Güzel güzel oynarken bir çocuk, aniden ve hiç neden yokken, kule yapmak için üst üste dizdiği legolara vurup hepsini deviriverir ya bazen…
Dümdüz uzanan bir yolda uzun süre araba kullandıktan sonra karşınıza çıkan bir sapağa, yolunuz o olmasa dahi, sapmak gelir ya içinizden…
Çok sevdiğiniz bir yiyeceği artık canınızın eskisi kadar çekmediğini fark edersiniz ya bir gün…
Hayatınız, doğal mecrasını izleyen bir nehir gibi akıp giderken, o yatağın dışına taşmayı istemek, durduk yerde köpürüp, coşmak, önünüze çıkanı sürüklemek sizinle birlikte, üzerinizdeki köprüleri yıkmak, öylelikle sanki bambaşka denizlere kavuşacağınızı beklemek bunlara benzer bir ruh hali belki de.
Sıkılıyoruz, usanıyoruz, hatta alışkanlıklarımızdan “yoruluyoruz” zaman zaman. Ne olduğunu pek kestirmeden bir şeylerin değişmesini arzuluyoruz, neyi olduğunu tam bilemeden bir şeyleri özlüyoruz öyle hallerde. Huysuzlaşıyoruz işte o vakit; en çok o dönemlerde kırıyoruz etrafımızdakileri, kendimizle bile kavgalı, kendimizden bile bıkkın hale geliyoruz.
Hepimiz tanıyoruz bu duyguyu; kimimiz nadiren, kimimiz ara sıra, kimimiz sık sık ama hepimiz mutlaka yaşıyoruz. Niye sahibiz böyle bir hisse, her şey yolundayken dahi neden kapılıyoruz etkisine de yepyeni bir yörüngede seyretmeye çalışıyoruz? İnsanlığın gelişmesinin, ilerlemesinin şartı olan değişime ihtiyacımızı tetiklemek için verilmiş bir güdü mü acaba bunun kökeninde yatan?
Cevapları bilmiyoruz. Ama nedense arıyoruz işte elimizde olmadan farklı bir şeyleri. Tazelenmeyi, yenilenmeyi, “havalanmayı” murad edip, bunları gerçekleştirmek üzere her birimiz meşrebimizce bir çıkıştan medet umuyoruz. Uzaklara seyahat etmeyi, işi bırakmayı, avarelik etmeyi, başka bir yere yerleşmeyi en fazla o anlarımızda düşünüyoruz.
“Başımızı alıp gitmek” özlemi basıyor içimizi. O özlem ruhumuzun “bodrum”unda sessizce saklandığı köşesinde yatarken, uyanıp başını kaldırdığında ağzından alevler saçan bir ejderhaya dönüşüyor adeta ve ateşi yavaş yavaş yükseliyor “üst katlara”.
O ateş kaçınılmaz olarak dokunuyor yakınımızdaki kişilere ve en büyük rahatsızlığı ikili ilişkilerimizde yaratıyor. Ne kadar âşık olsak başlangıçta, ne kadar sevsek birbirimizi şimdi ve ne kadar paylaşsak yaşamımızı, her birimizin “hayat saati” ayrı ayrı kurulmuş olduğundan hangimizin içinde hangi zaman diliminde harekete geçeceği belli olmuyor o ejderhanın. Onu yatıştırmaya, ateşini söndürmeye çabalarken, çeşit çeşit adlar taşıyan kaynaklardan sağladığımız “suları” döküyoruz üstüne.
Şiddetle istesek de bir değişikliği, her şeyin tümüyle değişmesinden korkuyoruz aslında. Bir uçurtma gibi havada bir sağa bir sola rahatça salınmamıza izin verse de “ipimizi” tamamen bırakmayan bir ele gerek duyuyoruz, büsbütün kaybolup gitmemek için boşlukta. Birçok şey değişse de daima sabit kalacak bir çapaya tutunmaktan vazgeçemiyoruz. O çapa bir eş, bir iş, bir şehir olabiliyor. Onlardan kopup da savrulmamak için “oyunlar” icat ediyoruz.
Süregiden karşılıklı bir aşktan ve mutluluktan bile sıkılabileceğimizi hissediyoruz nasılsa. Beraberliğini kimseye değişemeyeceğimiz bir eşten, bir sevgiliden bunalıp da ayrı düşeriz endişesiyle bizi “oyalayacak” geçici aşklar, flörtler sokuyoruz hayatımıza. Üçüncü kişileri ikili birlikteliğimizi beslemek uğruna kullanıyoruz esasında. Öyle sürdürebildiğimizi görürsek eğer, sık sık deniyoruz; alışkanlık peydah ediyoruz dahası zamanla. Her zaman hesap tutmuyor ancak, gün gelip fena halde sarsılabiliyor korumaya uğraştığımız düzen. Nereye demir atacağımızı şaşırıyoruz o zaman.
O yüzden doğru değil “sen değiştin” bahanesiyle suçlamak karşımızdakini. O değişmiyor zira, biz değişiyoruz. Heyecan varken, âşıkken, anlaşıp anlaşmadığımıza aldırmıyoruz hiçbirimiz, anlıyoruz onu ve hoşlanıyoruz ne yapsa. Fakat heyecan çekilip, tutku azaldığında çok iyi anlaşsak da canımız sıkılıyor sonunda.
Sıkıldığımız kendimiziz gerçekte. Türlü insanın ilgisini topladığımızda ilginç olacağımıza inanıyoruz kim bilir ve gizliden ümit ettiğimiz esasında o bir kişiye kanıtlamak çekiciliğimizi her seferinde.
Seziyoruz çünkü, biz sıkılmadığımızda o sıkılacak.
Rengin Soysal
Dümdüz uzanan bir yolda uzun süre araba kullandıktan sonra karşınıza çıkan bir sapağa, yolunuz o olmasa dahi, sapmak gelir ya içinizden…
Çok sevdiğiniz bir yiyeceği artık canınızın eskisi kadar çekmediğini fark edersiniz ya bir gün…
Hayatınız, doğal mecrasını izleyen bir nehir gibi akıp giderken, o yatağın dışına taşmayı istemek, durduk yerde köpürüp, coşmak, önünüze çıkanı sürüklemek sizinle birlikte, üzerinizdeki köprüleri yıkmak, öylelikle sanki bambaşka denizlere kavuşacağınızı beklemek bunlara benzer bir ruh hali belki de.
Sıkılıyoruz, usanıyoruz, hatta alışkanlıklarımızdan “yoruluyoruz” zaman zaman. Ne olduğunu pek kestirmeden bir şeylerin değişmesini arzuluyoruz, neyi olduğunu tam bilemeden bir şeyleri özlüyoruz öyle hallerde. Huysuzlaşıyoruz işte o vakit; en çok o dönemlerde kırıyoruz etrafımızdakileri, kendimizle bile kavgalı, kendimizden bile bıkkın hale geliyoruz.
Hepimiz tanıyoruz bu duyguyu; kimimiz nadiren, kimimiz ara sıra, kimimiz sık sık ama hepimiz mutlaka yaşıyoruz. Niye sahibiz böyle bir hisse, her şey yolundayken dahi neden kapılıyoruz etkisine de yepyeni bir yörüngede seyretmeye çalışıyoruz? İnsanlığın gelişmesinin, ilerlemesinin şartı olan değişime ihtiyacımızı tetiklemek için verilmiş bir güdü mü acaba bunun kökeninde yatan?
Cevapları bilmiyoruz. Ama nedense arıyoruz işte elimizde olmadan farklı bir şeyleri. Tazelenmeyi, yenilenmeyi, “havalanmayı” murad edip, bunları gerçekleştirmek üzere her birimiz meşrebimizce bir çıkıştan medet umuyoruz. Uzaklara seyahat etmeyi, işi bırakmayı, avarelik etmeyi, başka bir yere yerleşmeyi en fazla o anlarımızda düşünüyoruz.
“Başımızı alıp gitmek” özlemi basıyor içimizi. O özlem ruhumuzun “bodrum”unda sessizce saklandığı köşesinde yatarken, uyanıp başını kaldırdığında ağzından alevler saçan bir ejderhaya dönüşüyor adeta ve ateşi yavaş yavaş yükseliyor “üst katlara”.
O ateş kaçınılmaz olarak dokunuyor yakınımızdaki kişilere ve en büyük rahatsızlığı ikili ilişkilerimizde yaratıyor. Ne kadar âşık olsak başlangıçta, ne kadar sevsek birbirimizi şimdi ve ne kadar paylaşsak yaşamımızı, her birimizin “hayat saati” ayrı ayrı kurulmuş olduğundan hangimizin içinde hangi zaman diliminde harekete geçeceği belli olmuyor o ejderhanın. Onu yatıştırmaya, ateşini söndürmeye çabalarken, çeşit çeşit adlar taşıyan kaynaklardan sağladığımız “suları” döküyoruz üstüne.
Şiddetle istesek de bir değişikliği, her şeyin tümüyle değişmesinden korkuyoruz aslında. Bir uçurtma gibi havada bir sağa bir sola rahatça salınmamıza izin verse de “ipimizi” tamamen bırakmayan bir ele gerek duyuyoruz, büsbütün kaybolup gitmemek için boşlukta. Birçok şey değişse de daima sabit kalacak bir çapaya tutunmaktan vazgeçemiyoruz. O çapa bir eş, bir iş, bir şehir olabiliyor. Onlardan kopup da savrulmamak için “oyunlar” icat ediyoruz.
Süregiden karşılıklı bir aşktan ve mutluluktan bile sıkılabileceğimizi hissediyoruz nasılsa. Beraberliğini kimseye değişemeyeceğimiz bir eşten, bir sevgiliden bunalıp da ayrı düşeriz endişesiyle bizi “oyalayacak” geçici aşklar, flörtler sokuyoruz hayatımıza. Üçüncü kişileri ikili birlikteliğimizi beslemek uğruna kullanıyoruz esasında. Öyle sürdürebildiğimizi görürsek eğer, sık sık deniyoruz; alışkanlık peydah ediyoruz dahası zamanla. Her zaman hesap tutmuyor ancak, gün gelip fena halde sarsılabiliyor korumaya uğraştığımız düzen. Nereye demir atacağımızı şaşırıyoruz o zaman.
O yüzden doğru değil “sen değiştin” bahanesiyle suçlamak karşımızdakini. O değişmiyor zira, biz değişiyoruz. Heyecan varken, âşıkken, anlaşıp anlaşmadığımıza aldırmıyoruz hiçbirimiz, anlıyoruz onu ve hoşlanıyoruz ne yapsa. Fakat heyecan çekilip, tutku azaldığında çok iyi anlaşsak da canımız sıkılıyor sonunda.
Sıkıldığımız kendimiziz gerçekte. Türlü insanın ilgisini topladığımızda ilginç olacağımıza inanıyoruz kim bilir ve gizliden ümit ettiğimiz esasında o bir kişiye kanıtlamak çekiciliğimizi her seferinde.
Seziyoruz çünkü, biz sıkılmadığımızda o sıkılacak.
Rengin Soysal