Anadolu Efsaneleri

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan VitaEsMorte Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 26
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 28,224
Ynt: Anadolu Efsaneleri

Sevgili dostlar ben sadece elçiyim. Bu efsanelerin bu şekilde hayata geçirilmesi Sayın Ahmet Güneştekin'in bir projesidir. Kendisiyle önce Haberci daha sonra da Güneşin İzinde adlı belgesel programla tanıştım. Sitesinde bu belgesellerden izler bulunca bunları izin alarak yayınlamak istedim, kendi de sağolsun kırmadı ve izni verdi. Birkaç tane efsaneyi daha paylaşacağım bugün.

Bahsettiğin türbeler arasında İmam-ı Gazali Türbesi, Sahabeler Türbesi ve Şeyh Bedreddin Türbesi sayılabilir. Diyarbakır ile ilgili bir gezi rehberini bu hafta ekleyeceğim :smiley:
 

Etiketler
Peribacaları Efsanesi - Nevşehir

Bir zamanlar yer ile gök arasındaki büyük dünyamızda başları yüksek dağlara denk olan korkunç devler yaşarmış. İnsanlar bu devlerden çok korkar ve onları kızdırmamaya dikkat edermiş. Bu korkunç devlerin gönlünü hoş tutup kızdırmamak için ülkenin yüksek dağlarına çıkar oradaki sunaklara hediyeler bırakıp kurbanlar keserlermiş. Yılın belirli günlerinde de bu dağların doruklarındaki sunaklarda toplanıp devler kendilerine zarar vermesin diye dualar ederlermiş. Yine de bazen bu dev tanrılar, insanlara kızarmış. Kızdıkları zaman da oturdukları dağların tepesinden korkunç gürültülerle ateş dalgalarını gönderirlermiş insanların üzerlerine. Bu ateş dalgaları önlerine çıkan herşeyi yerle bir edip yakıp küle çevirirmiş. Dev tanrıların öfkesinin nedenini anlayamayan insanlar daha da korkarak onları memnun etmenin yollarını ararlarmış. Sunaklara daha fazla hediye bırakmaya ve daha çok kurban kesmeye başlarlarmış. Ancak yine bu dev ateş tanrılarını memnun edemiyorlarmış.

Günlerden bir gün periler ülkesinin padişahının yolu bu dev tanrıların korkunç zulmü altında inleyen ülkeye düşmüş. Peri padişahı bu zavallı insanların çaresizliklerinden çok etkilenip üzülmüş ve onlara yardım etmeye karar vermiş. Emindeki tüm perileri çağırmış hemen. Ve onlara şöyle demiş;

- Ey kardeşlerim. İnsan kardeşlerimiz çok zor durumdalar. Onlara yardım etmek istiyorum. Şu karşıdaki dağların zirvesinde oturan zalim devleri durduralım. Bu insanların çilesini bir son verelim istiyorum. Eğer biz zalim devlerin yaşadığı dağların ateşini söndürebilirsek devler de yerin altına kaçar ve insanları bir daha rahatsız etmezler.

Padişahlarının konuşmasının ardından binlerce peri ellerinde kar ve buz taneleri, devlerin yaşadığı dağın doruklarına toplanmışlar ve dağın tepesinde fokurdayan ateşe atmaya başlamışlar. Hiç durmadan günlerce ateşi kara ve buza boğup söndürmeyi başarmışlar. Sonunda devler korkup yerin derinliklerine kaçıp saklanmak zorunda kalmışlar. İnsanlar, perilerin bu zaferini büyük sevinçle karşılamışlar, günler geceler boyunca şenlikler düzenleyip bu zaferi kutlamışlar. O günden sonra insanlar ve periler arasında çok sıkı bir dostluk oluşmuş. Bu dostluk uzun yıllar devam etmiş. İnsanlar kayalara oydukları mağaralarda yaşarken periler de sivri kayalıların üzerlerindeki küçük odacıklarda yaşıyorlarmış. İnsanlar toplanıp kendi aralarında bir padişah seçmişler ve onun emri altında mutlu bir şekilde yaşıyorlarmış. Bu padişahın Revan adında çok yakışıklı bir oğlu varmış. Periler padişahının da dünyalar güzeli bir kızı varmış. İsmi de Gülperi imiş. Gülperi'nin, gören herkesi mecnun eden güzel uzun siyah saçları o kadar uzunmuş ki ayak bileklerindeki hal hallara değiyormuş uçları. Saçının dalgalarından yansıyan güneş ışıkları insanların gözlerini kamaştırıyormuş. Hele turkuaz renkteki gözleri ile birine baktığında o insanın bir daha dünyadaki hiçbir güzellikten zevk alamadığı söylenirmiş . Peri padişahı güzel kızını çok sever her şeyden sakınırmış.

Onun mutluluğu için elinden gelen herşeyi yapıyormuş. Günlerden bir gün insanların padişahının yakışıklı oğlu Revan, yer altındaki devlerin saklandığı o karanlık ülkeye inmeye karar vermiş. Atalarının daha önceleri çektiği acıların intikamını almayı istiyormuş o zalim devlerden. Yeraltı ülkesine giden yolda birbirine açılan onlarca kapıdan rahatça geçmiş Revan. Son kapıya geldiğinde hırsla açmış kapıyı ve içeri girmiş. Ancak Revan'ın içeri girmesiyle büyük bir kaya parçası yuvarlanarak kapının ağzını kapatıvermiş. Revan o an zalim devler tarafından tuzağa düşürüldüğünü anlamış ama artık çok geçmiş. Zifiri karanlıkta çaresizlik içinde beklerken korku da bütün vücudunu sarmaya başlamış Revan'ın. Artık sonunun geldiğini düşünmeye başlamış. Bu karanlık ülkede mahsur kalmış ama ne gelen varmış ne de giden. Böylece günler geçip gidiyormuş. O sırada yerin üstünde, güzeller güzeli Gülperi de rüyasında gerçek hayatta asla göremeyeceğine inandığı yakışıklı bir genç görmüş. Aynı genci birkaç gece daha görmüş rüyasında periler padişahının güzel kızı Gülperi. Rüyasındaki yakışıklı genç çaresiz ve korkmuş bir şekilde ona kendisini kurtarması için yalvarıyormuş. Bir sabah dayanamamış ve rüyasını dadısına anlatmış. Dadısı Gülperi'nin rüyasını dinledikten sonra şöyle yorumlamış;

- Güzel kızım, gördüğün rüya gerçektir. Gerçekten de böyle bir delikanlı var ve o şu anda zalim devlerin ülkesinde hapis.Bu yüzden de senden kendisini kurtarmanı istiyor.

Gülperi dadısının bu yorumuyla hemen harekete geçmiş ve emrindeki muhafızlarla birlikte karanlık yer altı ülkesine doğru yola çıkmış.

Revan gibi bütün kapılardan hızla geçmişler. Son kapının önüne geldiklerinde kapının ağzının büyük bir kaya parçasıyla kapatıldığını fark etmişler. Gülperi muhafızlarına kayanın hemen yerinden kaldırılıp kapının açılmasını emretmiş. Aldıkları emirle muhafızlar kayayı hemencecik yerinden kaldırıp kapıyı açmışlar. Gülperi odadan içeri girince günlerdir rüyasına giren yakışıklı genci bir köşede baygın yatarken görmüş. Hemen onu yattığı yerden kaldırıp hızla yeryüzüne çıkmış muhafızlarıyla birlikte. Gülperi baygın yatan Revan'ı en yüksek kayanın üzerinde kurulu olan periler padişahının sarayına, kendi odasına götürmüş ve Revan'ı tedavi etmeye başlamış. Gülperi, perilere has, hiçbir insanoğlunun bilmediği ilaçlarla tedavi etmiş Revan'ı. Çok geçmeden Revan kendine gelmiş. Gözlerini açtığında karşısında Gülperi'yi görünce öldüğünü ve cennete gittiğini düşünmüş. “Dünyada bu kadar güzel bir kız olamaz” demiş kendi kendine. Gülperi, Revan'ın kendisine geldiğini görünce çok sevinmiş ve elini uzatarak saçlarını okşamış. “Korkma” demiş Gülperi, “Artık emin ellerdesin ve o karanlık ülkeden kurtuldun.” Revan günlerce Gülperi'nin odasında kalmış. Gülperi ve Revan birbirlerine deli gibi aşık olmuşlar ve evlenmeye karar vermişler. Revan kendi şehrine gidip babasına durumu anlatmaya ve Gülperi ile evlenmesi için izin vermesini istemeye gitmiş. En kısa zamanda tekrar bir araya gelmek için sözleştikten sonra Revan kendi şehrine dönmüş. İnsanların padişahı günlerdir kayıp olan oğlunu yeniden karşısında görünce çok sevinmiş. Bütün ülkede kutlamalar yapılmasını istemiş.

Revan babasına başından geçen bütün olayları anlatmış ve babasından peri padişahının güzeller güzeli kızıyla evlenmesi için izin istemiş. Babası oğlunun bu isteği karşısında birden durgunlaşmış. O güne kadar birlikte ve mutlu yaşadıkları perilerle hiç kız alıp vermemişlermiş. Bu yüzden düşünmüş ve yaşlılar heyetini toplayıp onlara danışmaya karar vermiş. Padişahın isteği ile toplanan yaşlılar heyeti uzun tartışmalar sonunda insanlar ve perilerin asla birlikte olamayacağını, insanların yeryüzünde perilerin ise gökyüzünde yaşadıklarını, insanların ölümlü, perilerin ölümsüz olduğunu söyleyip böyle bir evliliğin insanların da sonu olabileceğini söyleyip böyle bir evliliğin imkansız olacağına karar vermişler. Revan'ın periler tarafından büyülendiğine inandıkları için böyle bir evliliği ancak perileri savaşla ülkelerinden kovarak engelleyebileceklerine hükmetmişler ve derhal perilerle savaş hazırlıklarına başlanmasına karar verilmiş. Revan'ın da kendilerinden habersiz bir çılgınlık yapmasını engellemek için de onu odasına hapsetmişler. İnsanların kendileriyle savaş hazırlıkları yaptığını duyan periler padişahı bu duruma çok üzülmüş. Hemen halkını toplayıp onlara şöyle demiş;

- Bizler onları korkunç devlerin zulmünden kurtardık. Ama insanlar zayıf yaratıklardır. Yaptığımız iyiliği çabuk unuttular. Çok geçmeden hatalarını anlarlar. Şimdi onlarla savaşırsak çok büyük kayıp verirler. Büyük acılar yaşanır. Nasıl olsa onlar hatalarını anlayacak. En iyisi biz şimdilik savaşmayalım ve onlar hatalarını anlayana kadar da buralardan uzaklaşalım.

Bütün periler birden yaşadıkları odalardan gökyüzüne doğru havalanmışlar. Peri padişahı çok geçmeden yer altındaki zalim devlerin kendilerinin yokluğundan yararlanıp yeniden yeryüzüne çıkacağını düşünmüş ve insanlar için üzülmüş. Halkını toplayıp hemen şekil değiştirip güvercinlere dönüşmelerini istemiş onlardan. Bütün periler hep beraber birer güvercine dönüşüvermiş padişahlarının isteği üzerine. Böylece insanlar onları görse de tanıyamayacaklarmış. Güvercinlere dönüşen periler tekrar sivri kayalıkların ucundaki odalarına dönmüşler ve orada yaşamaya başlamışlar. Böylelikle insanları korumaya devam etmişler.

Gülperi de insanlar ve halkı arasındaki savaşa engel olmak için babasının isteğini yerine getirerek beyaz bir güvercine dönüşmüş. Hergün odasından çıkıp Revan'ın odasının penceresine konuyormuş. Revan da penceresine konan güvercini avuçlarına alıp Gülperi'ye duyduğu özlemi onu şefkatle sevip okşayarak gidermeye çalışıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyormuş. Gülperi de sevgilisinin bu durumu karşısında çaresizlikten kahroluyormuş ama yapabileceği bir şey olmadığının farkındaymış. O da Revan onu eline her alıp kanatlarını her okşadığında gözyaşlarını sevgilisinin avuçlarına döküyormuş...
 

Yediuyurlar Efsanesi - Mersin

On binlerce yıllık insan beşiği Anadolu'nun, Tarsus yöresinde Dakyanus adında oldukça uyanık, kurnaz, düzenbaz ve acımasız bir kral yaşarmış. Dakyanus, sarayında her an hazır beklettiği kahin, astrolog, ve büyücülerinin yardımıyla, küçüklü büyüklü, kurnazca hileler ve oyunlar oynayıp cahil ve korkak halkını korkutarak hükümdarlığını devam ettiriyormuş. Zamanla oynadığı bu oyunlara kendisi de inanarak gerçekten de bir tanrı olduğunu düşünmeye başlamış.

Dakyanus, sarayının dört bir tarafına putlar diktirmiş ve halkının onlara tapmasını, tanrıların onları koruması için de putların önünde hazırlanan sunaklara gelirlerinin en az üçte ikisini bırakmalarını emretmiş. Aksi takdirde tanrıların insanlara çok kızacaklarını ve onların gazaplarını da hiç kimsenin durduramayacağını söyleyip korkutmuş onları. Zavallı cahil halk da bu söylenenlere inanıp tüm kazançlarını hazırlanan sunaklara bırakıp tanrıların kendilerine kızmasını önlemek için sadaka yarışına girmiş. Bütün bu olan biten sonucunda her gün daha da zenginleşen Dakyanus gücüne güç katmaya devam etmiş. Zalim kral Dakyanus'un Mernuş, Sezenuş, Debernuş, Yemliha, Makselmine ve Meslina isimli altı yardımcısı varmış. Dakyanus onlara çok güvenir, her konuda akıl danışıp bütün sırlarını da anlatırmış yardımcılarına. Zamanla bu altı yardımcısı da Dakyanus'un göz kamaştıran zenginliğinden ve gücünden etkilenerek halka söyledikleri yalanlara inanıp onun bir tanrı olduğuna inanmaya başlamışlar.

Günlerden birgün Tarsus büyük bir düşman saldırısına uğramış. Görkemli Tarsus şehri tamamen istila edilip, yağmalanmış. Kurnaz Dakyanus durumun vahametini görünce hiç düşünmeden istilacı düşmanlarıyla anlaşma yoluna giderek hem canını hem de krallığını kurtarmış. Kurnaz kral halkına ve insanlarına bu durumu anlatırken de işin içinden kendisini sıyırmaya çalışmış. Onlara şöyle demiş zalim ve kurnaz Dakyanus; “Bakın bu şeytan güçleri karşısında hangi insan durabilirdi. Elbette ki hiç kimse. Ama krallığımızın büyük ve ulu tanrılarının gücüyle hepimiz canımızı kurtardık. Bu büyük ve belalı sınavdan sonra hâlâ tanrılarımızın gücüne inanmayan var mı aranızda?” Yoksul ve cahil halk yaşadıkları dehşetten sonra canlarını kurtarmış olmanın rahatlığıyla hak vermiş kurnaz kralın söylediklerine. Ancak kralın en güvendiği altı danışmanından biri olan Yemliha, kralın söylediklerine hiç inanmamış. Ve arkadaşlarıyla bir toplantı yapmışlar kendi aralarında. Cesur ve akıllı Yemliha şöyle demiş arkadaşlarına;

- Şu kralın dediklerine hanginiz inandınız? Güzel ülkemiz saldırgan düşmanlar tarafından yağmalanırken, insanlarımız öldürülürken neredeydi şu büyük ve güçlü tanrılar? Onlar kendilerini bile korumaktan aciz taş parçaları. Bu gerçeği görmediniz mi artık? Bu şarlatanlığa bir son vermenin zamanı gelmedi mi sizce? Çevrenize bakın bir... Güneşi kim doğuruyor hergün? Bizi ısıtan ve üşüten güç kimdir? Bu doğa kimin eseridir? Bunları küçük bir düşman saldırısından bile kendini korumaktan aciz Dakyanus ve heykelleri mi yaptı? Hayır! Bu bana hiç de inandırıcı gelmiyor. Gelin bir olup bu şarlatanın maskesini düşürelim artık.

Diğer arkadaşları cesur ve akıllı Yemliha'nın bu sözlerine hak vermişler ve kralın maskesini düşürmek için hep beraber çalışmaya karar vermişler. Ancak zalim ve kurnaz Dakyanus'un her yerde, herkesi dinleyen ajanlarından biri de o gün danışmanların toplantısını dinliyormuş gizlice. Bütün duyduklarını hemen krala aktarmış tabii ki. Dakyanus hemen altı danışmanını da huzuruna çağırtmış. Onlara olan bitenden haberdar olduğunu söylemiş. Ancak en güvendiği ve bütün sırlarını paylaştığı bu altı adamı bir anda yok etmeyi de göze alamamış. Bu yüzden onlara iyice düşünüp kendisine tekrar sadakatle hizmet etmeleri için zaman tanıyacağını söylemiş. Danışmanlar kralın huzurundan ayrıldıktan sonra akıllı Yemliha arkadaşlarına şöyle demiş;

- Arkadaşlar, hepimiz Dakyanus'u iyi tanıyoruz. Bu saatten sonra o bizi yaşatmaz. Şimdi kendisine güvenemediği için bize bir şey yapmıyor ama uygun zamanı yakaladığında hepimizi ortadan kaldıracağına hiç şüphe yok. En iyisi biz bir an önce Tarsus'u terk edip başka bir yere gidelim. Orada gücümüzü birleştirip iyice güçlendikten sonra yeniden buraya geliriz. Diğer arkadaşları da Yemliha'ya hak vermişler. Yanlarına yol için gerekli malzemeyi aldıktan sonra hep birlikte gizlice yola çıkmışlar. Tarsus'tan iyice uzaklaşan altı arkadaş yolda sürüsünü otlatan bir çobana rastlamışlar. Çoban gördüğü bu altı yabancıya büyük bir konukseverlik göstermiş ve onları çok güzel bir şekilde ağırlamış. Çobanın iyi niyetinden etkilenen altı arkadaş başlarından geçenleri çobana da anlatmışlar.

Bütün olup biteni dinleyen çoban misafirlerine içten bir gülümsemeyle karşılık vermiş ve demiş ki; “Arkadaşlar hiç şüphe yok ki siz en doğru olanı yaptınız. Güneşe bir bakın hele. Nasıl da yavaş yavaş gösteriyor yüzünü dağların ardından. Sıcaklığı ve aydınlığı nasıl da sarıyor şu dünyamızı. Şu tarladaki günebakanlara bir bakın hele. Güneşle birlikte nasıl da başlarını gökyüzüne çeviriyorlar. Akşamın karanlığında da tekrar önlerine eğiyorlar. Bu nasıl bir mucizedir. Bütün bunları yapan bir güç mutlaka var. Bu güç ne Dakyanus olabilir ne de onun taştan yapılmış putları...” Çobanın bu sözleri altı arkadaşı verdikleri karar konusunda daha da cesaretlendirmiş. Çoban da onlara katılmaya karar vermiş. Yanlarına çobanın Kıtmir adlı köpeğini de alıp tekrar yola düşmüşler. Bütün gün hiç durmadan yürümüşler. Akşam olup karanlık bastığında dağlarda rastladıkları ve saklanmaya müsait Yencelüs isimli mağaraya girmişler. Hâlâ yaşadıkları ve sığınacak bir yer bulabildikleri için şükredip uyumaya çekilmişler. İlk uyanan akıllı Yemliha olmuş. Arkadaşları da sırayla derin uykularından uyanmışlar. Şaşkınlık içerisinde birbirlerinin yüzlerine bakıyorlarmış. Hepsinin saçı sakalı iyice uzamış, birbirine dolanmış haldeymiş. “biz ne kadar uyuduk ki” diye sormuş içlerinden biri. Bir diğeri “bana sanki bir gün ya da daha az gibi geldi” diye cevap vermiş. Durumlarına çok şaşırmışlar ama bir anlam da verememişler. Karınlarının iyice acıktığını hissettikleri için Yemliha'nın gizlice şehre gitmesine ve yiyecek bir şeyler almasına karar vermişler.

Yemliha bu haliyle kendisini kimsenin tanıyamayacağını düşünerek şehre doğru yola koyulmuş. Şehre vardığında gözlerine inanamamış. Her şey baştan sona değişmiş durumdaymış. İnsanlar, evler, caddeler, herşey. Hiç biri kendilerinin bıraktığı gibi değilmiş. “Bir gecede bu kadar büyük bir değişiklik nasıl olur diye şaşırmış” Yemliha. Gördüğü ilk fırının önünde durup içeri girmiş. Cebinden çıkardığı Dakyanus altınını fırıncıya uzatıp ekmek istemiş. Yemliha'nın elindeki Dakyanus altınını gören fırıncı hemen koluna yapışmış Yemliha'nın. “Sen bu altını nereden buldun” Çabuk söyle. Yoksa hırsızlık mı yaptın, gömü mü buldun” Diye arka arkaya sorular sormaya başlamış. Yemliha ne olduğunu anlamaya çalışırken fırındaki diğer müşteriler de işe karışmış ve hep birlikte şehrin mahkemesinin yolunu tutmuşlar. Mahkemedeki yargıç fırıncının elindeki altına bakıp Yemliha'ya “Bu 309 yıl önce yaşamış kral Dakyanus'un parası. Bu altını nereden buldun” diye sormuş. Yemliha yargıcın sorusu üzerine mağarada tam 309 yıl uyuduklarının farkına varmış. Bunu yargıca söylese inanmayacağını düşünmüş mağaradaki arkadaşları da aklına gelince doğruyu söylemenin kendisi ve arkadaşları için hiç de iyi olmayacağına karar vermiş. Ve yargıca “Evimden” diye cevap vermiş. “Yargıç evin nerede” diye sorunca da, arkadaşları geceyi geçirdikleri mağaranın ismini söylemiş. Yargıç askerleri çağırmış hemen ve demiş ki” Bu adamı alın ve söylediği yere gidin. Eğer söyledikleri doğruysa sorun yok. Yok eğer yalan söylüyorsa hemen buraya getirin de cezasını verelim”.

Yargıcın bu kararından sonra askerler Yemliha'yı yanlarına alıp mağaraya doğru yola çıkmışlar. Mağaranın önüne geldiklerinde Yemliha askerlere şöyle demiş; “Siz burada bekleyin. İçerideki arkadaşların aniden karşılarında sizi görürlerse korkup çıkmayabilirler. Ben gidip onları alıp geleyim”Askerler mağaranın önünde beklerken Yemliha da mağaraya girmiş. Arkadaşlarını mağaranın derinliklerinde kendisini beklerken bulmuş. Onlara başından geçenleri bütün ayrıntısıyla anlatmış ve demiş ki; “Arkadaşlar şimdi mağaranın girişinde askerler bizi bekliyor. Kararı siz verin artık, çıkalım mı yoksa burada mı kalalım”İçlerinden birisi söz almış ve şöyle demiş; “Bu saatten sonra insanların içine karışmak hiç de hayrımıza değil. Sevdiklerimizden hiç biri hayatta değildir şimdi. Bir de yeni yaşamın nasıl bir şey olduğu hakkında hiç birimizin fikri yok. Madem bizi yaratan, bizi burada tam 309 yıl uyutmuş bence bizim için en hayırlısı buradan hiç çıkmamaktır. Sen hepimiz adına dua et de yüce yaratıcı bizi burada 309 yıl sakladığı gibi sır etsin” diğerleri de bu görüşe katılmışlar. Yemliha arkadaşlarının ortak kararı ile yüce Yaradan'a dua edip kendilerini sır etmesini istemiş. Hepsi de duanın ardından içtenlikle amin demişler...Dışarıda bekleyen askerler içerinden uzun süre hiç ses gelmeyince meraklanıp mağaraya girmişler. Büyük mağarayı iyice aramışlar ama kimseyi görememişler. Sadece mağaranın dibinde birbirine sokulmuş yedi kuş yavrusunu görmüşler. Büyük bir korkuya ve paniğe kapılıp hemen geri dönmüşler ve bütün olup biteni komutanlarına anlatmışlar. Çok geçmeden bu ilginç olayı bütün yöre halkı duymuş ve akın akın bu mağarayı görmeye gelmişler. Ve bu hikayede dilden dile dolaşarak “Eshabı-ı Kehf” yani Yedi Uyurlar olarak günümüze kadar gelmiş.
 

Karacaoğlan Efsanesi - Adana

Asıl adı Hasan'mış. Daha bir yaşına basmadan anadan öksüz kalmış. Beş yaşına varmadan da babası Kara İlyas, Kozan derebeyi tarafından askere alınmış. Bir daha da dönmemiş. Böylece küçük Hasan ortalıkta kalakalmış ! Anasının "Karaca" diye sevip doyamadığı Hasan'a köyden Serdengeçti Osman Ağa sahip çıkmış. Ona babalık etmiş, büyütmüş. Yaşı on sekize gelince de, köyde kimi kimsesi olmayan dilsiz bir kızla evlendirmek istemiş. Karacoğlan, bu dilsiz kızla evlenmek istememiş. Ama bu düşüncesini çok sert bir adam olan babalığı Osman Ağa'ya da söyleyememiş. Çareyi köyden kaçmakta bulmuş. Düğün hazırlıkları yapılırken köyden kaçmış. Karacoğlan dağlar, tepeler aşmış, nereye gittiğini bilmeden durmadan yürümüş...

Yaşar Kemal'den: “Yola Çıkarken bütün obası başına birikmişti. Gitme demişlerdi. Gurbet elin kahrı zehirden acıdır. Aşık da olsan gitme. Başında kavak yelleri gelir geçer. Obamızı bırakma gitme demişlerdi. Ama dinlememişti. Yareni yoldaşı, sazının sözünün üstüne yok, bırakma bizi demişlerdi fakat onu yolundan döndürememişlerdi… Uçsuz bucaksız ovanın ortasına dikilmiş şimdi bunları düşünüyordu. Kim bilir ne zamandan beri böyle dimdik, kımıldamadan duruyordu. Derken şafağın ucu görünmüştü. Dağlar tepeler aydınlandı. Kuşlar ötmeye başladı. Yürüdü. Yürümekten başka bir şey düşünmüyordu. Gençti. Yüreğinde bir top ışık, bir ateş harmanı, çiçek açmış bir bahar dalı.

Yürüyordu. Gün öğle oldu...”

Karacaoğlan yorgunluktan yürüyemez duruma gelince, ulu bir çam ağacının altına oturmuş. Daha oturur oturmaz da uyumuş. Uykusunda ak sakallı bir dede, Karacoğlan'a dolu bir tas uzatmış:

- İç şunu, iç ki, yorgunluğun ve dargınlığın son bulsun. Dilin bülbül, gönlün şen olsun, demiş.

Karacoğlan, tası başına dikip içince kendine gelmiş. Yorgunluğu üstünden gidivermiş. İçinin çalıp söylemek isteğiyle coştuğunu görmüş. Sazını eline alıp yeniden yollara düşmüş... Bir gün Karacaoğlan Aladağlar'da bir Türkmen obasına konuk olmuş. Çalıp söylemiş. Oba halkı Karacoğlan'ı çok sevmiş:

- Âşık, hiç üzülme, demişler. Burasını kendi oban gibi bil, burada kal, obamız şenlensin !

Karacoğlan obada kalmış. Karacaoğlan'ın etrafı halka halka olmuştu. Kalabalıktan bir yaşlı, “şu aşık iki söylese de dinlesek” dedi… Şimdi yalnız bir ses, sanki dağlar taşlar, ovalar yankılanıyordu. Obada kim varsa hasta yatalak, çoluk çocuk halkaya katılmak için adeta çadırlarından fırlıyorlardı. Halka büyüdü, büyüdü… Dağlardan çobanlar sürüsünü bırakıp geldi. Dağlardan kurtlar, kuşlar geldi. Halka dondu kaldı… Sonra birdenbire saz durdu. Türkü durdu. Türkü bir zaman kayalarda, ovada yankılandı, kaldı. Aşık başı önünde kalktı, yürüdü. Onun geldiğini gören halka usuldan aralandı. O çıktı… Dünyadaki bütün yaratığı, ağacı, kuşu, böceği, insanı, her şeyi. Her şeyi en derin sevgisiyle kucaklardı. İliklerine kadar aşkı duyardı dünyanın her şeyine. Yağmuruna, kışına sıcağına, soğuğuna boranına…

Dünyanın en küçük, en duyarsız şeyine bile kocaman açılmış çocuk gözleriyle hayretle bakardı. Türküsü, sesi, bir coşma, bir kendinden geçmeydi. Dünyaya karşı… Günler gelip geçerken, Karacoğlan obabaşı Boran Bey'in biricik kızı Elif'e âşık olmuş. Boran Bey de babalığı Osman Ağa gibi sert bir adammış. Derdini içine gömmüş, gizlice obayı terk etmiş... Dağları aşa aşa, günlerden bir gün Karaman iline gelmiş. Orada da Boran Bey'in obasıyla karşılaşmasın mı ? Hem şaşırmış, hem sevinmiş. Elif de aylardır Karacoğlan'ın özlemiyle yanıp tutuşuyormuş... Bir gece gizlice buluşup obadan kaçmışlar. Uzaklarda, çok uzaklarda, bir obaya, obanın beyi Tuğrul Bey'e sığınmışlar. Tuğrul Bey, obalılar, çok iyi karşılamışlar bunları. Artık Karacoğlan'la Elif orada kalmışlar. Tuğrul Bey, dillere destan bir düğün yaptırarak onları evlendirmiş. Karacoğlan obalılara saz çalıyor, Elif de ev işleriyle uğraşıyor, mutluluk içinde geçinip gidiyorlarmış. O yörede Köse Veli derler bir adam varmış. Elif 'e tutulup âşık olmuş. Bir gece Karacoğlan yokken, çadıra girivermiş, Elif'e saldırmış. Ne yapsın Elifcik? Bir duyan olmasın, rezil olmayalım diyerek sesini çıkaramamış... Fakat bu sırada Karacaoğlan Ceritler'in düğününde saz çalmaktadır. Birden sazın teli kırılır. Şaşırır. Ayağa kalkar. Rüzgar gibi yola düşer. Birgünlük yolu gözaçıp kapayıncaya kadar geçer. Çadırına geldiği zaman Halil'i Elif'le yatağında uyurken bulur. Üstlerine abayı örter.

Abayı gören Elif Karacaoğlan'ın gideceğini, bir daha dönmemek üzere gideceğini anlar. Olan olmuştur. Elif olan biteni annesine anlatır. Anası Halil'i öldürür. Halil'in ölüm haberi Bey'e gider. Bey Karacaoğlan'ın başına gelenlere üzülür. Onun aranıp bulunmasını ister. Bey'in adamları ve Deli Hüseyin günlerce obaları, dağları taşları ararlar. Karacaoğlan'ı bulamazlar. Aradan yıllar geçer. Karacaoğlan'dan bir haber çıkmaz. Bir haber geliyor, Antep ilinde saz çalıyor. Bir haber geliyor, Erzurum yaylasında Akkoyunlular içinde. Bir haber geliyor, Arabistan'a geçmiş. Hama'da saz çalarken görülmüş. Bey nereden bir haber duyarsa, atlılar oraya uçuyorlardı. Ama nafile. Gittikleri yerlerde sadece Karacaoğlan'ın türkülerini duyabiliyorlardı. Bey, Elif'e Karacaoğlan'ı buldurmadan ölürsem gözüm açık gider demişti ama bulduramadan da ölmüştü. Elif'e gelince, o da o günden sonra kara çadırından hiç dışarı çıkmamış. "Er geç gerçeği öğrenecek, bana dönecek!" umuduyla Karacoğlan'ın yolunu gözlemiş. Bir zamanlar obanın en güzel gelini olan Elifcik de yaşlanmış, artık obanın Elif Ana'sı olmuş... Aradan yıllar geçmiş, Elif yaşlanmış. Bir gün Karacaoğlan her şeyin aslını öğrenmiş. Elif'i bulmak için yola çıkmış. Aramış, araştırmış, bulamamış. Sonra bir gün ona bir mezarlığı göstermişler.

Ayakta zor durabilen Karacoğlan:

- Nerede? diye sormuş, Elif nerede ?

Kalabalık donup kalmış, kimseden ses çıkmamış.

- Yoksa öldü mü ?

Yaşlılardan biri mezarlığı göstermiş:

- İşte orada !

Gençlerin yardımıyla Karacoğlan mezarlığa varmış. Yeni bir dut fidanı dikilen Elifin mezarının başına oturmuş. Sazını göğsüne bastırarak söylemeye başlamış:

"Şu yalan dünyaya geldim geleli,
Tas tas içtim ağuları sağ iken.
Kahpe felek vermez benim muradım,
Viran oldum mor sümbüllü bağ iken...''

Sonra sazını dut fidanına asmış:

- Bu saz burada kıyamete kadar kalacak, demiş, oraya yığılıp kalmış...

Obalılar, Karacoğlan'ı Elifin yattığı tepenin karşısına gömmüşler. Derler ki, her yıl ilkbaharda, o tepenin üstünde biri yeşil, biri mavi iki ışık yükselir, gökyüzünde birleşir. Karacaoğlan'la Elif'in sevgileridir bunlar...

Saza gelince, o saz da yıllarca orada asılı kalmış. Çürümüş, yenisini yapıp asmışlar. Dut ağacı yaşlanmış, yıkılmış, Yeni bir dut fidanı dikmişler. Yüzyıllardır, yel estikçe Karacaoğlan'ın sazı kendi kendine ötüp durmuş...
 

Ynt: Anadolu Efsaneleri

Murat her bir öyküyü sindire sindire büyük keyif alarak okuyorum.Bildiklerimi tazeleyip , bilmediklerimi öğreniyorum.
Bence enfes bir dizi oluyor.Ellerine sağlık.
 



Ynt: Anadolu Efsaneleri

mogzilla' Alıntı:
Murat her bir öyküyü sindire sindire büyük keyif alarak okuyorum.Bildiklerimi tazeleyip , bilmediklerimi öğreniyorum.
Bence enfes bir dizi oluyor.Ellerine sağlık.

Nadir Hocama Kesinlikle Katılıyorum.
 

Gelin Kayası Efsanesi :

Gelin Kayası Efsanesi :



Ordu'dan Çamalan Yaylasına doğru, kâh tepelerin eteklerinden dolanan, kâh derin vadilere yükseklerden bakarak uzanan yayla yolundan gelip - geçen bütün yolcular. Gelin Kayalarına doğru bakışlarını çevirmekten kendilerini alamazlar Haramı Koyu'nden Melet Irmağı Vadisine doğru, bir bıçak gibi keskin ve dik sırtın üzerinde duran acayip şekilli taş yığınlarına Gelin Kayaları adı verilmektedir. Buranın dayandığı efsane ise. yıllar ötesinden günümüze kadar, her yayla yolcusunun kulağına üflenmiştir.

Gelin Kayaları Efsanesini civarın yaşlıları söyle anlatıyorlar:

Melet Irmağına doğru inen sarp tepenin, ormanlarla örtülü yamacında çok fakir ve yaşlı biri varmış. Melet, kenarındaki değirmenlere gidemeyen köylülerin zahralarını avlusundaki ufak dibek taşında öğütür, geçimini bu suretle sağlarmış. Bazı rivayetlere göre. bu öğütücü bir kişi tarafından döndürülebilen, çevre halkının "El Değirmeni" dediği cinsten bir taş değirmeni imiş. Günün birinde, yaşlı değirmencinin kızını, uzaktan bir köyden bir gence istemişler. Hayırlısı olsun, deyip evlendirmişler. Çeyiz olarak, elinde, avcunda ne varsa kızına vermiş. Düğüncüler, gelinin eşyalarını atlara yükleyip, oğlan, evine doğru yola çıkacakları zaman, gelin etrafı söyle bir süzmüş. Avlunun bir kenarında duran babasının ekmek teknesine, kendini bugünlere getiren el değirmenine gözlerini dikmiş,

Kızının bu halini güren babası, yanına yaklaşmış:

- "Kızım, değirmen tası bizde kalsın."

diyecek olmuş. Düğün alayının ileri gelenleri durumu kavramışlar.

İçlerinden biri:

- Emmi veriver şu değirmen taşını kızınada, biz de yola düzülelim.

Yaşlı baba:

- Olmaz, o bana lâzım.

Onunla geride kalan çoluk çocuğumun nafakasını sağlayacağım, veremem, diyerek karşı koymuş.

O sırada, yeni gelin :

- Babam benden bir taşı esirgiyor. Ben de onsuz gelin gitmem. Diyerek boynunu büküp, oturuvermiş kapının önüne.

Düğüncüler yaşlı babanın geçimini nasıl sağladığını bilmediklerinden, bu değirmenin aile için ne derece kıymetli olduğunu kavrayamamışlar., işi, basit bir "gelin eşyası" bir taş olarak görmüşler, içlerinden biri:

- Hadi, emmi bu kadar da nekeslik etme. Alt tarafı iki taş parçası bunun... insan kızından bunları esirger mi?.. Bak, o da yurt-yuva sahibi oluyor. Yolumuz uzun, bekletme bizi., diyerek, değirmen taşlarnı omuzlayıp, yanındaki hayvana yüklemişler. Zavallı baba, bu durum karşısında ısrarın faydasızlığını anlayarak, boynunu bükmüş. Kendisinin nekes tanınmasına mı, o yaşlı haliyle çoluk - çocuğuna değirmensiz nasıl bakacağına mı üzülsün?. Kala kalmış, ortalıkta. O sırada, önde davul - zurna, arkada at sırtında gelin; köylüler, eşya yüklü atlarla düğün alayı, dimdik sırta doğru yola koyulmuşlar. Yaşlı gözlerle kafileyi izleyen babanın tâ... yüreğinin derinliklerinden bir tel kopmuş sanki... Derin bir ah... çekli, aklıyla mı, gönlüyle mi, bilinmez seslenivermiş, davullu alayının ardından:

-Bir taşı bize çok görenleri Allah ne etsin... Hepiniz taş olun taş.

Ertesi gün, karşı tepelerden be geçeye bakanlar, Melet ırmağına doğru inen dik bir yamacın, bıçak gibi çıkıntılı bir kısmında, acayip şekilli kayalar görmüşler. Daha düne kadar ormanlık olan bu yamaçta kayaların bulunuşundan ziyade, görünüşleri onların şaşkınlığa düşürmüş. Çümkü, bu kayalar sanki bir kafilenin heykelleşmiş şekline benziyormuş. Atıyla yaylısıyla, dzvullu - zurnalı bir gelin alayının tıpkısıymış. Yılların yağmuru, karı ve fırtınalarına rağmen, bozulmayan şekilleriyle günümüzde dahi görenleri şaşkınlığa düşüren bu kayaların etrafı koyu bir yeşillikle çevrilmiştir. Yılların yağmuru, karı ve fırtınalarına rağmen, bozulmayan bu kayaların etrafı koyu bir yeşillikle çevrilmiştir. Bir tarihte yayla yolculuğum sırasında Gelin Kayaları Efsanesi'ni anlatan yaşlı yol arkadaşım, ayrıca şunları da ilâve etti

- Evlât, Gelin Kayaları, baba bedduası alan, ailesinin geçim kaynağını kurutan, taş ruhlu insanları bizlere göstermektedir.
 

Asarkaya Efsanesi

Asarkaya Efsanesi

Yıllarca önce bu köyde iki kardeş varmış. Bu kardeşlerin kalabalık bir koyun sürüsü mevcutmuş. Sürünün çobanları ise iki kardeşin çocukları olan Zedef ile Mehmet imiş. İki kardeş koyunlarını köy dışında Gümüşlük denilen mevkide otlatıyorlarmış. Bir gün Mehmet:

- Zedef, demiş, ben yorgunum, sen biraz odun yar, akşama ateşimiz bol olsun, Zedef baltayı alıp, odun yarmağa

başlamış.

Zedefin odun yarışını seyreden Mehmet, birden heyecana kalkmış.

-Zedef, sen erkek değil kızsın...diye bağırmış.

Yıllardan beri saklanan sırrın meydana çıktığını gören Zedef'in elindeki balta yere düşmüş... Emmisi oğlu Mehmet'ten ve çok sevdiği sürüden ayrılacağını düşünerek, içi burkulmuş, titreyen sesiyle:

- Artık bir arada bulunmamız imkânsız. Sana sağlık, bana selâmet, diyerek köyün yolunu tutmuş. İki kardeş çocuğu bir daha müşterek bir durumda çobanlık yapamamışlar. Ayrılık ikisine de çok ağır gelmiş.

Kavalıyla başbaşa kalan Mehmet'in günleri hep üzüntülü geçiyormuş.

-Ah, diyormuş Zedef'in odun yararken kız olduğunu anlamasaydım; ondan ayrılmasaydım. Zedef ise, sırtında o güne kadar taşıdığı erkek elbiselerinden sıyrılmış, ev işlerine dalmış.

Günün birinde uzak ellerden gelen eşkiyalar sürüyü basmışlar, köpeği öldürüp, Mehmet'in kollarını kayışla bağlıyarak, davarları önlerine katıp, yola koyulmuşlar.

Bu halden büyük üzüntü duyan Mehmet, tek kurtuluş ümidini, kavalına bağlamış, eğer haramiler izin verirse, başına gelen felâketi kavalıyla Zedef'e duyurmaya çalışacak. Ama bir düşüncesi var:

-Ya Zedef evde bulunmazsa?

Bu düşüncelerle kafası allak, bullak olan Mehmet, köyünün karşısındaki sırta varınca, baskıncılara yalvarır:

-Ağalar, köyümün karşısında son bir ayrılık kavalı çalmama izin verir, ne olur?der. harami başı gözü yaşlı çobana acır:

-Haydi çal der.

Mehmet bir kayanı dibine çöker, köyüne döner, kavalını üflemeye başlar.

Artık kurtuluş ümidi sadece bundadır.

Çoban Mehmet kavalıyla Zedef'e şunları söyler:

Haramiler bizi bastı, Ala köpek kanlar kustu,

Can kayışı kolum kesti, Emmim kızı Zedef sana kaldı medet..

Dokuz kişi haramiler, bir Mehmet bunlara neyler,

Merhametsiz azgın şerre, Emmim kızı Zedef sana kaldı medet...

Buralar viran olmasın, yuvayı baykuş almasın

Hasret mahşere kalmasın, Emmim kızı Zedef sana kaldı Medet..

Gül fidanı gölgesinde gergef işlemekte olan Zedef, uzaklardan gelen kaval sesiyle felâket haberini duyunca, dişi kaplan gibi kükremiş:

-Sürü basıldı yetişin........

Diye avazı çıktığı kadar haykırmaya başlar, köy ayaklanır. Zedef başta olmak üzere, delikanlılar dört nala at koşturup, (Gümüşlü) başında eşkiyaya yetişirler. Kanlı bir vuruşmadan sonra, haramileri yakalayıp bir kayadan aşağı atarlar.

Bugün o kayanın adı (Asarkaya) diye anılır. Köyün ismi de, sürüyü basan haramilerden dolayı (Harami) olarak kalır.

Not: Bu efsane Sıtkı Çebi'nin henüz basılmamış "Ordu Efsaneleri" adlı kitabından alınmıştır
 

Uzun Kızlar Efsanesi

Uzun Kızlar Efsanesi
Yüzlerce yıl önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarlarmış. Bu kardeşler, kış mevsiminde Mesudiye yöresinin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunları ve yüzlerce atları varmış.

Karababa, Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş, canlı kelekti koyunları, yağız at sürüleriyle mutlu bir şekilde yaşayadururlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu çıkagelmiş. Onların bu mutlu yaşamları da sona ermiş. Sona ermiş ama, Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan ama yiğitçe bir mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler, bulundukları mevkide yiğitçe mücadelelerinden sonra şehit düşmüşler.

Üçüncü ve en kuvvetli kardeşin askeri daha çökmüş. Onun için bu kardeşin bulunduğu tepeye "Eriçok Tepesi" denmiş. Eriçok tepesi müstahkem bir kalenin bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Düşman, bu tepeyi de kuşatmış. Tepenin üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak alamayınca beklemeye başlamışlar. Kalede su ve yiyecek bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz kalamayacaklarını anlayınca Eriçok tepesi'nin yakınlarında bulunan Kübet çeşmesine su getirmeleri için 12 savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler.

Kızlar çeşmede suyu doldurmuşlar. Savaşçılar da kendilerine saldıran düşmanlarla savaşmaya başlamışlar. 12 savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok tepesine hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? 12 yiğidi şehit ettikten sonra kızların peşine düşmüşler. iki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar. Fakat düşman atlıları peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde duyan kızlarında başka çareleri kalmamış :

- Allah'ım demişler... Bizi düşmana teslim etme!.. Yeri yar da yerin içine girelim... Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir.

Yüce Tanrı onların bu masum isteklerini kırmamış. Yer yarılmış ve onlar bağrına basmış. Kızların öyle uzun, öyle güzel saçları varmış ki, saçlarının bir kısmı dışarıda kalmış.

Uzun bir mücadeleden sonra Eriçok Tepesi düşmüş. Yerin yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama, Uzun Kızların mezarları ve Eriçok Kalesi'nin önünde binlerce mezar, bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde insanoğlu ister istemez ürpermektedir. Her üç tepede de, yani Eriçok, Karababa ve Karaaslan Tepelerinde bu mubarek zatların mezarları ziyaret edilmektedir.
Uzun Kızlar Efsanesi Yüzlerce yıl önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarlarmış. Bu kardeşler, kış mevsiminde Mesudiye yöresinin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunları ve yüzlerce atları varmış. Karababa, Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş, canlı kelekti koyunları, yağız at sürüleriyle mutlu bir şekilde yaşayadururlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu çıkagelmiş. Onların bu mutlu yaşamları da sona ermiş. Sona ermiş ama, Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan ama yiğitçe bir mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler, bulundukları mevkide yiğitçe mücadelelerinden sonra şehit düşmüşler. Üçüncü ve en kuvvetli kardeşin askeri daha çökmüş. Onun için bu kardeşin bulunduğu tepeye "Eriçok Tepesi" denmiş. Eriçok tepesi müstahkem bir kalenin bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Düşman, bu tepeyi de kuşatmış. Tepenin üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak alamayınca beklemeye başlamışlar. Kalede su ve yiyecek bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz kalamayacaklarını anlayınca Eriçok tepesi'nin yakınlarında bulunan Kübet çeşmesine su getirmeleri için 12 savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler. Kızlar çeşmede suyu doldurmuşlar. Savaşçılar da kendilerine saldıran düşmanlarla savaşmaya başlamışlar. 12 savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok tepesine hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? 12 yiğidi şehit ettikten sonra kızların peşine düşmüşler. iki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar. Fakat düşman atlıları peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde duyan kızlarında başka çareleri kalmamış : - Allah'ım demişler... Bizi düşmana teslim etme!.. Yeri yar da yerin içine girelim... Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir. Yüce Tanrı onların bu masum isteklerini kırmamış. Yer yarılmış ve onlar bağrına basmış. Kızların öyle uzun, öyle güzel saçları varmış ki, saçlarının bir kısmı dışarıda kalmış. Uzun bir mücadeleden sonra Eriçok Tepesi düşmüş. Yerin yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama, Uzun Kızların mezarları ve Eriçok Kalesi'nin önünde binlerce mezar, bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde insanoğlu ister istemez ürpermektedir. Her üç tepede de, yani Eriçok, Karababa ve Karaaslan Tepelerinde bu mubarek zatların mezarları ziyaret edilmektedir.Uzun Kızlar Efsanesi Yüzlerce yıl önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarlarmış. Bu kardeşler, kış mevsiminde Mesudiye yöresinin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunları ve yüzlerce atları varmış. Karababa, Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş, canlı kelekti koyunları, yağız at sürüleriyle mutlu bir şekilde yaşayadururlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu çıkagelmiş. Onların bu mutlu yaşamları da sona ermiş. Sona ermiş ama, Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan ama yiğitçe bir mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler, bulundukları mevkide yiğitçe mücadelelerinden sonra şehit düşmüşler. Üçüncü ve en kuvvetli kardeşin askeri daha çökmüş. Onun için bu kardeşin bulunduğu tepeye "Eriçok Tepesi" denmiş. Eriçok tepesi müstahkem bir kalenin bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Düşman, bu tepeyi de kuşatmış. Tepenin üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak alamayınca beklemeye başlamışlar. Kalede su ve yiyecek bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz kalamayacaklarını anlayınca Eriçok tepesi'nin yakınlarında bulunan Kübet çeşmesine su getirmeleri için 12 savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler. Kızlar çeşmede suyu doldurmuşlar. Savaşçılar da kendilerine saldıran düşmanlarla savaşmaya başlamışlar. 12 savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok tepesine hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? 12 yiğidi şehit ettikten sonra kızların peşine düşmüşler. iki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar. Fakat düşman atlıları peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde duyan kızlarında başka çareleri kalmamış : - Allah'ım demişler... Bizi düşmana teslim etme!.. Yeri yar da yerin içine girelim... Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir. Yüce Tanrı onların bu masum isteklerini kırmamış. Yer yarılmış ve onlar bağrına basmış. Kızların öyle uzun, öyle güzel saçları varmış ki, saçlarının bir kısmı dışarıda kalmış. Uzun bir mücadeleden sonra Eriçok Tepesi düşmüş. Yerin yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama, Uzun Kızların mezarları ve Eriçok Kalesi'nin önünde binlerce mezar, bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde insanoğlu ister istemez ürpermektedir. Her üç tepede de, yani Eriçok, Karababa ve Karaaslan Tepelerinde bu mubarek zatların mezarları ziyaret edilmektedir.
 

Ynt: Anadolu Efsaneleri

Bu mükemmel konu çok ama çook gerilerde kalmış :(

Güncellemek ve ekleyenlere teşekkür etmek istedim.

Sağolun varolun.
 



Ynt: Anadolu Efsaneleri

hatta
sıcak soba başı esrikliği ile
dedelerin / ninelerin anlattıkları hikayelerde buraya aktarılsa
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
104,067
Mesajlar
1,528,222
Kayıtlı Üye Sayımız
166,814
Kaydolan Son Üyemiz
Lütfi Erdoğan

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst