Annapurna Yolculuğu

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan Geçkin Gezgin Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 0
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 2,484

Geçkin Gezgin

Yeni Üye
Mesajlar
1
Tepkime Puanı
0
Yer
Ankara
Web
geckingezgin.atspace.com
ANNAPURNA YOLCULUĞU

Gidiyorum işte be…
Sevdiklerim yüreğimde özlemlerim önümde gidiyorum…
Nepal…
Aslında sen Tibet’tin ilk düşlerimde. Bilmiyordum aslında beni dağların çağırdığını. Beni rahipler çağırıyor sanıyordum. Ama meğerse dağlarmış, Himalayalar…
Bu keşfimde bir soluk alacağım… Himalayalar’ı koklayacak onun yüceliğini anlamaya çalışacağım… Ne mutlu bana ki bunu sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebiliyorum… 57 yaşındayım…
Artık içim fıkır fıkır…
Neden mi?
Can dostlarımdan mükemmel iletiler aldım… Beni yüreklendiren, bana güç veren iletiler… Ne güzel bu insanlar yahu!..
Artık çok daha fazla şeylere ve bunları yapabileceğime inanıyorum. Yeter ki iste… Yeter ki iste… Başarabilirsin… Her şey aslında o kadar çocuk oyuncağı ki!..
İşte sır burada; çocuk oyuncağı!.. Yapmak istediğinin çocuk oyuncağı olduğunu düşündüğünde o kadar kolaylaşıyor ki her şey!.. Çünkü çocuklar için zor bir şey yok ki!.. Onların tutkusu keşfetmek. Keşfetmeden yaşayamazlar ki!.. Biz büyükler bu duyguyu yitirdiğimiz için yaşlanıyoruz. Ama artık son yıllarda benim belgim, “Keşfetmek için dolu dolu yaşa ve sağlığını koru! Bıkmadan sorgula ve özlemlerinin peşinde koş.” Kısaca, ço-cuk ollll!...
Ben artık yeniden çocuğum ve beni kimse dünyayı ve kendimi keşfetmem konusunda engelleyemez…
Yarın (1 Mayıs), hatta ertesi gün sayılır çünkü 02.00’de otobüse binip İstanbul’a doğru yola çıkacağım. Ve 2 Mayıs’ta Bahreyn’e uçacağım.

2 MAYIS 2008

İşte yollardayım…
Sonunda bir düş daha gerçekleşiyor. Sabahın köründe ulaştığım Atatürk Hava Limanında sohbet ettiğim Kanadalı çiftle tam da bunu konuştuk. Kişi eğer bir şeyi yapmak için bunu kafasına koyar ve kendini o yöne kanalize ederse yapamayacağı hemen hemen hiçbir şey yoktur.
Şeker bir çift Kanadalılar. Adam prodontist, diş hekimliğinin bir dalı. Gezmediği çok az yer var dünyada. Anlatmaya kalksam bu öykü benim öyküm olmaktan çıkıp onun öyküsüne dönüşür. Şimdi de eşi ile Özbekistan’a gidiyorlar. Eşi Polonya asıllı, dedesi ve babaannesi 2. Dünya Savaşı dönemindeki sürgünler sırasında Özbekistan’da ölmüşler. Kadıncağızın babası ve diğer çocuklar yetimhanede büyümüşler. Bir özlemle oralara gidiyorlar, ama bence bu işin bahanesi. Onların da ruhunda gezgin mikrobu var.
Şimdi Bahreyn uçağına binmek için bekleme salonunda bunları karalıyorum. Otel kartını alamadım ama sorun çıkmayacağı konusunda beni temin ettiler. Gidelim bakalım…
Daha zaman var, bari Kanadalı dostlardan biraz daha söz edeyim. Adam 63 yaşında, karısınınkini sormadım. 20 yıl orduda diş hekimliği yapmış ve orduyla epey gezmiş. Kıbrıs, Mısır, Almanya, Lübnan anımsayabildiklerim. Kendi başına ve eşiyle birlikte de çok yer dolaşmış. Moğolistan, Hindistan, Nepal, Peru, Ekvador, Arjantin, Şili, Bolivya, Antarktika da bu bölümden anımsadıklarım…
Latin Amerika’nın yabancılar için riskli bir bölge olduğunu ve yeri iyi belirleyip öyle gitmek gerekliliğini öğrendim. Özellikle, Kolombiya ve Venezuella, Peru’da Lima ama genelde tüm büyük kentler ve gerillaların bulunduğu bölgeler.
Kuyruk başladı. Gidiyorum…
Bir ilk daha başıma geldi başıma; yıllardır uçakla seyahat ederim ilk defa güvenlik cihazından geçerken bütün metal eşyaları çıkardığım halde ötmesi devam edince adamlar botlarımı da çıkarttırdılar. Şimdi aklıma geldi; ağzımdaki damak protezinde de metal var. O cihazın ötmesine neden olmaz mı? Neyse, çıkardım botları. O da yetmedi, uçağa yanıma aldığım sırt çantasının yan gözündeki çok amaçlı ufacık çakıyı sorun ettiler ve çantayı ya bagaja vermemi ya da çakıya el koyacaklarını söylediler. Mecburen bagaja verdim. Çantaya Katmandu’ya kadar ulaşamayacağım için diş macunu, fırçası, tıraş takımı gibi gerekli malzemelerden mahrum olarak Bahreyn’e uçmam gerekiyor. Neyse, sonuçta konu benim de güvenliğim. İnsanı üzen yaklaşımları ve biraz da keyfi davranıyorlarmış duygusu uyandırmaları. Despotça davranıyorlar, kibar ama despotça. Bundan sonra, tabii ki o tarz malzemeleri uçağa alacağımız çantaların içine koymamamız gerekliliğini öğrenmiş oldum.
Sonunda 45 dakika rötarla havalandık. Sanki bu havaalanı artık İstanbul trafiğine yetmiyor. Kalkış pistine ulaşabilmek için 25-30 dakika sıra bekledik.

02.05.2008, Akşam

Akşam saat 19,00’da Bahreyn’e vardık. Biraz rötarda buradaki havaalanında yaşandıktan sonra kalacağımız otele 21.00’e doğru ulaştık. Biz gecikince yemekler yeniden ısıtılınca bir de onu bekledik ve 22.00’ye doğru yemek bittikten sonra ufak bir geziye çıktım…
Bu arada tabii Explorer’daki arkadaşlarla da daha fazla kaynaştık.
Yine Nepal’e giden beş (5) hanımla da tanışma fırsatı yakaladım. Birisi Nepal’in İstanbul’daki fahri başkonsolosu. Bir diğeri ise Gulf Air’in eski genel müdürlerinden bir-bir buçuk yıl kadar önce vefat etmiş bir beyefendinin eşi bir hanım. Herkesin bir nedeni olduğu gibi o da eşini kaybetmenin acısını biraz olsun dindirebilmek için böylesine bir seyahate çıkmış…
Neyse, benim Manama City’deki gezmeme dönersek; otel okyanusa çok yakınmış. 5 dakikalık yürüyüş sonrasında ulaştım. Çevre ana baba günü... Ağırlıkla gençler piyasa yapıyor. Erkekler sap, kızlar tavlanırız umudunda… O da yetmezmiş gibi bir sürü ailede çimenlere şiltelerini sermiş piknik yapıyorlar. Resmen çay demleyip atıştıranlara rastladım. Ve de gecenin 10.00’undan sonra. Fakat istedikleri kadar zengin olsunlar eğitimsizlikleri ayan beyan ortada… Ortalık çeşit çeşit atıkla dolu ve hepsi insanların yaşam alanlarını gaspediyor…
Pek cazip bir şey göremeyince ve dönmeye karar verdiğimde içeride güzel bir şekilde aydınlatılmış bir cami gözüme ilişti. Eh bari şunun fotoğraflarını çekeyim diyerek ona yöneldim. Yakın görünüyordu… Git babam git…. Neyse, inat ta ettim biraz, yorulmama rağmen birkaç görüntü alıp yine uzun bir yürüyüşten sonra otelime dönüp güzel bir duş aldıktan sonra Nasuh Mahruki’nin “Everest’te İlk Türk” kitabını biraz okuduktan sonra uyumaya çalıştım….


03.05.2008, Sabah

Ne mümkün!.. Müthiş bir havalandırma motoru gürültüsü… Sabaha kadar uyudum mu uyanık mıydım bilemeden bir gece geçirdim. Yine de kendimi yorgun duyumsamıyorum.
Kahvaltıdan sonra havaalanına geldik. Gözüme bir sualtı kamerası kestirdim, 445$. Bakalım dönüşte kanıma girecek mi? Şu anda kalkış zamanı geçtiği halde hala apronda bekliyoruz. Bindiğimiz bu uçak Katar’dan geliyor. Orada çalışan bir sürü Nepalli çocukla dolu. Şimdiden üstümde bıraktıkları etkileri çok sevimli…
Katmandu’da görüşmek üzere…
(Uçak kalkış pisti başına geldi. İlk defa bu seyahatim sırasında böylesine tatlı bir heyecan duyumsamaya başladım...)
İyi yolculuklar yol arkadaşlarım…
İyiyolculuklar kaptan…

03.05.2008, Cumartesi, Akşam…

Tam 4 saatlik bir yolculuktan sonra Katmandu’dayız. Uzunca bir zaman sırt çantalarımı bekledikten sonra, haaaa pardon önce, pasaport kontrolden geçip vize aldım; 30$. Sonra çantalarımı kapıp çıktım. Elinde adımın yazılı olduğu ve güleryüzüyle MADAN beni karşıladı. İlk yaptığı şey boynuma bir çelenk geçirmek oldu… Hep gülerek… Ne güzel bir karşılama… Yavaş yavaş toplumumuzun ve batının bizi bu dünya ile ilgili olumsuz etkilemesini atmaya çalışıyorum… Böylesine sevgi dolu bir karşılama sadece karşılığında sevgiyi hakkediyor. Madan beni bir jipe bindirdi ve Potala Guest House’a, o gece ve sonrasında kalacağım otele götürdü.
Ama gelin bir de oraya nasıl ulaştınız diye sorun!.. Olamaz böyle bir şey!... İnsanlar yol ortasında, araçların nereden nasıl geçeceği tam anlamıyla meçhul iken bu araçlar bir mucize misali kendilerine bir yol bulup yollarına devam ediyorlar. Ama maalesef bir ufak kaza da tam da bizim önümüzde gerçekleşti... İki motosiklet kafa kafaya biraz samimi bir poza girdiler…
Biraz keyfim kaçtı yahu… Tam yazıyı yazarken baktım tam karşımda asılı gömleğin üstünde kocaman bir hamam böceği… Geç oldu… Yorgunum… Şimdi de bu meret… Neyse!..
Eşyaları otele bıraktıktan sonra Asian Heritage’ın (ilişkide olduğum seyahat acentesi) ofisine gittik. Nilam’la, patron, tanıştık. Fena oğlan değil ama tabii ki sonuç olarak bir işadamı. Madan’la bizi yanlız bıraktı ve biz de bir program çıkardık. Esnek bir program. Yol aldıkça keyfimize göre değiştirebileceğiz. Nilam tekrar yanımıza geldi ve hesabı çıkardık.
Madan için şirkete 12 gün karşılığı 12 $’dan 144 $. 20 $ havaalanı transferleri. 70 $ 2 gece 3 günlük Chitwan paketi için. 37 $ Madan ve benim otobüs paraları ve 39 $ da çeşitli ziniler için olmak üzere toplam 310 $ karşılığı 206 €’ya anlaştık. 105 € peşin verdim 101 €’yu da dönüşte ödeyeceğim.
Yarın izin işleri ve Katmandu turundan sonra 5 Mayıs, Pazartesi günü trek başlayacak.
Akşam yemeğini Potala Guest House’un (otel) yakınındaki bir restoranda yerel bir yemek yiyerek hallettim. Restorana gitmeden önce 5 € bozdurup 500 Rupi ve yemek bana 20 rupi bahşişle birlikte 245 Rupiye mal oldu. Yani 2.45 € karşılığı 4.75 lira.
Yemekten önce koştur koştur Janset’lerin kaldığı otele gittim. Şans!.. Sabah dönmüşler Türkiye’ye. 

04.05.2008, Pazar

25 € = 2.500 Rupi

1 Kutu meyve suyu )
3 Litre su ) 140 rupi
1 Paket bisküvi )


SADU – Holy Man (Kutsal kişi. Aslında süslü dilenciden başka bir şey değiller)
RICKSHAW – Çek-çek. Eskiden insan gücü ile şimdi ise önüne takılmış bir bisiklet aracılığı ile kullanılan minyatür fayton biçiminde ulaşım aracı.

Bugün zorlu bir gün geçirdik. Araba ile bir sürü yer gezdik.
Önce SYAMBHUNATH’a gittik, aslında kafam karıştı, öyle miydi. Evet evet, Maymun Tapınağı, Budist’lerin. Ama yağmur olduğundan ortalıkta hiç maymun göremedik. Hemen hemen tüm Katmandu’ya hakim bir tepenin üstüne kurulmuş. Burası çok fazla ilgimi çekti diyemem.
Öylesine yoğun bir gün yaşadım ki inanamıyorum. Bir şeyleri görmemeyi, görsem de aldırış etmemeyi öğreniyorum galiba. Yere tükürmek kadar olağan bir şey yok. Bunda kesinlikle sınıf ayırımı yok. Herkes yapıyor, kadın-erkek. Dükkandan çıkıyor, sokağa tükürüyor ve tekrar içeri giriyor. Otobüste yanındakinin üzerinden sarkarak camdan aşağı, arabadan dışarıya… Kadın, erkek, çoluk çocuk, hiç fark etmez.
Trafik evlere şenlik. Dün gördüklerim kitabın sadece kapağı imiş. Bugün kitap bir açıldı ki tam açıldı. Bisiklet, motosiklet, rickshaw (çek-çek), araba, dolmuş, otobüs her şey herkes birbirinin üstünde neredeyse. Klaksonlar durmaksızın bağırıyor.
İşte sadece bu iki şey bana hep söylediğim ama uygulama konusunda o kadar da başarılı olmadığım bir felsefeyi kanıtladı: İnsan istemediği, izin vermediği sürece kimse onu üzemez. Dilerim yurduma döndükten sonra burada yaşadıklarımı bir kalemde silip atmam. Neden mi? Onbinlerin tantanası içinde bütün gün boyunca trafikte bir kişinin başka birisine bağırdığını veya ters bir tepki verdiğini görmedim. Trafik ışığı, polis-molis olmayan bir kentte işte bu anormaldi!.. Bizde ise buraya kıyasla ciddi bir düzen olmasına rağmen insanlar her dakika birbirine bağırıyor, kavga ediyor.
Bugün yalnızca televizyonlarda ve dostların çektiği fotoğraflarda gördüğüm bir sürü şeye birebir tanık oldum ve daha bu ikinci gün. Keyifli bir deneyime başladım…
Daha sonra eski kraliyet sarayının olduğu ve Durbar Meydanının olduğu PATAN’a gittik. Burada yaşayan tanrıça olarak bilinen Kumari Devi’nin yaşadığı Kumari Ghar olarak adlandırılan evi de gördüm. Yarım saat kırkbeş dakika sonra pencereye çıkacağını öğrendik. Ancak Madan fotoğraf çekemeyeceğimi söylediği için beklemek istemedim. Gezecek çok yer var. Kumari Devi Sakya Toplumundan 4-7 yaş arasındaki kızlardan seçiliyor. Bunlar çeşitli zorlu testlerden geçiriliyor. Metanetini koruyamayanlar teker teker eleniyor ve en dayanıklı bebecik Kumari Devi, yani yaşayan tanrıça oluyor. Bu çocukcağız ilk regl dönemine kadar bu evde yaşıyor ve kendisine sürekli hizmet ediliyor. Sultanlık tabi böylece sona erdikten sonra o da artık sıradan bir insan oluyor. O güzelim günlerden sonra kendisini ortada kalmış olarak hissediyor büyük olasılıkla. Zira genel inanışa göre eski bir Kumari ile evlenmek uğursuzluk olarak addediliyor.
Yapılar muhteşem. Olağanüstü oymacılık var. Ufacık bir alandaki detayları bile incelemek insanın günlerini alır.
Dilenciler ve satıcıların yapışkanlığı anlatılamaz. İlk gittiğimiz tapınakta ve Patan’da neyse ki pek yoklardı veya bana bulaşmadılar. Ama üçüncü olarak gittiğimiz tapınak, PASHUPATHINATH, Hindu’ların ölülerini yaktıkları yer, girişinden itibaren cak cak, çat çut sakız çiğneyip patlatan güzel mi güzel bir satıcı kız yarım saatten fazla peşimde dolaştı. Sonunda beni bezdirmeyi becerdi ve 2500 Rupiden açtığı kapıyı 500 Rupiyle kapatarak Oya’mı yeni bir kolye sahibi kıldı. Ondan satın aldığımı gören en az dört kişi daha mallarını satmak için üzerime çullandı ama bu sefer zafer benim oldu. Bir sert çıkıştım, hepsi dağıldı.
Bu tapınak çok daha ilginç geldi bana. Hindu’lar ölülerin burada yakıyor ve ortada akan Bagmati nehrine küllerini atıyorlar. Bizim orada olduğumuz sırada 4-5 tane yakma töreni devam ediyordu. Madan yakına gitmemize izin vermeyeceklerini söyledi. Biz de karşı taraftaki Sadu’ların yaşadıkları yerlere çıktık. Kutsal adam gözüyle bakılan bu sefilleri bu kadar yakından görmek gerçekten inanılmaz bir deneyim. Ama özünde bunlar da dilenci, üstelik saygı gören dilenciler. Hazırlar, hemen poz veriyorlar ve tabii hemen sonrasında da para istiyorlar. Neyse verdim… Fakat güzel de birkaç kare aldım. Tekrar nehir kenarına doğru indik. Burada maymunları görmeye başladık. Çok sevimli ama aksi yaratıklar.
Nehrin üstündeki bir köprüden ölülerin akıldığı tarafa geçtik. Ben oraya bile geçemeyeceğiz sanıyordum. Oradan da birkaç kare aldım. O da ne? Bir kapıdan içeri girdim. Madan girebileceğim söyledi. Yakma törenlerini hemen üstünde buldum kendimi. Neredeyse elimle dokunabileceğim. İşte burada çektiğim fotoğraflar gerçekten etkileyici…
Buradan BOUDHA’ya ( Bodhnath) gittik. Hava biraz daha duruldu, hatta çok az da olsa güneş arada bir bulutların arasından göz kırpıyor. Burası Nepal’deki en büyük Budist stupa. Etrafı bazı manastırlarla çevrili ama şu anda manastırdan çok dükkan ve restoran dolu. Tipik bir turistik mekan. Biz de öğle yemeğimizi burudaki restoranların birisinin terasında yedik, daha doğrusu ben yedim Madan ve şoför bir ara beni meydanda yalnız başıma rahat rahat gezebilmem için bırakmışlardı. Meğer o bahane imiş, yemek yemişler keratalar.
Bugün son olarak KATMANDU DURBAR SQUARE’e (Meydan) gittik. Burası da saray ve tapınakların olduğu bir alan. Yine muhteşem yapılar var. Ağaç oymacılığı insanı olağanüstü etkiliyor. Bir yapının her tarafında Kama Sutra’dan görüntüler oyulmuş. İnsanlar o zamanlar bile şimdiki dünya insanından daha akıllılarmış. Seksin tu kaka değil zevk alınması gereken ve bunun için de çeşitli denemelerin yapıldığı yaşamın keyifli bir yanı olduğunu görmüş o günün insanları. İçine giremediğim Taleju Tapınağı dışarıdan bile çok etkileyici idi…
Sanıyorum bugün Katmandu’da görülmeye değer hemen hemen her yeri gördüm. Biraz hızlı hızlı ama zaman darlığında başka türlüsü de olası değildi.
Bugünkü harcamalarım:
- Müze girişleri : 750 Rupi
- Yemek : 170 Rupi
- Çift Baton ve Panço (1.300 + 350) : 1.300 Rupi
- Turcu araba (25 €) : 2.500 Rupi
- İnternet : 15 Rupi
- İki Fular : 100 Rupi
Yani bütün gün bu kadar iş 4.835 Rupi’ye mal oldu. Yaaaniiii… 95 lira…
Telefon bir türlü çalışmıyor. Bir internet kafeye girip eve ancak böyle bir ileti gönderebildim. Bir daha ne zaman olur, bilemem.
Bugün hesabım doğruysa 270 fotoğraf çektim. O da biraz hesaplı davrandığım için, bellek kartlarını idareli kullanma aşkına. Bu arada Duracell reklamlarının doğruluğunu yaşıyorum bir şekilde. Bayağı uzunca bir süredir bitmedi. Emin değilim ama 3-4 kez kullandım, ki her kullanışımda en az 150 civarında fotoğraf çekmişimdir. Sanırım en az bir ay oldu şarj edeli.
Tuvalete giriyorum ve o da ne banyo penceresinden koskocaman bir lağım faresi bakıyor bana… Olamaaaaz!.. Ben ne yapıyorum burada yahu? Neredeyim ben? Anneciğiiiiim!... Ben eve gitmek istiyorum!..

05.05.2008, Pazartesi

Sabah 05.30’da kalktım ve son hazırlıkları yaptıktan sonra 07.00’de aşağı indiğimde Madan gelmiş beni bekliyordu. Onu görünce sevinmedim desem yalan olur. Dün ağzında bir iltihabi durum vardı. Ben dişten kaynaklandığını tahmin ettiğimi ve bir dişçiye görünmesini söylemiştim. Dişçi sorunun diş olmadığını söyleyerek bir iki ilaç vermiş. Ancak durum hoş değildi ben de eğer iyi hissetmezse kendi yerine başka birisini yollamasını söylemiştim. Alışmıştım çocuğa… Ondan dolayı onu karşımda görünce sevindim.
Birlikte sırt çantalarını yüklenip yürüyerek otobüsün, Grenline, kalkacağı yere gittik. Lüks olarak tanımladıkları bizim sıradan köy otobüsleri. Ancak yolda karşılaştığımız otobüsleri görünce ne kadar lüks olduğu ortaya çıktı. Şaka gibi gelecek ama içi tam anlamıyla konserve gibi doldurulduğu yetmiyormuş gibi tepesine de yolcu alıyorlar.
Şehirden çıkışımız bir alemdi. Bugün, Madan’ın deyimiyle “Kadınları Besleme Günü” imiş, dini bir gün. Bir tür kadınlara saygı gösterilen bir gün!.. Toplanma merkezi tam bizim yolumuzun üzerinde olduğundan şehir merkezinden birbuçuk saatte çıktık. Alem bir ülke… Bu hengamede dakika başı bir kaza olur diye düşünüyor insan ama adamlar mucizeler yaratıyor… Veee… Kavga yok!..
Öğle yemeği için nehir kenarında, sanki Nepal’de değilmişsiniz gibi bir ortamda durduk. Tam yemek öncesi, nazar değirdim herhalde, ciddi bir kazaya tanık olduk. Kamyonu yola yalnızca çekicisi ve tutabildiği kadarı ile parçalanan bariyerler tutuyordu. Kasanın tamamı uçurumu çıkmış durumda, boşlukta duruyordu. Müthiş ucuz atlatılan bir kaza.

05.05.2008, Pazartesi-Akşam

Şu anda duşumu almış ve şişmiş bir şekilde (sanırım biraz fazla yedim) masa başına geçtim. Hem iyiyim, hem değilim. Nedenini inanın bilmiyorum!.. Yalnızlık mı? Telefonun sorun yaratması gibi basit bir sorun mu? İnanın gerçekten bilmiyorum. Belki de dört gündür kaos içindeki kent yaşamıyla boğuşmak beni biraz bezdirdi. Sanırım nedeni bu!..
İnanabiliyor musunuz, 200-210 kilometre dedikleri yolu tam dokuz saatte aldık. Bunun sadece bir saat kadarı mola.
Üstüne üstlük çok abartılan Pokhara dünyanın her yerindeki turistik sahil kasabalarından biri. Bunu böyle yapan da Phewa Gölü ve uzunca bir caddenin tamamen alışveriş yerleri ve lokantalarla dolu olması. 500-800 metre gölden uzaklaştığınızda Katmandu’nun benzeri bir sefalet burada da gözlemleniyor.
Gerçek Nepal bu gördüklerim olamaz. Dilerim bundan sonra gerçek Nepal’i görmeğe başlarım.
Madan iyi bir çocuk, çocuk dediğime bakmayın 37 yaşında. Eeee, insan 57’sinde olunca 37 çocuk gibi geliyor  Otele yerleştikten sonra birlikte çarşıya indik. Ben arada duruyor fotoğraf çekiyor, arada bir mağazaya bakıyorum… Baktım oğlan bunalacak, dedim “Kaybolma olasılığım var mı, Madan?” “Yok…” “Eh, o zaman hadi sen kendi işine bak. Ben yalnız başıma çevreyi keşfedeyim!..” deyip ayrıldık.
Dönüşte, tam otelin sokağına gelmişken karşılaştık ve bana akşam yemeği için bir yer önerdi. Burada halk müziği ve halk dansları da sergileniyormuş. İyi dedim, oraya gittik. Danslar başladı, baktım sanki Sibel de orada dans ediyor. El insaf yani bu kadar olur. Bu kadar kısa zamanda nasıl kaptın be anam? Yetenek işte…
Doğru dürüst fazla bir şey yemediğim halde şu andaki göbeğimin görüntüsünden hiç memnun değilim. Ne kadar çabuk şişiyorum!..
Az kaldı unutuyordum… Bugün gezerken bir kobra oynatıcısı ile karşılaştım. Sinemalarda, televizyonlarda görmeğe alıştığı bir şeyi insan burnunun dibinde bulunca bir hoş oluyor. Tabii hemen kameraya sarıldım. Son sepetten orta boy bir piton çıkardılar. Çocuk kendi boynuna doladı ve bana da aynısını teklif edince nedense o anda biraz tırstım, “Yok anam, sağol” Sadece biraz mıncıkladım…
Yarına her şey çok daha güzel olacak. Sonunda yürümeye başlıyoruz. Birkaç günlüğüne de olsa keşmekeşten uzaklaşıyoruz.

06.05.2008, Salı

Düşüncem doğru çıktı. Pokhara’dan taksiye bindik ve Nayapul’a iki saatlik bir yolculuktan sonra ulaştık. Başlama noktası. (Bu kadar yola 1000 Rupi verdim; 20 lira!..)
Saat 09.15’te yürüyüşe. İlk etaplar çok keyifli geçti. Ohhh beee!... Keyfim yerine gelmeye başladı. Sırasıyla Birathanti, Malathanti, Sudame ve Hile’den geçtik. Tikhedunga’da yemek molası verdik. Burada terasın uygun bir yerine Türk bayrağı çıkartmasını yapıştırdım. Terasta bulunan iki Güney Koreli kızdan birisi hemen yaklaştı; “Türk müsünüz siz?” “Evet…” “Anlamıştım zaten bayraktan.” Türkiye’de bazı yerleri ziyaret etmiş. Yaklaşımından mutlu ayrıldığı belli… Şeker insanlar.
Yalnız doğru mu yapıyorum bilmiyorum ama yemek konusunda bir sorun var (mı?) gibi. Sabah kahvaltı etmediğim halde öğlene acıkmadım. Dün de öyle oldu. Güzel bir salata yeterli geldi.
Yalnız bir şeyde yanlış yapmışım. Bazı eşyalarımı Pokhara’da bıraksam iyi olacakmış. Hem oğlana hem de kendime fazladan yük yaptım. Ama maalesef iki günden önce bunun telafisi yok. Aynı yoldan geri gelmeyeceğimiz için ancak Chomrong’ta bırakabiliriz. Oğlana da gereksiz yüklenmenin alemi yok.
Güzergah epey kalabalık. Koreli, Fransız, İngiliz ve Hollandalılar ağırlıkta. Bir de Türkiye’nin gururu ;-)) olarak tabii ki ben. Bütün yürüyüşümüz boyunca hiç Türk’e rastlamadım.
Yemekten sonra iki saatlik uzaklıktaki bu gece konaklayacağımız Ulleri’ye doğru hareket ettik. İki tane asma köprü geçtikten sonra Madan bundan sonrasının sürekli tırmanış olduğunu söyledi, yani iki saatlik yolun tamamı. (Sonradan edindiğim haritada buranın 3280 basamaktan oluştuğunu yazıyordu. Belli… Zira bir noktadan sonra gayet ritmik bir şekilde; “Ulleri, gel beri” diye söylenmeye başladım). Kısa bir süre sonra, “Çok dinlenme, az yürüyüş” demeye başladım. Eh, 16.00’da varacağımıza 17.00’de varalım, ne olur sanki?..
Tırmanış, dediğim gibi hep basamak. Bu da sonunda dizime yapacağını yaptı. Bundan korkuyordum. Ama doktora gitmeyi ertelememin de çok geçerli bir nedeni vardı; en az dört aydır bana hiç sorun çıkartmadı. Kesin kullandığım “Glucosamine with Boswellia”nın olumlu etkisi var bunda. Daha önce bu yoğun basamak çıkışını deneyip dizimin durumuna bakmalıymışım. Ne yapalım ağrı kesici ve glucosamine ile idare edeceğim artık. Şimdi baktım dozajına, alt sınıra yakın alıyormuşum. Bugünden itibaren üst sınırdan gitsem iyi olacak. Diz bandı da işimi kolaylaştırır sanırım.
Diz böyle bir azizlik yapınca dedim artık kesin 18.00’i buluruz. Ama baktım biraz sonra Madan, “Geldik!..” demez mi? Gel de mest olma. Saate baktım tam iki saatte gelmişiz. Aslan Rüştü!.. Bravo sana!..
Birinci istasyondan ikinci istasyona gelişimiz toplam altı buçuk saat tutmuş. Bol molalı üstelik. İşte bu güzel. Demek tempo fena değil…
Yalnız odama zor çıktım. Ağrı iyice arttı.
Kadıncağız odamı gösterirken birden hava patladı. Gök delindi sanki. Muson bu olmalı dedim ama olası değil, daha neredeyse en az üç hafta var musonların başlamasına. Ben bardaktan boşanırcasına diyeyim, siz kovadan, yarım saatten fazla böyle yağdı. Kesildi mi? Ne gezer? Hala yağıyor ve saat 18.00. Aman aman yağsın, yağsın da gök tanrıları biraz hınçlarını alsın ve sakinleşsinler. Biz de yarın güzel bir havada yürüyüşümüze devam edelim.
İnsanlar yabancılara o denli alışmışlar ki çoğu dönüp bakmıyor bile. Bu zor koşullarda dağların yamaçlarında setler oluşturmuşlar yoğun ve ilkel bir şekilde tarımla uğraşıyorlar. Mısır, kara lahana genelde benim tanıyabildiklerim. Burada Madan beni yemeğe çağırdığı için kesiyorum. Güzel bir sarımsak çorbası ve Tibet ekmeği ile karnımı doyurdum.
Bu arada diz bandı ve brufen etkilerini gösterdi, rahat uyuyacağım demektir. Gerek olmaz belki diye kendime yük etmemeyi düşündüğüm uyku tulumu tam aksine çok işe yarayacak gibi görünüyor. Tertemiz bir oda, mis gibi çarşaflar ama üstüne örtecek bir şey yok. Belki istesem verirler ama demek ki insanlar kendi uyku tulumlarında yattığından onlar da örtünmek için battaniye falan koymaya gerek duymamışlar.
Biraz önce pencereden baktım, artık günün son dakikaları. Bulutlar dağılmış ve karşımda tüm ihtişamıyla Annapurna South.
Anti-parantez bir öneri: Katmandu’da hiç kalmadan Pokara’ya geçme şeklinde ayarlayın seyahatinizi. Bunu da sanırım anlaşacağınız bir seyahat acentesine (Nepal’de tabii) fotoğraflarınızı ve gerekli bilgileri önceden az bir parayla (50$ fazla fazla yeter) gönderin ki resmi izinlerinizi siz oraya gelmeden halletsinler. Siz de Katmandu’da hiç kalmadan ya da en kötü olasılıkla bir gece kaldıktan sonra Pokara’ya geçebilirsiniz. Orada da bir gün kaldıktan sonra hemen kendinizi yollara vurun. Dönüşte iki gün fazla fazla yeter Katmandu için.
Artık günü noktalama zamanı yaklaşıyor. Geç oldu; 19.30 . Biraz Nasuh’un kitabını okur uyurum artık. Ha bu arada, benim pedometre bugün yürüdüğümüz mesafeyi 15 km. olarak gösterdi. Siz ona efor açısından en az bir %50 ekleyin.
Yarın Ghorepani’ye 5-6 saatlik bir yolumuz var.

07,05.2008, Çarşamba

Ghorepani’de bir internet kafede mahsur kaldığım şu anda bari notlarımı yazayım dedim.
Kafeye ilk girdiğim anada her şey normaldi. Biraz yavaş olmakla birlikte internete bağlandım. İletimi yazdım ve gönder tuşuna bastım… Yok… Gitmiyor… Neredeyse saniye farkı ile bağlantıyı kaybettim. İnternette bir sorun var. Hah işte!.. Korktuğum başıma geldi. Yağmur tüm şiddeti ile başladı. Ardı arkası kesilecek gibi değil. Bakalım daha ne kadar buradayım…
Bu sabah, gece doğru dürüst uyuyamamış olmama rağmen 05.30 gibi gece kesilen elektrik geldi ve zaten tilki uykusunda olan beni uyandırdı. Aslında dağ tanrıçaları bunu böyle istemiş, zira perdeyi araladığımda güneşin ilk ışıklarının zirvesini okşadığı Annapurna bütün cazibesi ile karşımda. Hafif puslu ama hava açık. Vay, koca Annapurna… Bir gün sen veya kızkardeşlerinden biri beni zirvenizde konuk edecek misiniz acaba?...
Tam dinlenmemiş ve uyku tulumundan da çıkmak istemememe rağmen ve bir iki fotoğraf çektim. Daha çok fotoğraflarını çekeceğim senin ulu tanrıça!...
Bir yarım saat daha uyku tulumunun içinde keyif yaptıktan sonra kalkıp toparlandım ve 07.00’ye doğru aşağı inip kahvaltı ettim. Kaç gündür ilk defa, o da pansiyon sahiplerine ayıp olmasın diye. Menemeni omlet olarak düşünün, öyle bir şeydi yediğim, bol malzemeli.
Sonra yola koyul ve ver elini Ghorepani. Tırman babam tırman. Bitmek bilmiyor. Ama yine de dün öğleden sonrakinden daha iyi, hiç olmazsa arada bir 30-40 metre düzleşiyor. Bütün yürüyüşümüz yarı tropik ormanlık alanda sürdü, rodedendron ormanı. Bir iki hafta öncesine kadar tüm ağaçlar milyonlarca rengarenk çiçeklerle kaplıymış. Şimdi ise tek tük kalmış. Yükseldikçe çiçek miktarının artacağını umuyorum.
Başladığımız ilk anlarda bir uğur böceği gördüm, “Tamam,” dedim “gün güzel geçecek!..” Biraz sonra adım başı onlarcası görünmeye başladı. Milyonlarca olmalı. Tüm yol boyunca eşlik ettiler bize.
Yolumuzun sonuna yaklaşırken verdiğimiz mola yerinde bir anne-oğul eğilmiş bir şeyler yapıyorlardı. Yaklaştım yanlarına, oğlan bir keçi yavrusunu tutuyor annesi de tabaktan süt içirmeye çalışıyor. Olmadı, biberona doldurdular. Yavrum, olamaz böyle bir şey, nasıl saldırdı da içiyor. Azıcık bir şeydi süt. Başka da vermediler. Ayakta zor duruyor, zor yürüyor. Ya annesi ölmüş olmalı ya da reddetmiş!.. Çok şekerdi, yaaa!..
Geldik sonunda, yol boyunca zorlandığım için yine “Ghorepani, neredesin hani?” diye sürekli mırıldandığım, Ghorepani’ye. Dün kaldığım yerle aşağı yukarı aynı ama duş, lavabo ve tuvalet dışarıda. Hem de üçü de farklı yerlerde. Tamam hesaplı olsun dedim ama ülke o kadar ucuz ki biraz konforu tepmek saflık olur. Konfor mu? Lavabosu, tuvaleti odada olsun duş muş aramıyorum. Madan’a söylemiştim, akşam tekrar söyleyeyim bari bundan sonra biraz konfora meyledelim. (Sonradan anladım ki, bütün her yer bu şekilde; duş, tuvalet ve lavabo dışarıda imiş…)
Dışarıya baktım, o müthiş yağmur ve dolu biraz hafiflemiş. Hemen toparlandım ve koşarak pansiyona döndüm. Basamak basamak ve sular seller götüren yolda ne kadar koşulursa işte ben de o kadar koşabildim…
Sağolasın göklerin tanrıçası, fırtına tanrısını beş dakika için bile olsa sakinleştirdiğin için. Aksi taktirde üstümdeki incecik gömlekle o internet kafede donacaktım. Hemen poları giydim, hatta balaklavamı bile geçirdim kafama. Bir beş dakika öylece kaldım. Sonunda ısındım.
Odamın penceresinden Annapurna görünüyor. Çok puslu, karanlık ve tepesi bulutla kaplı olsa da işte karşımda. Pansiyona girdiğim anda yine azan yağmur tüm şiddeti ile devam ediyor. Annapurna’nın bir resmini çekmeyi deneyeceğim. Işık berbat ama olsun.
Uzanıp biraz kitap okuduktan sonra 18.00’e doğru yemeğe indim. Yağmur devam ediyor. Yemeğimin adı “chicken noodle soup (erişteli tavuk suyu çorbası)” ve Tibet ekmeği. Eriştesi, kuşbaşı tavuğu ve yumurtası ile her şeyi bolca bir bol kepçe çorba. Güzel ve doyurucu. Tibet ekmeği de bizim hamurlu bir şeye benziyor ya çıkaramadım, olsun, tadı çok güzel.
Yarın günümüz epey uzun olacak. Sabah 03.45’te kalkacağız ve bir saatlik bir tırmanışla Poon Hill’e çıkıp gün doğumunu izleyeceğiz. Bu tepeden birçok dağı görme olanağı varmış. Dilerim hava aynen bu sabah gibi olur da bir fotoğraf ziyafeti çekerim kendime.
Dört gün daha ciddi zorluklar yaşayacağız. Hadi bakalım…
Saat 19.05 yağmur olanca şiddetiyle devam ediyor. Sanki biraz erken mi başladı bu hain musonlar, ne?...

08.05.2008, Perşembe

Sabah Madan beni dörde çeyrek kala kaldıracaktı ama erken yatmamın sonucu deliksiz uyuyamamama rağmen üçe çeyrek kala uyandım. Hazırlığımı bitirip Madan’ın uyanmasını bekledim. O da dörtte kalktı. Hemen yola koyulduk. Kafa fenerleriyle bir saatlik bir tırmanıştan sonra Poon Hill’in zirvesine ulaştık.
Kalktığımızda parçalı bulutlu olan hava yavaş yavaş açmaya başladı. Hava ağarırken çevremizdeki muhteşem dağlar da hep bir ağızdan hoşgeldin diyorlardı. Sol tarafımızda tüm haşmetiyle Dhaulagiri, karşımızda Annapurna 1, Annapurna’ların en yükseği (8.091m), sadece zirvesi görünüyor ama olsun, tabii ki onu konumumuzdan dolayı gölgeleyen Annapurna South ve Hiunchili, sağ tarafımızda Nepal devleti tarafından kutsal sayılması nedeni ile tırmanışa kapalı Machhapuchhre ve aralarda adını unuttuğum başkaları… Tüm yücelikleri ile selamlıyordu onları merak edenleri, onlarla bir olmayı arzulayanları…
Güneşin doğuşunu bekliyoruz. Zirve gittikçe kalabalıklaşmaya başladı.
Şu anda felaket bir dolu başladı. Yalnız işin tatsız tarafı üç gündür yağıyor ve her gün başlama saati geriye doğru geliyor. İlk gün: 16.00, ikinci gün: 14.50,
Şimdi bugün de 13.50. Neyseki buruyu, Tadapani’ye ulaştık.
Tekrar dönelim geriye; zirvedeki herkes deliler gibi fotoğraf çekiyor. İşte Dhaulagiri’nin zirvesi aydınlanmaya başladı. Herkes o tarafa yöneldi. Deklanşörler peşpeşe çalışıyor. Sırasıyla bütün o muhteşem dağlar güneşle buluşuyor. Annapurna 1’in zirvesinde müthiş bir rüzgar var. Orası da güneşin ışıklarıyla yıkanmaya başladı. Rüzgarın savurduğu karlarla zirve olağanüstü görünüyor… İşte sonunda Machhupuchhre’nin doruklarında güneş yüzünü göstermeye başladı. Bir süre daha bu inanılmaz manzarayı sindirdikten sonra pansiyona doğru yola çıktık.
Pansıyonda çantaları hazırladıktan sonra aşağı inip olağan Tibet ekmeğimi kahvaltı olarak yedim.
Yürüyüş ilk anda keyifli başladı. Manzara doyumsuz… Fakat birkaç dakika sonra ikinci zirveye başladık. Çık babam çık… Ama, inanın öylesine değiyor ki bu eziyetlere!..
Çıkarken elbette bacaklarım zorlanıyor ama esas imdat çığlıkları ile oksijen için yalvaran ciğerlerim beni zorluyor.
Neyse, işte basamakların sonu. Şimdilik nasıl oldu bilmiyorum ama burada birden kalabalıklaştık. Farklı rotalardan da insanlar gelmişti. Burada biraz soluklandıktan sonra, haydi devam…
Basamaklar bitti zannetmişken yine başladılar. Ama bu sefer harika bir rodedendron ormanı içinde. Dün yanlarından geçtiğimiz aynı ağaçlar çoğunlukla çiçeklerin dökmüşlerdi. Bunlarsa o açıdan daha zengindiler; pembe, beyaz, lila ve koyu pembe, henüz kırmızıları göremiyorum.
Neyse bu sefer kısa sürdü tırmanış. Başladık inişe. Bunun da bacaklara biraz garezi var, dizler perişan, ama onlar ciğerler gibi anında mahvetmiyor insanı, yavaş yavaş tüketiyor insanı.
Şu anda sabahın köründe, üçte uyanmanın meyvelerini topluyorum. Ağzımı kapatmam neredeyse olası değil, esneyip duruyorum.
Bu satırları kaleme alırken tam karşımda bir Rus kız oturuyor. Yanında rehberi. Rehberle konuşurken o da araya girdi, tabii Türk olduğum için. Neden mi? Kızcağız Moskova’da Garanti Bankasında çalışıyormuş. Nereden nereye!...
Artık sürekli bir iniş olduğu için keyifli görüntüler yakalama şansı elde ettim. Yolda Madan’ın teyzesinin pansiyonunda mola verdik. O yemek yedi ve ben de oğlan İngiliz, kız Alman bir çiftle sohbet ettim. Kızın ne İngiliz ne de Almanla ilgisi var. Çok cana yakın…
Yağmura yakalanmak istemediğim için Madan’a devam edelim dedim. O ağırdan alınca ben önden vurdum. Kısa bir süre sonra bir pansiyonda ora sahiplerinin önümde yürüyen yaşlı Rusa bir şeyler göstermeye çalıştıklarını görünce dikkat kesildim. İşaret ettikleri yere bakınca doğal ortamlarında maymunları ve Nepal’e özgü maymunları gördüm. Rahatsız etmiştik hayvanları… Oradan oraya sıçrıyor uzaklaşıyorlardı. Onların bulunduğu yerden çıkıp aşağılara sessizce inip birkaç görüntü yakalamaya çalıştım. Fakat canlarım tantanadan o kadar ürkmüşlerdi ki bir türlü net bir görüntü alamadım… Çok güzel yaratıklardı…
Yürüyüş aynı keyifle devam ediyor. Düz, çok az çıkış ve bol iniş… Fakat yine de yorucu be… Bacaklar imdat demeye başladı. Sonunda mola verebileceğimiz bir yer geldik. Yine de fazla dinlenemedim, zira yağmura yakalanmaktansa…
İşte son ve zorlu çıkışımız başladı.
Artık tempomu iyice düşürdüm. Yine de iyiyim. Arada sırada durup fotoğraf bile çekebiliyorum. Tabii tırmanış olduğu için yine de bazı görüntüleri belleğime yerleştirmek zorunda kaldım. Durup çekecek halim yok…
Tırmanış korktuğum kadar uzun sürmedi, ya da ben kendime uygun bir tempo yakaladım.
Son dinlenmeden 10-15 dakika sonra işte Tadapani’nin ilk binası. Sevimli bir köy. Yahu zaten gittiğim her yerde dağ yerleşimleri bana çok cazip geliyor. Pansiyonumuz dıştan harika ama odaya girince iş değişiyor. Her tarafı püfür püfür esiyor. Aksi gibi akşamlarda hava çok soğuk. Eeeee…. Dağdayız tabiiiiii…. Gece üşüyebilirim. Her olasılığa karşı bir battaniye isteyeceğim. Gerçi dün gece uyku tulumum idare etti ve belki bugün de idare edebilir ama ana kampa doğru su koyabilir. Zayıf bir uyku tulumu imiş. Türkiye’ye dönünce en kısa zamanda biraz daha soğuğa dayanıklı bir şey almak gerekecek, en az -20˚ olmalı sanırım.
Bugün bir mucize gerçekleşti. 15.00’te yağmur durdu. Bakalım gelen saatler neyi gösterecek. Odaya çıkıp biraz dinlensem iyi olacak ama burası biraz sıcak, yukarısı soğuk. Yemek salonundayım. Uzunca bir masa var ve masanın kenarları battaniye ile kapatılmış ve altına içi közle doldurulmuş bir kova koyuyorlar. Masanın etrafına oturup bacakları battaniyenin altına sokuyorsun ve mis gibi ısınıyorsun.
Önceki bitmişti…
Şimdi yeni bir tane daha koydular…
Ohhh beeee…
Olağanüstü keyifliyim… Annapurna South, Hiunchili ve Machhupuchhre tam karşımda ve iki saate yakın her şeyi bir kenara bıraktım onlarla bütünleşmeye çalışıyorum. Her an farklı bir görüntüye bürünüyorlar. Bulutlar mucizeler yaratıyor, ama haksızlık edip Machhupuchhre’yi de gizliyorlardı. Sonunda o da muazzam endamını gösterdi. Günün son ışıkları altında bulutlarla süslenmiş muhteşem bir görüntü.
NE KADAR İYİ ETMİŞİM GELMEKLE….
İnanılmaz bir deneyim….
Keşke canım aşkım da yanımda olsa birlikte yaşasaydık bu anları...
Yalnızlığı doğada çok seviyorum ama insan böylesi olağanüstü güzelliklerle karşılaşınca aşkını yanında görmek, onunla bunları paylaşmak ve doyasıya onu öpmek istiyor. İnsan her zaman her şeyi aynı anda elde edemiyor maalesef. Amma bir teselli noktam var: Gülüm benim böylesine mutlu olacağımı bildiği için bu işleri yalnız yapmamdan alınmıyor, tam aksine, belki de en az benim kadar mutlu oluyor.
Az kaldı hedefe…
Yanımdaki Hollandalıların davranışları uyandırdı beni. Gün batımında gün pırıl pırıl olmuş. Her yer pırıl pırıl… Annapurna 3, Machhupuchhre ve Annapurna 4’ün zirvesi doyumsuz bir görüntü sergiliyor. Olamaz böyle bir şey!... Gözlerimin dolmasına engel olamıyorum… Bu nedir yahu? Bu nasıl bir uygudur? Anlamıyor, açıklayamıyorum…
Annapurna South ve Hiunchili de günün son ışıklarını yakalamaya başladılar. Hemen taraçaya çıkıp birkaç fotoğraf daha çektim.
Şansa bak tam fotoğraf günümü kapattığım kameranın kordonu boşaldı ve kamera yerde. Kamera bir tarafta, piller bir tarafta…
Neyse, dedim ve pilleri toplayıp kameraya yerleştirdim, ama pil haznesi yerine oturmuyor!.. Kahır, bela… Neyse ki makine çalışıyor. Burada kamera beni terk etseydi herhalde bu gezi tamamen iflas ederdi… Benim için yok sayılırdı…
Ama hep diyorum ya ben şanslı bir insanım, neden mi? Öncelikle canım karım var ve bence ondan da ötesi yaşıyorum beeee!... Yaşamaktan büyük şans, ondan büyük ödül olabilir mi?
Niye bu kadar laf söyledim? Çünkü, makinem gezimin sonuna kadar beni hiç üzmeyip onlarca görüntüyü belleğine kaydetti.
Yine konu dağıldı…
Ne diyordum?
Evvveeeet… az kaldı hedefe…
3 gün sonra Annapurna ana kampın kucağında uyanacağım….
Pedometrem bugün için 16 km’yi gösteriyor. Tabii bunun pek bir anlamı yok. Belki atılan adım bir şeyler ifade edebilir, (16500 adım). Ama bu da çok göreli, harcanılan eforu hiç mi hiç ifade etmiyor. Zaten burada mesafeler metre değil saat ile ölçülüyor. Ghorepani ile Tadapani arası ne kadar diye soruyorsun, aldığın yanıt 5 saat oluyor.
Gerçi ilginçtir bizim hesaplara göre pedometre ile uyum içinde görünüyor. Biz ne diyoruz?
Doğadaki her saat 3 kilometre demektir.

09.05.2008, Cuma

Şu anda felaket yorulmuş durumdayım. Saat 14.40.
Sabah yediye beş kala yürüyüşe başladık. Bu arada kaldığımız pansiyona ödediğim para yine çok komik: 600 Rupi. Beşyüz küsurdu da ben 600 verdim. Buna akşam yemeği, sular, çaylar ve sabah kahvaltısı, yetmiyormuş gibi oda da dahil. Bizim paramızla 12-13 lira. Dağ başında başını sokacak, karnını doyuracak bir yer bulmuşsun üstüne üstlük bir de neredeyse yok pahasına bu hizmetleri alıyorsun. Bazı adamlar (Avrupalı) bir kola 100 Rupi olduğu için acayip pahalı buluyor içmiyorlar, yahu iki lira be… Sersemler kendilerini sokak başındaki büfeden alışveriş ediyor sanıyorlar. Dağ başındasın be adam!.. Yahu, ben mi hesabını bilmeyen bir adamım yoksa bunlar mı çok cimri?
Bugün yolumuz uzun, 7 saat gibi bir zaman verdi Madan. Neyse inişle, yumuşak bir inişle başladık. Bu ormanlar insanı büyülüyor. Ne kadar esrarengiz ve cazip bir havası var… Ah-ha, 50 metre kadar sağ tarafımdaki açık alandan ceylana benzer sevimli bir yaratık seke seke orman içlerine kaçtı. Harikaaa!...
Gözlemleyebildiğim kuşlar ise tam bir sanat harikası. Bu kadar değişik türü rasgele bir yürüyüş sırasında gözlemlemek büyük şans. Yoksa sayıları çok fazla da böylesine rahat görebiliyorum? Renkleri bir görebilseniz, kelimelerle ifade etmek olası değil… Çok değişikler…
Çok güzel bir ortamda, zirvelerin sularını coşkuyla ovalara taşıyan bir derenin başlangıcında iniş bittiiii… Biraz soluklandıktan sonra köprüden geçip onlarca dakika basamak tırmanarak tepelere ulaşmaya çalışıyoruz. Arada bir kısa bir hafif meyil sonra yeniden dikleşme. Diklik te basamaklar da insanı mahvediyor.
Şu anda atladığım bir şeyi anlatmadan geçemeyeceğim; yürüyüşe başladıktan bir süre sonra mola verdiğimiz pansiyon rüya gibi bir yerdi. Önünde gayet bakımlı geniş bir çim alan, konumu vadiye hakim, tertemiz derli toplu bir yer. Bence Tadapani’de durmayıp oraya devam etmekte yarar var, tabii o ana kadar çok yorulmamışsanız. Ancak sezonda yer bulamama riski var. Benim yürüdüğüm dönemde böyle bir sorun yok. Bulamadığınız taktirde bir saatlik yolu geri dönmeniz gerekebilir. Zira daha ileride uzun bir süre bir daha bir pansiyona rastlayamazsınız.
Bu sevimli yerde bahçede bir tay yatmış uyuyordu. Onu rahatsız etmemeye gayret ederek ileride uçan kartala yöneldim. Kartallar yüksek uçar, di’mi? Evet der gibisiniz… Ama buradakiler bulunduğum yerden en fazla 50-60 metre yükseklikte. Bunu neden söyledim? Trekking yaptığımız bölge ne kadar yüksek anlayasınız diye… Neypse, kartal uzaklaşınca gözüm yerdeki dünya güzeli bir kelebeğe takıldı. Olabildiğince yaklaşıp hemen bir fotoğrafını çektim. Baktım kaçmaya niyeti yok. Yavaş yavaş yakın çekim pozisyonuna geçtim. Sanki poz veriyor, kaçmayarak beni ödüllendiriyor. Bittikten sonra kafamı kaldırdığımda tayla burun buruna geldim. Tüm merakıyla beni izliyor. Canım yaaa!.. Bir de onun fotoğrafını çekeyim dedim ama ışık çok ters. Sevmek için ayağa kalkayım deyince kaçtı kerata.
Dönelim tekrar yürüyüşümüze. Evet, dik tırmanış ta basamaklar da insanı mahvediyor. Basamak inişler de cabası, tabii dik inişler de… Eeee, işin ne oralarda? Ne demişler; “Gülü seven dikenine katlanır”. Yaşamda güzel ve değerli hiçbir şey kolayla elde edilemiyor. Zaten dümdüz yürümeyi isteseydim buralara gelmez Kızılay’da volta atardım.
Hep şunu düşündüm yolda; bu trekking ne kadar tam da yaşamın kendisi. İniş ve çıkışlarla dolu. Tıpkı yaşamımız gibi… Bir farkla, doğada trekking yaparken inişlerin de mükemmel yanları olabiliyor. Yine çıkışlara bakarsak, her zemen acı, çaba, emek dolu değil mi? Burada da hiç farkı yok ama çıkışın sonunda zirveye, tabii bu göreli bir zirve, ulaşınca olağanüstü güzelliklerle karşılaşıyorsunuz. Geride bir sürü acı ve eziyeti bırakmış olarak mutlu, o anı yaşıyorsunuz. O ana kadar çektikleriniz bir anda siliniyor…
Yatakta uzanarak başlamıştım bu yazıya, elimi kaldıracak halim olmasa da… Sonunda üşüme ve uyku bastırınca hemen uyku tulumunu açıp üstüme örtüp uzandım. Uyuduğumu sanmıyorum ancak 15-20 dakika kadar sonra biraz kendime geldim. Bu arada birkaç tane Amerikalı geldi, belki de onların varlığı canlandırdı beni. İşte, hep soruyorsunuz, canın sıkılmıyor mu? Sıkılmaz mı? İnsan paylaşmak için yaratılmış. Bir süre güzellikleri tek başına keyifle izliyor içine dolduruyorsun. Sonra başlıyorsun birisini aramaya, sarılıp ona sıcaklığını duyumsayarak güzellikleri paylaşmak için.
Yemek salonuna indim. Nepal radyosu biraz gereksiz yüksek tonda çalıyor bahçede, biraz da kafa ağrıtırcasına. Bugün ilk defa Himalayalar’a sırtımız dönük. Yine de önümüzdeki manzara şöyle; deve gibi dağlar arasında çok derin bir vadide akan bir nehir ve uzaklarda bir ova. Görüş zayıf. Hava puslu ve bu da yorgunluğumu tedavi etmeye hiç te yardımcı olmuyor.
Haaaa, yağmur!.. Yine terk etmedi dünkü gibi bizi. Belki biraz daha az yağdı ama saat yine bir saat daha geriye geldi: 12.50. Bu gidişle biz de yiyeceğiz yağmuru galiba. Hafif ıslanma tamam da buranın sağanağına yakalanırsak fena.
Zorlu iki parkurumuz kaldı; yarın ve ABC (Annapurna Base Camp=Annapurna Ana Kamp) öncesi son gün. Bu akşam iyice dinlenebilirim umarım. Son günlerde bayağı az uyuyorum, 3-4 saat. Vay be, sadece altı gün geçmiş. Sanki haftalardır buradayım ve daha önümde 8 gün var. 9. gün ver elini Bahreyn. Eh, bu ekspedisyon bittiğinde herhalde kendimi aylardır buradaymış gibi hissedeceğim. İlginç!..

10.05.2008, Cumartesi

Abdal oldum giderim
Diyar diyar gezerim
Aşk neredeyse ben orada
Alem demiş
Ne demişse
Ben gönlümce gezerim…

Yaaa, işte bu dağlar adamı ozan (!) bile yapıyor.
Bugün yine yediye beş kala başladık. Yine in, çık, düz git, in, çık… Yine aynı rutin. Tam anlamıyla tropik bir ortamda ilerliyoruz. ABC tarafından gelen bayağı insan var.
Bugün hedef Deurali. Hiç acele etmiyorum, çiçek mi gördüm, çek fotoğrafını; böcek mi gördüm, çek fotoğrafını… Manzara mı hoşuma gitti, çek fotoğrafını. Buna rağmen ara hedeflere hep zamanından önce vardık.
Yolda rastladığım iki şelale gerçekten etkileyiciydi. Her taraftan ufak akıntılar, çaylar derindeki vadide güçlü bir uğultuyla yol alan Modhikola nehrini besliyor.
Bugün çok keyifliyim. Baksanıza ozan bile oldum . Bağıra çağıra şarkı bile söyledim. Ben şarkıya başlayınca Madan şaşkın şaşkın dönüp ne oluyor gibisinden bir bakış attı. Baktı ki bu bir müziğe benziyor, ona bağırıp ondan yardım istemiyorum, o da yoluna devam etti. Ben de hiç kesmeden şarkımı söylemeye devam ettim.
Rastladığımız hemen hemen tüm Asyalılar çok sevimli ve içten bir şekilde selamlıyor. Batılılara gelince bu oran nedense çok düşüyor. Ya hiç selam vermiyorlar ya da yarım ağız. Ama içten selam verdiğimde kimileri çok tatlı bir şekilde gevşiyorlar. Ver güzelliği, al güzelliği!...
Himalaya otele (adına bakmayın, o da pansiyon) yaklaşırken bulutlar iyice alçaldı. Altı buçuk saatte otele geldik. Pedometre 14 km.yi gösteriyor, adımlar ise 2.300. Tamamen aldatıcı, ama yine de belirtiyorum.
Sabah uyandığımda biraz kaygılıydım. Bacak kaslarım ağrıyordu. Fakat kalktıktan kısa bir süre sonra rahat rahat yürümeye başladım. Tüm yol boyunca da hem ciğerlerime hem de bacaklarıma sürekli teşekkür ettim, beni üzmedikleri için. Ama karar verdim, vücudumda üç şeyi gözden geçirteceğim: dizler, protez ve burun. Gereken her şeyi bu doğrultuda organize edeceğim. Spor yapma oranını da artırmam gerek. Haftada en az üçe çıkarmalıyım. Neyse, konuyu dağıttım yine.
Himalaya Otelde yemek molası vermeye ve geçen sürede gelişmelere göre Deurali’ye gitme konusunda karar aldık. Peynirli, domatesli, ton balıklı pizza istedim. Yarısını Madan’a verdim zira benim bitirmem söz konusu bile değildi. Bu kadar az yiyorum yine de göbek var, ne iş anlamıyorum!.. Herhalde Ankara’da abur cubur ve içki sonucu bu gerçekleşiyor.
Pizzanın gelmesini beklerken tahmin ettiğimiz gibi yağmur başladı. Bugün biraz sarktı. Başlama saati 13.30’u geçti. Bu güzel haber olabilir, yürüyüş zamanımız artabilir. Şimdi saat 16.30’a geliyor ve yağmur hala devam ediyor. Yağmur olmasaydı bugün çok rahatlıkla Deurali’ye ulaşabilirdik. Hem de eğlene eğlene…
Düşünüyorum da, bu ülke bu kadar fakir olmasına rağmen suç oranı çok düşük. Oysa batılı ülkelerin bu kadar varlıklı olmalarına karşın suç oranı anormal yüksek, üstelik vahşiyane. İşin ilginç yanı varlık arttıkça suç oranı da artıyor!.. Neden acaba? Edinme hırsı ve hep benim olsun duygusu olabilir mi buna neden? Bir de edinmeyi körükleyen medyanın katkısı da herhalde yabana atılmaz. Ama burada da medya var, burada da reklamlar var!.. Burada ahbap olduğumuz bir Fransız, “Belki de dinden kaynaklanıyordur,” dedi. “Ama,” dedim “Türkiye’de de dinin etkisi yoğun ancak kentlerde suç oranının her geçen gün arttığını gözlemliyoruz. Yalnız ilginç bir yanı var bu işin; Türkiye’nin kırsal kesiminde ve dağ köylerinde suç oranı çok düşüktür.” Velhasıl anlaşılır gibi değil!...
Bir kartal fotoğrafı çektim bugün. Kelebek, böcek, çiçek cabası. Kamil Hocam (beyin travmamı tedavi eden sevgili hocam) burada olsa ne kuş fotoğrafları çekerdi kim bilir… Harika kuşlar var. Hele bu sabah bir tanesi yemek salonuna girmiş bir sandalyenin üzerine tünemişti. Beni görünce bir iki numara yapıp süzülerek kapıdan dışarıya çıktı ve bahçedeki masaya kondu. Bir de döndü ve poz verdi. Çekemedim fotoğrafını. Fakat böyle bir mavi olabilir mi? İnanılır gibi değil. İnsanın içini yıkayan bir güzellik.
Dağ gittikçe soğuyor. Şu anda ısınmak hiç bir şey yapılmıyor. Gaz sobası para ile yakılıyor, 70 Rupi. Yemek salonunda altı kişiyiz, ama hiç birimiz o yönde bir girişimde bulunmuyoruz. Bugün bu kadar üşüdüğüme göre yarın ABC daha zorlu olacak sanırım. Bu akşam battaniyesiz olmayacak.
İyi ki yola çıkmamışız. Yağmurluk mağmurluk hak getire, beş saat oldu ve hala bardaktan boşanırcasına yağıyor.
Yarın bugünden biraz daha kısa yürüyeceğiz ama sanırım daha zorlu olacak; beş buçuk saat.
Şu anda herkes ya okuyor ya da yazıyor. Ben ara vermiştim yazmaya, fakat saatin biraz geçmesini bekleyip bir çorba içtikten sonra odama çekilmek istediğim için burada hapis kaldım. Kitabım da aşağıda odada. Bayağı üşümeye başladığım için yemeğe kadar hiçbir yere adım atmak istemiyorum. Bir battaniye istedim, şu anda ona sarılmış olarak yazıyorum. Nem felaket olunca soğuk ta o oranda artıyor. Halbuki yağmura kadar hava harika idi. Üffff!.. Şu yemek saati bir an önce gelse de hemen yiyip odama çekilsem. Gerçi battaniye epey iyi geldi, sırtım yavaş yavaş ısınıyor. Ayaklar üşümeye devam tabii ki…
Yahu, şu içinde bulunduğum an bile birden çok keyifli gelmeye başladı. Himalayalar’da bir dağ kulübesi, üşüyen battaniyeye sarınmış insanlar ve ben de sarınmışım bir battaniyeye bunları yazıyorum… Açıklayamayacağım kadar sevimli bir duygu kaplıyor içimi… Yağmur dışarıda biteviye sürüyor. Kesilmeye de hiç niyeti yok gibi, aynı ilk günkü gibi.
Aşkım da yanımda olsaydı, paylaşsaydık battaniyeyi birbirimize sarılarak… Düşüncesi bile mutlandırıyor…
Battaniye iyi geldi be!.. On dakika önce neredeyse her şeye lanet okumaya başlayacakken şimdi durumun güzel yanlarını görebiliyorum. İşte yaşamımız, her şey berbat gidiyor sandığımız bir anda ufacık bir şey bizi ne kadar rahatlatıyor ve mutlandırıyor.
Özlemeye başladım sizleri; aşkımı ve biricik oğlumu. Aaaa, az kalsın Fındık’ımı unutuyordum. Annem ve babam iyidir dilerim. Yalnızlık işte bu saatlerde koymaya başlıyor insana. Yürüyüşte öncelikle adımlarına odaklanıyorsun ve sonra olabildiğince doğayı içine sindirmeye çalışıyorsun. O anlarda pek başka bir şey düşünemiyorsun. Ama havanın böylesine kapalı, yağışlı olduğu, üstüne üstlük bir de kararmaya başladıktan sonra ufak ta olsa bir hüzün kaplıyor her yanını…
Neyse, yazmayı bırakayım. Bu işin sonu pek hayırlı değil. Neredeyse ağlayacağım!.. Zaten sulu gözün tekiyim…
Bir gün kaldı!.. Bir gün kaldı!.. Bir gün kaldı!.. ))
Yağmur 18.30’da durdu.

11.05.2008, Pazar

İşte sonunda buradayım; ABC, Annapurna Ana Kampı, 4130 metre. Felaket soğuk. Elim dona dona yazıyorum bu satırları. Yemek salonunda, kat kat giyinmiş bir şekilde sosis gibi masa başındayım. Her zaman olduğu gibi soğuk odaklanmamı zorlaştırıyor. Uykum da var ama Madan gece uyumakta zorluk çekerim diye uyumasan iyi olur dedi. Pansiyonu işletenler horul horul uyuyorlar. Uyumasalar bir ocak yaktırıp ısınacağım. Parası zaten bir şey değil; 1 lira. Tadapani’den sonraki yerlerde odun ateşini yasaklamışlar, ormanları koruma adına, o nedenle gaz sobası yakıyorlar. Bunun masrafını çıkarmak gerek tabii…
Dün sabah yaşadığım deneyimi yazmamışım sanırım. Korkunç bir durumdu. Sinuwa’dan ayrılalı on dakika oldu olmadı büyük tuvaletim sıkıştırmaya başladı. Rüştü geri döner mi? Yola devam. Perişan vaziyetteyim. Bir sonraki yerleşim bir saat 15 dakika ileride. Altıma kaçırırsam felaket. Giysi kıtlığı var zaten. Giysilerin çoğunu Sinuwa’da bıraktık. Yol da iyi zorlu.
Olamaz, ha kaçırdım ha kaçıracağım. 57 yaşında bir adamın da altına kaçırması ne hoş olur ya!.. Kötü huy; doğanın göbeğinde yapılması olağan şeyi yapamıyorum, illa tuvalet gerekli. Ha gayret oğlum, az kaldı. Sık dişini!.. Uffff…. Çok kötü…
Nihayet bir bina gözüme ilişti. Bir şey kalmadı!.. Biraz daha tut kendini…
Sonunda Dovan’a ulaştık. Çılgınlar gibi hemen tuvalete daldım. İşte o anda Nasrettin Hoca’yı bir kez daha rahmetle andım. Sormuşlar Hoca’ya:
“Dünyanın en rahat yeri neresidir, Hocam?”
Onun yanıtı da:
“Tuvalettir, evlat” olmuş…
Ondan sonraki gelişmeler bu işkencenin tam aksine gayet keyifli geçti.
Tanıştığımız Sinuwa’da tanıştığımız Fransızla epey sohbet ettik. Toulouse yakınlarında bir pansiyonu varmış ve sıkı bir doğa yürüyüşçüsü. Oya’yla gitmeyi düşünebiliriz. Karı-koca şeker insanlar. Pireneler’de trekking sözü de aldım. Bu sabah aşağı yukarı aynı dakikalarda yola çıktık. Tabii onlar ters istikamete zira bir gün önce onlar ABC faslını kapatmışlardı.
Modikhola nehri boyunca ilerledik. Zorlu bir etap; Himalaya Oteli-Deurali ve Deurali-Macchupucchre Ana Kampı. Yükselmemiz de ilk defa bende kendini hissettirmeye başladı, hem de daha 3200 metre civarında olmamıza rağmen. Üç-beş saniye aralarla başımın değişik noktalarına ağrı saplanmaya başladı. Yavaş olan tempomu daha da düşürdüm, nefes almayı sık ve derin yapmaya başladım. Sonuçta 2-3 dakika sonra geçmeye başladı. Nefes yöntemi işe yaradı demek.
Güneş doğdu ancak çok büyük yüksekliklerle çevrili bir vadide ilerlediğimiz için güneşi biraz geç gördük. Yine olağanüstü güzelliklerle çepeçevrelenmişiz… Sağlı sollu bilmem kaç gökdelenlik yüksekliklerden dökülen şelaleler doyumsuz bir görüntü sergiliyor. Bugün ilk defa küçük çaplı morenlerle karşılaştım. (Moren: Buzul-toprak-taş karışımı bir oluşum)
Yahu, bu ne biçim soğuk? Adamlardan ocak yakmalarını istiyorum, “Daha erken” demezler mi? Ulan, üşümenin erkeni geçi mi olurmuş? Eğer böyle bir hizmet veriyorsanız ben ne zaman istiyorsam o zaman yakmalısınız. Kazma herifler, yahu!.. (Üşümenin bendeki etkisini sezinlediniz sanırım. Ama ne yapayım, donuyorum…) Akşamı zor edeceğiz… Her yeri doğrudan kayaların üstüne inşa etmişler. Zeminde tahta mahta yok, doğrudan kayaya basıyorsun.
Üşümek gerçekten keyfimi kaçırdı. Isıtıcıyı yakmadıkları gibi bir de herifler seni hiç umursamıyor. Sinirlenip çıktım, karşıdaki pansiyona geçtim. Hemen bir limonlu çay söyledim. Oh be, hiç olmazsa burada içime sıcak bir şeyler giriyor. Yatmak ta istemiyorum. Saat daha dörde on var.
Şu anda bulutların içindeyiz. Yağmur döndü sanırım. Hala yağmadı. Aman yağmasın…
Kesiyorum. Üşümekten başka bir şey düşünemiyorum. Nasıl dağlara tırmanacağım ben? Daha 4 bin küsurlarda donuyorum. Kamplar böyle olmaz herhalde. Yemek çadırında hiç olmazsa soba oluyor. Diğer zamanlarda da ya uyku tulumu içindesindir, ya da hareket halinde.
Çıkıp dışarı biraz yürüsem mi?
Aaaa…. Kafamı yazıdan kaldırdım bir de ne göreyim? Bulunduğumuz bölgede bulutlar dağılmış. Bari gidip odadan makineyi alayım ve biraz yürüyüş yapayım. Belki bir iki poz yakalarım. Hem belki biraz da ısınırım.
Sanırım rüzgarın durması sonucu ortam biraz yumuşadı. Ellerim donmuyor, ayaklarım da biraz daha az üşüyor. Gezerken buzul yatağını tepeden gören tarafa yaklaştım. Bayağı büyük bir buzul. Uzunca bir nehir gibi. Kıyıya çok yaklaşmışım, tırsarak hemen geri çekildim. Zirve ekspedisyon ekiplerinin ve dua bayraklarının olduğu Stupa’nın olduğu tarafa yöneldim. Ekiplerden biri Kanadalı, diğeri de içlerinde bir Ukraynalı’nın olduğu Rus ekip. Henüz zirve yapmamışlar. Uygun hava koşullarını bekliyorlarmış.
Yine bulutların içinde kaldık. Görüş mesafesi 50-60 metre ve giderek düşüyor.
Yavaş yavaş ısındığım için dank etmeye başladı herhalde. Heeeeyyyt be!... Himalayalar’dayım ve dünyada topu topu 14 tane olan 8.000’lik dağlardan birinin ana kampındayım. Öyle bir dağ ki dünyanın en ünlü dağcılarından biri olan Anatoli Boukreev’e mezar olmuş. Çok başarılı dağcılığının yanı sıra çevresinde alçakgönüllülüğü ve sevecenliği ile bilinen bir büyük Rus dağcı. 1997 yılında bir çığ kazasına kurban gitmiş. Cesedi hala bulunamamış.
Saat 17.30. Sulu kar başladı. Kara dönüştürebilir. Madan’a göre bazen böylesi bir yağışın ardından çok güzel gün batımı izlenebilirmiş. Benim erkenden yatağa girme hayalım suya düştü. Bekleyeceğim artık.

12.05.2008, Pazartesi
(Not. Bu yazı dizisi ile ilgili fotoğraflara aşağıdaki albümlerden ulaşabilirsiniz:smiley:
http://picasaweb.google.com.tr/GezginRustu
ve
http://picasaweb.google.com.tr/arustu1206

Maalesef beklenilen olmadı ve yatağa gittim. Sabah 5.15’te kalktım. Amaç gün doğumunu izlemek ve bu muhteşem dağları karelere konuk almaktı. Umutluydum, zira her sabah doğa tüm güzelliği ile koynunu bize açıyordu.
Saat 06.45, yani birbuçuk saat geçti, hava hala kapalı. Şu anda da iyice kapattı. Ama yine de umutluyum. Beklemek sorun değil. Esas bugünkü hedefe ulaşmadan yağmura yakalanma olasılığı beni düşündürüyor. Bugüne kadar şanslıydım. Tek tük serpintiler ve çok kısa süreli sağanaklarla atlattım.
Yine de birkaç poz çektim. Annapurna buzulunun fotoğrafları nasıl çıkacak merak ediyorum Bu devasa buzul heybetini fotoğrafta gösterebilecek mi bakalım?
En büyük buzul Khumbu Buzulu imiş, Everest ana kampının olduğu yerde; en uzunu da Langtang Buzulu, Langtang Lirung zirvesinin (7.248m) bulunduğu Langtang Ulusal Parkında. Bu buzulun olduğu ulusal parka da gitmek isterim; düşünebiliyor musunuz, 4500m ile 7000m arasında yer alıyor ve 75 km² bir alanı kaplıyor. İşte gidilmesi ve görülmesi gereken bir yer daha… Bunlar yapılamaz işler değil, yeter ki kişi sağlığına dikkat etsin… Bu da Annapurna Buzulu gibi moren ama çok yerinde Khumbu Buzulunda olduğu gibi o berrak masmavi buzu görmek olası imiş. Zaten Khumbu Buzulunun fotoğraflarını daha önceden de görmüş ve kesin oralara gidip fotoğraflar çekmem gerek diye düşünmüştüm. Kim bilir, belki gelecek sene de Khumbu Buzulu’na giderim ve de hemen yanıbaşındaki 5.545 metrelik Kalapattar’ın zirvesine tırmanırım. Ne muhteşem olur!..
Maalesef sekize beş kalana kadar beklemiş olmamıza rağmen hava açmadı. Biz de yola koyulmaya karar verdik. Tepede donarken 5-10 dakika yürüyüp irtifa kaybettikten sonra ısınmaya başladık. Üstelik aşağılarda hava açmaya başladı. Mis gibi bir güneş!.. Biraz sonra Macchupuchhre çevresindeki bulutlar da epey dağıldı ve bana mükemmel pozlar verdi.
Çok keyifli bir şekilde yola devam ediyoruz. Mustafa dalga geçmekte haklı; yaptığım bana yetiyor diye kendimi aldatıyormuşum. Neymiş ona şu kadar metre kalmış, buna bu kadar metre kalmış. Ağrı ‘da hele! İnsan bu kadar çabuk mu pes eder? Nedeni ne olursa olsun… Gerçi gerçekten öyle de hissediyordum kendimi o zamanlar. Benim için dağlarda bulunmak yetiyordu… Yine de öyle… Ama hedefi yakalamak kadar muhteşem keyif veren bir duygu bu aralar benim için yok. Çok mutluyum!.. Hatta ağlayabilirim bile!.. ((
Geç yola çıkmış olmamız sonucu Himalaya Oteli yakınlarında yağmura yakalandık. Bu arada şunu belirtmem gerek; dün buradan ABC’ye 6.30-7.00 saatte çıkmışken bugün inişimiz 3 saat 15 dakika sürdü. İniiiiş, seni seviyorum!..
Yağmura rağmen yola devam kararı aldık. İsabetli karar!.. Yolda bir iki damlanın dışında sorun yaşamadık. Bamboo’ya yaklaşırken de güneş açtı ve şu anda bizim gideceğimiz yön açık. Bamboo’da bir iki bir şey atıştırıp yola devam edeceğiz.
Evvelsi gün ve dün ciddi tırmanışlar yapmışız be!.. Fakat işte bu tarz yürüyüşler insanın bacaklarını ve ciğerlerini güçlendiriyor. Madan tam bizim Tekin’lik. Bu güzergâhı (10 gün) 3 günde bitirirler. Bugün biz de sıkı bir tempoyla iniyoruz. 13.30’da Bamboo’ya geldik. En geç 16.00’da Sinuwa’dayız.
Gerçekten ben sezonun bitmeye başladığı bir dönemde gelmişim buralara. Bir bakıma iyi taii… Yollar çok kalabalık değil ve pansiyonlarda yer bulmak hiç sorun olmuyor. Bir tek yağmur var… O da zamanında yola çıktığında seni pek fazla etkilemiyor. Bugüne kadar çok az ıslandık, ona da ıslanma denilirse…
Gel gör ki erken sevinmişim. Yola çıktıktan yarım saat sonra yağış başladı. Aksi gibi tam beş dakika önce dizimin yan bağlarına bir şeyler oldu, her adımda üzerine yüklenince müthiş canım yanıyor. Neyse ki biraz sonra düzeldi. Ağrıyor ama yürüyüşümü çok etkilemiyor. Sadece iniş-çıkışlar uzayınca ağrı yeniden başlıyor.
Yağmur şiddetini artırdı. Çantamın yağmurluğunun olması, ayrıca Madan’ın hem kendisini hem de taşıdığı çantayı koruyan bir naylonunun olması ve benim de kendim için yeni aldığım yağmurluk epey işe yaradı. Benim yağmurluk yine içine geçiriyor ama hiç olmamasından çok çok daha iyi. En az yarım saat-kırkbeş dakika yağmuru yedik. Artık umursamamaya başladım ve tempomu düşürüp sallana salana yürüyüşün keyfini çıkarmaya başladım. Orman içinde yürüyor olmamızın az da olsa ıslanmaya karşı yararı oldu sanırım.
Bir köşeyi döndüm baktım Sinuwaaaa….
Bu arada yağmur da iyice hafifledi. Lanet işe bak yahu!.. Görünen pansiyona 150-200 metre kala ağrı yeniden şiddetlendi, o da yetmiyormuş gibi yağmur da coştu. Olsun be, geldik nasıl olsa!.. Neredeeee? Meğerse bu bizim kalacağımız pansiyon değilmiş. Madan ağrı fazla ve devam edemeyeceksem burada kalmamızı önerdi. Fakat fazla eşyalarımızı aşağıdaki bir pansiyona bıraktığımız için, iki iş olmasın diye, ben oraya gitmeyi istiyordum. Bir de yarın çanta yerleştirerek zaman kaybetmek istemiyorum. Fakat gel gör ki yağmur yeniden coştu, saat 16.10. Bari içeri girip sıcak bir şeyler içelim, belki bu arada bacağımın ağrısı da geçer.
Bekle babam, bekle… Azdıkça azıyor hava. Olamaz, diyorsun, birazdan kesilir. Hiç olmazsa hafifler. Yok anam, bir de fırtına çıkmaz mı!.. Yarım saat sonra, beşi çeyrek geç ne olursa olsun yola çıkıyoruz. Bacağım da iyi görünüyor. Dayanamadım, beşi beş geçe hazırlanmaya başladım. On geçe çıktık. Bir dakika sonra, şansa bak, yağmur hemen hemen kesildi. Bacağım da fena değil. Olabildiğince hızlı yürümeye çalışıyorum. 25 dakikalık bir yoldaymış bizim yer. Madan aldı başını gidiyor… Gitsin… Yukarılarda çok üşüdü çocuk…
Sonunda pansiyona ulaştım… Yahu ben şanslı insanım; ulaştığım gibi yağmur bir indirdi ki demeyin gitsin…
Yemeğimi Madan’la paylaştım. Yahu sevdim bu çocuğu… Garip insanlar bunlar… Anlamıyorsun önce ama sonra yavaş yavaş içinde büyüyorlar… Çok garip…
Biraz daha burada oturup sonra odama çıkacağım. Günlerdir ilk defa elektrik olan bir yerdeyiz. Biten pilleri şarja koydum. Normalde dokuzda bitecek ama sanırım kısa keseceğim. Ayrıca bugün edebiyat parçalamak veya duyguları yazıya dökmek yok. Siparişle olmuyor bu işler.

13.05.2008, Salı

Sabah dörtte uyandım. İlk defa uzun ve deliksiz uyudum, tahmini altı saat. Son yılların rekoru. İyi uyuyabilmek için dağlardan fazla uzak kalmamam gerek sanırım ;-)) Eh bu saatte ayaklanmak olmaz, ikinci kitabı da (Hazır mısın, Everest?) bitirdim. Kalkıp eşyalarımın arta kalanını topladım. Bir tost iki lokma bal ile kahvaltımı yaptıktan sonra yola çıkmaya hazırım.
Bugün altı buçuk saat, üstelik ıslanmadan, yürümüş olmamıza rağmen (dün en az on saat yürüdük) daha çok yoruldum. Kesin sıcağın etkisi.
Patates kızartması ve ananas suyundan oluşan yemeğimi yemiş
 

Etiketler
Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,475
Mesajlar
1,518,494
Kayıtlı Üye Sayımız
172,126
Kaydolan Son Üyemiz
Mev

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst