İLKE BEKÇİ
Ana Kamp
Yaklaşık 10 sene önce tırmanışa giden arkadaşlarımın hikâyeleri hâlâ aklımdaydı. Geçilmesi adeta imkansız azgın buzul dereleri, onların birleşmesiyle oluşan devasa çağlayanlar ve tehlikeli buzul çatlaklarıyla dolu Kazbek dağı… İşte şimdi tam solumuzda yükseliyordu. Rüyada gibiydim. Derin ve yeşil vadilerin arkasından bize yüzünü göstermiş, bulutlu ve sarp zirvesi tüylerimin bir anda diken diken olmasına yetmişti. Tiflis’e indikten sonra havaalanında bizi karşılayan Azeri şoförümüz nam-ı diğer Johny minibüsü ile bizi Kazbegi köyüne kadar götürüyordu.
Tiflis’ten Rusya sınırına kadar uzanan “Gürcistan Askeri Otoyolu” üzerinde ilerlerken karşımıza çıkan yemyeşil vadiler, şelaleler, göller Karadeniz yaylalarını aratmıyordu. Tabii bunda Johny’in Türkçe müzik seçimi de etkili oluyordu. Yaklaşık 5 saatlik yolculuğun son kilometreleri gayet tozlu ve bozuk yollarda geçmişti ama zirvesini bize gösteren Kazbek dağı, yolun olumsuz koşullarına rağmen tüm ekibin yüzünde bir tebessüme ve hayranlığa sebep olmuştu. Sabah serinliğinde yol kenarında bulunan, vadinin içindeki küçük mola yerinde ilk yerel lezzet ile tanıştık. Kaçapuri; içi yöresel peynirle dolu kalın hamuru ile bir çeşit gözleme diyebiliriz. Yanında buz gibi gazlı armut suyu ile koca bir kaçapuriyi tek başıma yedim. Zira sabahtan beri mideme giren ilk şey buydu.
Gürcistan’da ilk gecemizi Rusya sınırına 20 km mesafedeki Kazbegi köyünde “Guest house” denilen bir çeşit apart pansiyon diyebileceğimiz, çok tatlı bir teyze olan Verena’nın evinde geçirdik. Her ne kadar dilimizi anlamasa da “Turko” olduğumuz öğrenince bize anneanne sevgisiyle yaklaştı. Venera, bizimle iletişim kurmaya çalışırken bir öğlen vakti bana “nardi! nardi?” diye seslenip bir şeyler anlatmaya çalıştı. Ben anlamadığımı el kol hareketleri ile anlatmaya çalışırken birden içerdeki odaya girdi ve elinde büyük bir tavla ile dönüverdi. İşte dedim, şimdi ortak bir dil bulduk! Aynı bizdeki gibi şeşi-beş, pencüse kelimeleri eşliğinde 2 el nardi oynadık. Tabii ki dostluk kazandı. Tavlada görmeye alışık olmadığız bir şekilde pulların yerine tam oturmasını sağlayan oyuklar vardı.
Ertesi gün pek de güzel diyemeyeceğim yerel kahvaltı ile güne başladık. Menüde bol sebzeli çorba, ekmek, peynir ve tadına bakmaya cesaret edemediğim bir dolma vardı. Tırmanış öncesi bilmediğim, güvenmediğim yemekler yemek pek akıllıca değildi, belki dağdan indiğimizde deneyebilirdim.
Tırmanış ayakkabıları, trekking botları, 1 haftalık yiyecek derken 2 çantam toplamda 36 kg olmuştu. Ekibin diğer üyelerinde de durum çok farklı değildi. Neyseki sevgili rehberimizin daha önce ayarladığı katırcı, sabah kaldığımız eve gelip, çantalarımızı katırlara yükledi. Böylece 1800 mt irtifadan başladığımız yaklaşık 9 saat sürecek olan yürüyüşümüze başladık. Vadinin içindeki ormanda ilerlerken köy, arkamızda yavaş yavaş kayboluyordu. Derken, ormanın içinden çıkmamızla köyden net bir şekilde tepenin üstündeki silueti görünen tarihi Gergeti Trinity kilisesinin düzlüğüne çıktık. Daha gidecek çok yolumuz olduğu için kiliseyi dönüşte gezmeye karar verdik.
Öğle güneşinin kavurucu sıcağı altında ilerlerken Kafkas Dağları’nın eşsiz manzarası bize eşlik ediyordu. 3000 mt’de bizi karşılayan 8 km uzunluktaki Gergeti Buzul’u biraz da olsa serinlememizi sağlamıştı. Derin ve uzun buzul çatlaklarıyla dolu Gergeti Buzul’u üzerinde hem keyifli hem de uzun bir yürüyüş yaptık. Buz mavisi ve kar beyazının eşsiz güzelliği hepimizi büyülemişti. Buzul üzerinde ağır ağır ilerlerken bu doğa harikasının tüm ayrıntılarını beynime kazımaya çalışıyordum. Dünyanın dört bir yanından gelen doğa severler Kafkas Dağları’nın eşsiz güzelliğini görmek için Gergeti Buzulu’nun başlangıcına kadar günübirlik yürüyüşler düzenliyorlardı.
Buzulu karşıdan karşıya sorunsuz bir şekilde geçtikten sonra 3650 mt irtifadaki -bir zamanlar Ruslar tarafından meteoroloji istasyonu olarak kullanılan; şimdi ise dağcıların konakladığı- “Betlemi Hut” isimli dağ evine vardık. Bu irtifada hava aşağıya göre daha soğuk ve rüzgârlıydı. Bulunduğumuz yerden Kazbek’in zirvesi ve çevredeki dağlar rahatça görülebiliyordu. Geceyi, dağ evinin içinde bizi rüzgâr ve soğuktan koruyacak olan odalarda geçirdik. Ertesi gün kahvaltıdan sonra çevreyi biraz tanıma ve yüksekliğe uyum sağlama amacıyla yakındaki 4000 mt’lik bir tepeye kısa bir yürüyüş düzenledik. Tepede Türkiye’deki dağlarda görmeye alışık olmadığımız bir manzara bizi karşıladı. İçerde bağış kumbarasının bile bulunduğu küçük bir kilise… Manzaranın keyfini çıkartıp biraz dinlendikten sonra dağ evine geri döndük. Gece yarısı zirve için yola çıkacaktık, biraz dinlenmemiz lazımdı. Ama akşam erken saatte uyumak çok zordu. Uyku tulumunun içinde kâh müzik dinleyerek, kâh kitap okuyarak uykuya dalmaya çalıştım ama uyumak mümkün değildi. Gece yarısı kalkıp çantamızı hazırlayıp, yemeğimizi yedikten sonra yola koyulduk ama uykusuzluktan her molada esneyip birkaç saniyeliğine de olsa gözlerimi dinlendiriyordum.
VE HAYAL KIRIKLIĞI…..
Gecenin karanlığında kafa fenerlerimizin aydınlattığı buzul üzerinde zirveye giden doğru yolu bulmaya çalışıyorduk. Dağ evinde bulunan diğer ekiplere göre yola daha erken çıktığımız için aşağıya baktığımızda diğer dağcıların kafa fenerlerinin oluşturduğu ışık sırası zifiri karanlıkta güzel bir tablo oluşturuyordu. Buzul çatlaklarının arasından dikkatli bir şekilde geçerek ağır ağır ilerliyorduk. Uykusuzluktan ve yüksekliğe uyum sağlayamamaktan dolayı başım yavaş yavaş ağrımaya başlamıştı. Buzulda attığım her adım artık işkence haline gelmeye başlamıştı. Havanın aydınlanmasına dakikalar kalmıştı ki geri dönme kararı aldım. Güneş yeni güne buzul üzerinde merhaba derken, ben aylarca hayalini kurduğum zirveyi arkada bırakarak kendini iyi hissetmeyen iki arkadaşımla beraber 4100 mt irtifadan dağ evine geri döndüm.
Kafkas mitolojisinde de yer alan Prometius’un zincirlendiği dağın zirvesine çıkamamıştım ama binlerce yıldır dağ orada duruyordu ve hala durmaya devam edecekti. Başka bir zaman, başka bir ben ile tekrar deneyebilirdim. Önemli olan “oraya” gitmek ve sağlıklı bir şekilde geri dönmekti. Yeni bir kültürle tanışma fırsatım olmuş, yeni arkadaşlar edinmiş, güzel anılarla eve geri dönüyordum.
Bekle beni Kafkas devi Kazbek, içimden bir ses seninle yaşayacağımız daha çok maceralarımız olacağını söylüyor.
[attachment=1]
Tiflis’ten Rusya sınırına kadar uzanan “Gürcistan Askeri Otoyolu” üzerinde ilerlerken karşımıza çıkan yemyeşil vadiler, şelaleler, göller Karadeniz yaylalarını aratmıyordu. Tabii bunda Johny’in Türkçe müzik seçimi de etkili oluyordu. Yaklaşık 5 saatlik yolculuğun son kilometreleri gayet tozlu ve bozuk yollarda geçmişti ama zirvesini bize gösteren Kazbek dağı, yolun olumsuz koşullarına rağmen tüm ekibin yüzünde bir tebessüme ve hayranlığa sebep olmuştu. Sabah serinliğinde yol kenarında bulunan, vadinin içindeki küçük mola yerinde ilk yerel lezzet ile tanıştık. Kaçapuri; içi yöresel peynirle dolu kalın hamuru ile bir çeşit gözleme diyebiliriz. Yanında buz gibi gazlı armut suyu ile koca bir kaçapuriyi tek başıma yedim. Zira sabahtan beri mideme giren ilk şey buydu.
Gürcistan’da ilk gecemizi Rusya sınırına 20 km mesafedeki Kazbegi köyünde “Guest house” denilen bir çeşit apart pansiyon diyebileceğimiz, çok tatlı bir teyze olan Verena’nın evinde geçirdik. Her ne kadar dilimizi anlamasa da “Turko” olduğumuz öğrenince bize anneanne sevgisiyle yaklaştı. Venera, bizimle iletişim kurmaya çalışırken bir öğlen vakti bana “nardi! nardi?” diye seslenip bir şeyler anlatmaya çalıştı. Ben anlamadığımı el kol hareketleri ile anlatmaya çalışırken birden içerdeki odaya girdi ve elinde büyük bir tavla ile dönüverdi. İşte dedim, şimdi ortak bir dil bulduk! Aynı bizdeki gibi şeşi-beş, pencüse kelimeleri eşliğinde 2 el nardi oynadık. Tabii ki dostluk kazandı. Tavlada görmeye alışık olmadığız bir şekilde pulların yerine tam oturmasını sağlayan oyuklar vardı.
Ertesi gün pek de güzel diyemeyeceğim yerel kahvaltı ile güne başladık. Menüde bol sebzeli çorba, ekmek, peynir ve tadına bakmaya cesaret edemediğim bir dolma vardı. Tırmanış öncesi bilmediğim, güvenmediğim yemekler yemek pek akıllıca değildi, belki dağdan indiğimizde deneyebilirdim.
Tırmanış ayakkabıları, trekking botları, 1 haftalık yiyecek derken 2 çantam toplamda 36 kg olmuştu. Ekibin diğer üyelerinde de durum çok farklı değildi. Neyseki sevgili rehberimizin daha önce ayarladığı katırcı, sabah kaldığımız eve gelip, çantalarımızı katırlara yükledi. Böylece 1800 mt irtifadan başladığımız yaklaşık 9 saat sürecek olan yürüyüşümüze başladık. Vadinin içindeki ormanda ilerlerken köy, arkamızda yavaş yavaş kayboluyordu. Derken, ormanın içinden çıkmamızla köyden net bir şekilde tepenin üstündeki silueti görünen tarihi Gergeti Trinity kilisesinin düzlüğüne çıktık. Daha gidecek çok yolumuz olduğu için kiliseyi dönüşte gezmeye karar verdik.
Öğle güneşinin kavurucu sıcağı altında ilerlerken Kafkas Dağları’nın eşsiz manzarası bize eşlik ediyordu. 3000 mt’de bizi karşılayan 8 km uzunluktaki Gergeti Buzul’u biraz da olsa serinlememizi sağlamıştı. Derin ve uzun buzul çatlaklarıyla dolu Gergeti Buzul’u üzerinde hem keyifli hem de uzun bir yürüyüş yaptık. Buz mavisi ve kar beyazının eşsiz güzelliği hepimizi büyülemişti. Buzul üzerinde ağır ağır ilerlerken bu doğa harikasının tüm ayrıntılarını beynime kazımaya çalışıyordum. Dünyanın dört bir yanından gelen doğa severler Kafkas Dağları’nın eşsiz güzelliğini görmek için Gergeti Buzulu’nun başlangıcına kadar günübirlik yürüyüşler düzenliyorlardı.
Buzulu karşıdan karşıya sorunsuz bir şekilde geçtikten sonra 3650 mt irtifadaki -bir zamanlar Ruslar tarafından meteoroloji istasyonu olarak kullanılan; şimdi ise dağcıların konakladığı- “Betlemi Hut” isimli dağ evine vardık. Bu irtifada hava aşağıya göre daha soğuk ve rüzgârlıydı. Bulunduğumuz yerden Kazbek’in zirvesi ve çevredeki dağlar rahatça görülebiliyordu. Geceyi, dağ evinin içinde bizi rüzgâr ve soğuktan koruyacak olan odalarda geçirdik. Ertesi gün kahvaltıdan sonra çevreyi biraz tanıma ve yüksekliğe uyum sağlama amacıyla yakındaki 4000 mt’lik bir tepeye kısa bir yürüyüş düzenledik. Tepede Türkiye’deki dağlarda görmeye alışık olmadığımız bir manzara bizi karşıladı. İçerde bağış kumbarasının bile bulunduğu küçük bir kilise… Manzaranın keyfini çıkartıp biraz dinlendikten sonra dağ evine geri döndük. Gece yarısı zirve için yola çıkacaktık, biraz dinlenmemiz lazımdı. Ama akşam erken saatte uyumak çok zordu. Uyku tulumunun içinde kâh müzik dinleyerek, kâh kitap okuyarak uykuya dalmaya çalıştım ama uyumak mümkün değildi. Gece yarısı kalkıp çantamızı hazırlayıp, yemeğimizi yedikten sonra yola koyulduk ama uykusuzluktan her molada esneyip birkaç saniyeliğine de olsa gözlerimi dinlendiriyordum.
VE HAYAL KIRIKLIĞI…..
Gecenin karanlığında kafa fenerlerimizin aydınlattığı buzul üzerinde zirveye giden doğru yolu bulmaya çalışıyorduk. Dağ evinde bulunan diğer ekiplere göre yola daha erken çıktığımız için aşağıya baktığımızda diğer dağcıların kafa fenerlerinin oluşturduğu ışık sırası zifiri karanlıkta güzel bir tablo oluşturuyordu. Buzul çatlaklarının arasından dikkatli bir şekilde geçerek ağır ağır ilerliyorduk. Uykusuzluktan ve yüksekliğe uyum sağlayamamaktan dolayı başım yavaş yavaş ağrımaya başlamıştı. Buzulda attığım her adım artık işkence haline gelmeye başlamıştı. Havanın aydınlanmasına dakikalar kalmıştı ki geri dönme kararı aldım. Güneş yeni güne buzul üzerinde merhaba derken, ben aylarca hayalini kurduğum zirveyi arkada bırakarak kendini iyi hissetmeyen iki arkadaşımla beraber 4100 mt irtifadan dağ evine geri döndüm.
Kafkas mitolojisinde de yer alan Prometius’un zincirlendiği dağın zirvesine çıkamamıştım ama binlerce yıldır dağ orada duruyordu ve hala durmaya devam edecekti. Başka bir zaman, başka bir ben ile tekrar deneyebilirdim. Önemli olan “oraya” gitmek ve sağlıklı bir şekilde geri dönmekti. Yeni bir kültürle tanışma fırsatım olmuş, yeni arkadaşlar edinmiş, güzel anılarla eve geri dönüyordum.
Bekle beni Kafkas devi Kazbek, içimden bir ses seninle yaşayacağımız daha çok maceralarımız olacağını söylüyor.
[attachment=1]