Aşk bilmemektir belki de...
Size göründüğü kadarını bilmek ve onu sevmektir...
Bazen şaşırırsınız; dışarıda basbayağı kötü işler yapan birinin, hayatındaki kişi tarafından nasıl ve ne çok sevildiğini gördüğünüzde.
Halbuki o, sizin bildiğinizden bambaşka tanıyordur onu.
Kendisine öyle güzel davranıyor, öyle hoş şeyleri paylaşıyordur ki... Hatta onun yanındayken sahiden iyi bir insan oluyordur...
Günün birinde gerçeklerle karşılaştığında, bu yüzden inanmak istemiyordur olan bitene. İnanmak mecburiyetinde kaldığında ise, birlikteyken ona onca mutluluğu yaşatanı sevmekten vazgeçmek zor geliyordur.
Üstelik yaşananların bir hatırı vardır. Her türlü yanlışına rağmen, dar anında yüzüstü bırakmak ihanet sayılır.
Ne var ki kimimiz, doğru ve temiz bir yaşam sürdüğüne eminsek sevebiliriz birini ancak. Kadın veya erkek olarak kusurlarına pek önem vermesek de, insan olarak güvenilmez olduğunu anlarsak affedemeyiz.
Yine de farklı bir dürbüne sahiptir aşk. Olumlu özelliklerini alabildiğine büyütür ve neredeyse görünmez kılacak derecede küçültür olumsuz yanlarını sevdiğinin.
Önceleri hoşlanmadığı, başkalarında rastladığında yadırgadığı huylar, sevdiğinde olunca sevimli bile gelir.
Kadınların babalarına, erkeklerin annelerine benzeyen kimselere âşık olduğu söylenir. Bir kere sevdi mi ama, sevdiği müddetçe ne ana ne baba, evladı gibi bütün yanlışlarını örtmeye, niteliklerini abartmaya meyillidir. Herkesten korumaya çalışır onu ihtiyacı olmasa dahi ve handiyse düşman kesilir aleyhinde bulunana.
Ölçütleri değişkendir aşkın. Kimi sevdalar, birliktelik zamana yayıldıkça katmerlenir, gitgide daha çok işler yüreğe. Olgunlaştıkça artar lezzeti. Bağları teninizle kaynaşır da sanki koparken etinizden de bir parça kopar, dayanılmaz olur acısı.
Hangi şey daha değerli olabilir ki zamandan? Kim ödeyebilir, nasıl ödeyebilir, neyle ödeyebilir bedelini yılların? Öyleyse paha biçilemez ona ve hiç kimse dolduramaz yerini, ömrünüzün kocaman bir dilimini bölüştüğünüz sevgilinin.
Neruda’nın söylediğince “sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer” bazı da.
Tüketilmediği için hepten, tadı damağınızda kalır.
Kısacık bir ilişkiden bin bir çeşit duygu oğul verir kimi de, upuzun bir beraberlikten daha fazla anı bırakır arkasında.
Hatıralarla beslenir, hatırladıkça serpilip güzelleşir.
Tıpkı Robert James Waller’ın romanından sinemaya uyarlanan The Bridges of Madison County filmindeki Francesca’nın aşkı misali.
Dört günlük bir aşktan, çocuklarına bıraktığı, üç cilt dolusu günlükler kalmıştır geriye.
Sevdiği adamın peşinden gitmemiş, aşkı uğruna sorumluluklarına sırtını çevirmemiş, kendinden fedakârlık etmiştir o.
Kim bilir, bilincinde olmadan aşkını korumayı seçmiştir böylelikle.
Hayallerde yaşayanlar asla gerçeğin tozlarıyla lekelenmezler zira.
Francesca, benzeri duygular yaşamış olanları derinden sarsmış, yaşamayanları ‘talihiyle’ kıskandırmıştır adeta.
Böylesine sevmek ve sevildiğini bilmek bir şanstır çünkü.
Aradan seneler geçtikten sonra, sevdiği adamın zannettiğinden çok başka bir çehresiyle yüz yüze gelmemesinde saklıdır belki de Francesca’nın asıl şansı.
Kalplerde yaşatılan, ömür boyu sürecek, hiç bitmeyecek sanılan nice sevda, yeniden karşılaşınca eski sevgiliyle, umulmadık davranışlarıyla, bilinmedik yüzüyle torpillenip, ağır yara alan bir gemi gibi batar.
Hiçbir haz erişemez karşılıklı aşkın ulaştığı doruklara.
Her hazzın ardına takılmak soldurur fakat en sonunda aşkı da.
Elbette söner alevi zamanla, şayet ayrı düşmediyseniz...
Daima başlangıçların ateşini arzuluyorsanız derinliklerin ihtişamını keşfedemezsiniz.
İnsanoğlunun tabiatında sıkılmak vardır, yeni heyecanlar arar bünyesi.
Bir şeye odaklanamamak, devam ettirememek, sonunu getirememek ise yeterli olgunluğa erememenin belirtisidir ne çare ki.
Bizi sevdiğimiz sevsin isteriz.
Ne kadar sevildiğinizi merak ediyorsanız, aslında kolaydır anlaması.
Eğer onun hayatınızın en büyük aşkı olduğunu düşünüyorsanız, onun sizi, sizin onu sevdiğinizden daha az sevdiğine emin olabilirsiniz.
Rengin Soysal
Size göründüğü kadarını bilmek ve onu sevmektir...
Bazen şaşırırsınız; dışarıda basbayağı kötü işler yapan birinin, hayatındaki kişi tarafından nasıl ve ne çok sevildiğini gördüğünüzde.
Halbuki o, sizin bildiğinizden bambaşka tanıyordur onu.
Kendisine öyle güzel davranıyor, öyle hoş şeyleri paylaşıyordur ki... Hatta onun yanındayken sahiden iyi bir insan oluyordur...
Günün birinde gerçeklerle karşılaştığında, bu yüzden inanmak istemiyordur olan bitene. İnanmak mecburiyetinde kaldığında ise, birlikteyken ona onca mutluluğu yaşatanı sevmekten vazgeçmek zor geliyordur.
Üstelik yaşananların bir hatırı vardır. Her türlü yanlışına rağmen, dar anında yüzüstü bırakmak ihanet sayılır.
Ne var ki kimimiz, doğru ve temiz bir yaşam sürdüğüne eminsek sevebiliriz birini ancak. Kadın veya erkek olarak kusurlarına pek önem vermesek de, insan olarak güvenilmez olduğunu anlarsak affedemeyiz.
Yine de farklı bir dürbüne sahiptir aşk. Olumlu özelliklerini alabildiğine büyütür ve neredeyse görünmez kılacak derecede küçültür olumsuz yanlarını sevdiğinin.
Önceleri hoşlanmadığı, başkalarında rastladığında yadırgadığı huylar, sevdiğinde olunca sevimli bile gelir.
Kadınların babalarına, erkeklerin annelerine benzeyen kimselere âşık olduğu söylenir. Bir kere sevdi mi ama, sevdiği müddetçe ne ana ne baba, evladı gibi bütün yanlışlarını örtmeye, niteliklerini abartmaya meyillidir. Herkesten korumaya çalışır onu ihtiyacı olmasa dahi ve handiyse düşman kesilir aleyhinde bulunana.
Ölçütleri değişkendir aşkın. Kimi sevdalar, birliktelik zamana yayıldıkça katmerlenir, gitgide daha çok işler yüreğe. Olgunlaştıkça artar lezzeti. Bağları teninizle kaynaşır da sanki koparken etinizden de bir parça kopar, dayanılmaz olur acısı.
Hangi şey daha değerli olabilir ki zamandan? Kim ödeyebilir, nasıl ödeyebilir, neyle ödeyebilir bedelini yılların? Öyleyse paha biçilemez ona ve hiç kimse dolduramaz yerini, ömrünüzün kocaman bir dilimini bölüştüğünüz sevgilinin.
Neruda’nın söylediğince “sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer” bazı da.
Tüketilmediği için hepten, tadı damağınızda kalır.
Kısacık bir ilişkiden bin bir çeşit duygu oğul verir kimi de, upuzun bir beraberlikten daha fazla anı bırakır arkasında.
Hatıralarla beslenir, hatırladıkça serpilip güzelleşir.
Tıpkı Robert James Waller’ın romanından sinemaya uyarlanan The Bridges of Madison County filmindeki Francesca’nın aşkı misali.
Dört günlük bir aşktan, çocuklarına bıraktığı, üç cilt dolusu günlükler kalmıştır geriye.
Sevdiği adamın peşinden gitmemiş, aşkı uğruna sorumluluklarına sırtını çevirmemiş, kendinden fedakârlık etmiştir o.
Kim bilir, bilincinde olmadan aşkını korumayı seçmiştir böylelikle.
Hayallerde yaşayanlar asla gerçeğin tozlarıyla lekelenmezler zira.
Francesca, benzeri duygular yaşamış olanları derinden sarsmış, yaşamayanları ‘talihiyle’ kıskandırmıştır adeta.
Böylesine sevmek ve sevildiğini bilmek bir şanstır çünkü.
Aradan seneler geçtikten sonra, sevdiği adamın zannettiğinden çok başka bir çehresiyle yüz yüze gelmemesinde saklıdır belki de Francesca’nın asıl şansı.
Kalplerde yaşatılan, ömür boyu sürecek, hiç bitmeyecek sanılan nice sevda, yeniden karşılaşınca eski sevgiliyle, umulmadık davranışlarıyla, bilinmedik yüzüyle torpillenip, ağır yara alan bir gemi gibi batar.
Hiçbir haz erişemez karşılıklı aşkın ulaştığı doruklara.
Her hazzın ardına takılmak soldurur fakat en sonunda aşkı da.
Elbette söner alevi zamanla, şayet ayrı düşmediyseniz...
Daima başlangıçların ateşini arzuluyorsanız derinliklerin ihtişamını keşfedemezsiniz.
İnsanoğlunun tabiatında sıkılmak vardır, yeni heyecanlar arar bünyesi.
Bir şeye odaklanamamak, devam ettirememek, sonunu getirememek ise yeterli olgunluğa erememenin belirtisidir ne çare ki.
Bizi sevdiğimiz sevsin isteriz.
Ne kadar sevildiğinizi merak ediyorsanız, aslında kolaydır anlaması.
Eğer onun hayatınızın en büyük aşkı olduğunu düşünüyorsanız, onun sizi, sizin onu sevdiğinizden daha az sevdiğine emin olabilirsiniz.
Rengin Soysal