulayıp, asıyor; üstüne bir de çocuğun tuvaletini yaptırıp kat kat giydiriyor; götürülecek oyuncakları, kitapları ve yiyecekleri hazır edip kendisi de giyiniyor?
Yok yok, biz kesinlikle Cube filmindeki gibi farklı zaman hızlarında yaşıyoruz. Ben mi çok yavaşım, o mu çok hızlı hiç anlayamıyorum. Neyse ne, sonuçta çıktık yola işte. Üzümünü ye, bağını sorma demişler. Ben de öyle yapıyorum.
Yoldaki trafik kalabalıklaşmaya başlamış. “Tam zamanında çıktık” diyorum kendi kendime. Görükle’yi geçtikten sonra Gölyazı’nın girişini kaçırmamak için e-haritayı açıyorum. Gölyazı girişine birkaç kilometre kala, aklıma biraz daha ilerdeki Eskikaraağaç köyü geliyor ansızın.
Geçen Ekim ayında bir Facebook grubunda birkaç kişinin bu köyle ilgili paylaşımını görmüştüm. Çekme karavanlarıyla gölün kenarında haftasonu kalmışlardı. Haritadan rota çizdirdiğimde köye doğru anayoldan pek de tekin olmayan bir U dönüşü önermişti. Sokak görünümünde incelediğimde kontrollü U dönüşü olduğunu fakat çekme karavanla çok riskli olacağını düşünmüştüm. Şimdi arkamda karavan yokken bu köye keşif yapmak için güzel bir fırsattı.
Hemen bu yeni parlak fikrimi eşimle paylaştım. Sağolsun, benim bu parlak! ve anlık fikir değişimlerimi hiç yadırgamaz ve ayak uydurur. Öyleyse yeni rotamız, biraz daha uzaktaki Eskikaraağaç köyü.
Gölyazı girişi tabelası hiç de kaçırılacak gibi değilmiş. Nedense benim aklımda küçük bir tabela gibi kalmış. Gölyazı girişini pas geçip İzmir yolunda ilerlerken haritanın gösterdiği U dönüşünden çok daha önce bir tabela gördüm. Eskikaraağaç yazıyordu ve sağ tarafı gösteriyordu. “Tabii canım, böyle olmalı” diye geçirdim içimden. Muhtemelen önce sağa girip, sonra anayolun altından sol tarafa geçeceğiz. Gerçekten de öyle oluyor.
Çekme karavanla sorun olmayacak ve iki aracın çok rahat olmasa da sığabildiği, ufak kasislerin olduğu bir asfalt yolda ilerleyip köye ulaşıyoruz. Köye girerken ilk başta gözüme leylek gözlem kulesi ilişiyor. Kulenin etrafındaki yolda park etmiş pek çok araç görüyorum. Açıkçası bu kadar kalabalık beklemiyordum.
Nasıl olsa gezmeye geldiğimiz için o kalabalığa girmek istemedim ve mezarlığın yanına doğru üçgen bir çimenlik alana park etmiş birkaç aracın arasına park etmeye karar verdim. Yolu kapatmamak için çimenlere doğru biraz giriyorum ama o da ne? Arabadan tuhaf bir ses geliyor ve yerinden kıpırdamıyor. Camı açıp arka tekerleğe baktığımda bir sürprizle karşılaşıyorum.
Çimenlerin altı çamurmuş, tekerlek boşa dönüyor. Aslında epey yanaştım sayılır. Şimdi çıkmaya çalışarak stres yapmamaya karar veriyorum. Hem zaten güneş de çamura doğru geliyor. Biz dönene kadar belki çamur kurur ve rahatça çıkarız diyorum gamsızca. Ayrıca arkada kar için aldığım zincirim de var. En kötü ihtimalle onu kullanır çıkarım diye düşünüp rahatlatıyorum kendimi.
Eşyaları indirip çocuk arabasına yüklüyoruz ve kalabalığa doğru ilerliyoruz. Kızım Dilara, kulenin altındaki çocuk parkını uzaktan fark edip, çitlerin üstünden geçip kestirmeden gitmekte ısrar ediyor. Annesi onunla giderken ben de çocuk arabasıyla normal yoldan gidiyorum.
Bizimkiler parkta oynarken ben de etrafı keşfe çıkıyorum. Tabelaları okuduktan sonra gözlem kulesine çıkıyorum.
Manzara harika. Kulede benden başka kimse yok. Bir süre sükûnetle bu manzaranın tadını çıkarıyorum.
Aşağıdaki sosyal tesiste köyün hanımları lokma ve gözleme yapıyorlar. Etrafta birkaç tane köpek, yiyecek alanların peşinde koşturuyor ama çok ısrarcı değiller.
Ufaklık acıktım dediği için annesi ona peynirli bir gözleme aldı. Gözleme fena değil, bol malzemeli ama ben hem tok olduğum için hem de peynirli gözleme sevmediğim için pas geçiyorum.
Gözleme konusunda yüksek standartlarım var. Bu standartı Bursa Botanik Park’taki göletin kıyısındaki Çağla büfe belirliyor. Buranın gözlemesi hem hesaplı hem de kaliteli ve bol malzemeli olduğu için tok bile olsam her gittiğimde en az bir tane yerim. Dolayısıyla her yediğim gözlemeyi Çağla büfeninkiyle kıyaslarım. Geçen yaz Olimpos’ta e-harita yorumlarına aldanıp da iki misli fiyatına yediğimiz gözlemenin içinde patatesleri büyüteçle aramıştım.
Bahar yüzünü göstermiş, yerde açan minik çiçekler ve ağaçlar bunu teyit ediyor.
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ve mevsim normallerinin altında seyreden kış, sanırım bu kez gerçekten bitiyor. Google fotoğraf programı geçmiş yıllarda bugün ne yaptığımızı hatırlatan kareler gösteriyor ya, Bursa’da Şubat ayında tişörtle dolaştığımız zamanları gördükçe uzun bir Aah! çekiyoruz.
Cumartesi sabah kalktığımızda yine bulutlu bir havaya uyandığımız, perdelerden sızan zayıf ışıktan belliydi. Öğlene doğru mahallede kurulan pazara gidip rutin alışverişimi yaptıktan sonra, serin havaya rağmen kendini gösteren güneş kanımı kaynattı.
Hızlı karar vermem gerekiyordu, zira Bursa’da haftasonu 13-14 gibi trafik kilitlenmeye başlar, hele hele böyle bir güneş varsa herkes benim gibi düşünüyor olmalıydı. Çabuk davranıp rakiplerimi geride bırakmalıydım, şehirden çıkmalıydım.
“Evet, dönüşte kesin trafiğe girecektim ama onu o zaman düşünürüz” dedim kendi kendime.
Hemen günübirlik rotalar kafamda dolaşmaya başladı. Acaba dağa mı çıksaydık, yok yok Cumartesi günü dönüş tam bir eziyet olurdu. Peki Zeyniler köyüne çıksak? Orada mis gibi hava eşliğinde güzel bir dağ manzarası izlesek, köy meydanında hanımların işlettiği lokantanın bol kepçe hınkalını da mideye indirirdik? İyi fikir ama hava daha o kadar ısınmadı, orası daha da serindir şimdi. Ufaklığı üşütmeyelim. Ayrıca daha 3 gün önce adliyenin oradaki Ahıska Mantı’dan hınkal yemiştim. Hamur işini fazla abartmayayım, bikini sezonu geliyor Bugünlük en fazla gözlemeyle yetineceğim.
Öyleyse deniz seviyesinde kalalım ve ağaçlık olmasın. Güneşin ısıtıcı ışınlarından yararlanalım.
Peki ya Mudanya? Bu da iyi fikir ama deniz kenarı kesin rüzgarlıdır. Mudanya için de erken bence.
Tamam, buldum; Gölyazı! Uzun zamandır gitmemiştik oraya.
Eve gidip kapıyı açınca ufaklık karşılıyor beni. “Yaami, yaami” diye üstüme doğru koşarak yardım etmek istiyor her zamanki gibi. Normalde hafif bir poşet verip gönderirim onu ama bu defa kaybedecek vakit yok. Pazar arabasının içindeki poşetleri tek tek boşaltmadan, komple arabayı kucakladığım gibi mutfak balkonuna gitmek istiyorum. Öte yandan ona bir görev vermezsem, ağlayıp dövünmeye başlayacağına da adım gibi eminim.
“Kızım şu kapıyı kapatmama yardım eder misin? Ben kapatamayacağım.” deyince gözleri parlıyor hınzırın. Parmaklarını sıkıştırma diye tembih ederek, kapıyı gururla kapatmasını izliyorum. Evde başka bir pencere açık olduğu için itmenin de etkisiyle kapı büyük bir gürültüyle çarpıyor.
Eşim mutfakta bir şeyler yapıyor. Pazar arabasını balkona koyarken ona parlak fikrimi söylüyorum. Balıklama atlayacağına eminim ve beni yanıltmıyor. Ama bir sorun var; çamaşır makinesini çalıştırmış ve daha bitmesine bir saat var! Malum, makine bitince elbiseler içinde birkaç saat kalırsa çok kötü kokuyor ve buruş buruş oluyor.
E-haritada bizim rotamızdaki trafik kırmızıya dönerse vazgeçebileceğimi düşündüğü için “Ben hemen elde yıkarım” diyor.
Umutsuz bir sesle, “Bence çalışsın, zaten biz daha hazırlanıp çıkana kadar bir saat geçer” diyorum.
Ellerimi yıkayıp üstümü değiştiriyorum, pijamalarımı giyiyorum. O sırada eşim hazır olduğunu söylüyor.
Nasıl yani? Bu bir dünya rekoru olmalı. Nasıl yaptığını fazla kurcalamıyorum, zaten bu konu benim departmanım değil. Ben altı üstü bir kazak ve bir pantolon çıkartıp tekrar giyene kadar, nasıl oluyor da çamaşırları yıkayıp, durulayıp, asıyor; üstüne bir de çocuğun tuvaletini yaptırıp kat kat giydiriyor; götürülecek oyuncakları, kitapları ve yiyecekleri hazır edip kendisi de giyiniyor?
Yok yok, biz kesinlikle Cube filmindeki gibi farklı zaman hızlarında yaşıyoruz. Ben mi çok yavaşım, o mu çok hızlı hiç anlayamıyorum. Neyse ne, sonuçta çıktık yola işte. Üzümünü ye, bağını sorma demişler. Ben de öyle yapıyorum.
Yoldaki trafik kalabalıklaşmaya başlamış. “Tam zamanında çıktık” diyorum kendi kendime. Görükle’yi geçtikten sonra Gölyazı’nın girişini kaçırmamak için e-haritayı açıyorum. Gölyazı girişine birkaç kilometre kala, aklıma biraz daha ilerdeki Eskikaraağaç köyü geliyor ansızın.
Geçen Ekim ayında bir Facebook grubunda birkaç kişinin bu köyle ilgili paylaşımını görmüştüm. Çekme karavanlarıyla gölün kenarında haftasonu kalmışlardı. Haritadan rota çizdirdiğimde köye doğru anayoldan pek de tekin olmayan bir U dönüşü önermişti. Sokak görünümünde incelediğimde kontrollü U dönüşü olduğunu fakat çekme karavanla çok riskli olacağını düşünmüştüm. Şimdi arkamda karavan yokken bu köye keşif yapmak için güzel bir fırsattı.
Hemen bu yeni parlak fikrimi eşimle paylaştım. Sağolsun, benim bu parlak! ve anlık fikir değişimlerimi hiç yadırgamaz ve ayak uydurur. Öyleyse yeni rotamız, biraz daha uzaktaki Eskikaraağaç köyü.
Gölyazı girişi tabelası hiç de kaçırılacak gibi değilmiş. Nedense benim aklımda küçük bir tabela gibi kalmış. Gölyazı girişini pas geçip İzmir yolunda ilerlerken haritanın gösterdiği U dönüşünden çok daha önce bir tabela gördüm. Eskikaraağaç yazıyordu ve sağ tarafı gösteriyordu. “Tabii canım, böyle olmalı” diye geçirdim içimden. Muhtemelen önce sağa girip, sonra anayolun altından sol tarafa geçeceğiz. Gerçekten de öyle oluyor.
Çekme karavanla sorun olmayacak ve iki aracın çok rahat olmasa da sığabildiği, ufak kasislerin olduğu bir asfalt yolda ilerleyip köye ulaşıyoruz. Köye girerken ilk başta gözüme leylek gözlem kulesi ilişiyor. Kulenin etrafındaki yolda park etmiş pek çok araç görüyorum. Açıkçası bu kadar kalabalık beklemiyordum.
Nasıl olsa gezmeye geldiğimiz için o kalabalığa girmek istemedim ve mezarlığın yanına doğru üçgen bir çimenlik alana park etmiş birkaç aracın arasına park etmeye karar verdim. Yolu kapatmamak için çimenlere doğru biraz giriyorum ama o da ne? Arabadan tuhaf bir ses geliyor ve yerinden kıpırdamıyor. Camı açıp arka tekerleğe baktığımda bir sürprizle karşılaşıyorum.
Çimenlerin altı çamurmuş, tekerlek boşa dönüyor. Aslında epey yanaştım sayılır. Şimdi çıkmaya çalışarak stres yapmamaya karar veriyorum. Hem zaten güneş de çamura doğru geliyor. Biz dönene kadar belki çamur kurur ve rahatça çıkarız diyorum gamsızca. Ayrıca arkada kar için aldığım zincirim de var. En kötü ihtimalle onu kullanır çıkarım diye düşünüp rahatlatıyorum kendimi.
Eşyaları indirip çocuk arabasına yüklüyoruz ve kalabalığa doğru ilerliyoruz. Kızım Dilara, kulenin altındaki çocuk parkını uzaktan fark edip, çitlerin üstünden geçip kestirmeden gitmekte ısrar ediyor. Annesi onunla giderken ben de çocuk arabasıyla normal yoldan gidiyorum.
Bizimkiler parkta oynarken ben de etrafı keşfe çıkıyorum. Tabelaları okuduktan sonra gözlem kulesine çıkıyorum.
Manzara harika. Kulede benden başka kimse yok. Bir süre sükûnetle bu manzaranın tadını çıkarıyorum.
Aşağıdaki sosyal tesiste köyün hanımları lokma ve gözleme yapıyorlar. Etrafta birkaç tane köpek, yiyecek alanların peşinde koşturuyor ama çok ısrarcı değiller.
Ufaklık acıktım dediği için annesi ona peynirli bir gözleme aldı. Gözleme fena değil, bol malzemeli ama ben hem tok olduğum için hem de peynirli gözleme sevmediğim için pas geçiyorum.
Gözleme konusunda yüksek standartlarım var. Bu standartı Bursa Botanik Park’taki göletin kıyısındaki Çağla büfe belirliyor. Buranın gözlemesi hem hesaplı hem de kaliteli ve bol malzemeli olduğu için tok bile olsam her gittiğimde en az bir tane yerim. Dolayısıyla her yediğim gözlemeyi Çağla büfeninkiyle kıyaslarım. Geçen yaz Olimpos’ta e-harita yorumlarına aldanıp da iki misli fiyatına yediğimiz gözlemenin içinde patatesleri büyüteçle aramıştım.
Bahar yüzünü göstermiş, yerde açan minik çiçekler ve ağaçlar bunu teyit ediyor.