Yine aştık dağları, dağları, dağları...
19 Eylül 2009 Arife günü yola çıktık. ilk gün hiçbirimiz hazırlıklı olmadığımız için kendimizi zorlamadan ilerliyoruz. hedefimizde Antalya var. ilk gün için İznik veya biraz daha ilerideki Yenişehir'de kalmayı planlıyoruz. Yalova'ya vapurla geçtikten sonra Karamürsel'e kadar ilerleyip, İznik'e doğru sahilden ayrılıyoruz. haritada rakım belirtilmediği için hafife aldığımız süpürge dağları, dik ve dolambaçlı yollarıyla bizi zorlamaya başlıyor. Yol kenarındaki böğürtlenler ve manzaranın sık sık mola vermemize sebep olmasıyla gittikçe yavaşlıyoruz. yol boyunca bahçelerdeki elma ve armutlara diyecek söz yok. manavdakilerin 2-3 katı büyüklükteler. süpürge dağlarına çıkarken ki marmara manzarası ve inişindeki iznik gölü manzarası ise tek kelimeyle harika. kısa ve hızlı bir inişten sonra göl çevresinden ilerleyerek akşam iznik'e vardık. akşam göl manzarası çok güzeldi. otel yerine göl kenarında çadır kurmaya karar veriyoruz. Belediyedeki yetkililer ise bize spor müdürlüğüne bağlı bir tesisi öneriyorlar. tesisin bahçesinde, göle 10 metre mesafede çadır kurup güzel bir uyku çekiyoruz. ilk günün bilançosunda, İstanbul, Yalova, Kocaeli ve Bursa sınırlarında pedal çevirmiş olmanın yorgunluğu var.
ikinci gün bayram sabahı olduğu için erkenden kalkıyoruz. Tarihi I. Murat hamamında yorgunluk attıktan sonra Mahmut Çelebi Camisinde bayram namazını kılıp, kahvaltı niyetine bir börekçiyi yağmalıyoruz. Göl kenarında kısa bir yürüyüşle kamp alanına gelip hazırlanıyoruz. İznik'in çıkışında da rampalar var ama hiçbiri ilk günküler gibi değil. ine çıka, düz sayılabilecek bir yolda ilerliyoruz ve ilk sorun olarak Gürkan Abini bisikletinin zinciri atıyor. Sorundan saymayarak yola devam ediyoruz. Adını bilmediğimiz bir barajın yakınından geçerken yağmur başlıyor. Panço ve yağmurlukları çıkartsakta hızımızı kesiyor. inegöl'e vardığımızda ise yağmur durmuştu. bulutların arasından ışıklar sızıyordu. erken geldiğimiz İnegöl'de bizi pek hoş karşılamadılar. Bayram yüzünden oteller kapalıydı ve ne öğretmen evi, ne öğrenci yurtları yardımcı olmadı. Hiçbir kurumun yetkilisine ulaşılamadığı için 4 saat konaklayacak yer aradık. Sonunda İnegöl'ün ayıbını kapatan İsmail ve Yunus adında iki arkadaş kendileri bize kalacak yer ayarladılar. Yolculuğun hatırlamak istemediğim bu kısmında bizi evlerinde ağırlayan arkadaşlara teşekkürden başka birşey demek istemiyorum.
Sabah erkenden yola çıktık. Bozüyük yolu hafif iniş çıkışlarla giden bir rota. yol kenarındaki ilk manavda mola verip, samanlı dağlarındaki kadar olmasa da azman elma ve armutlardan depoladık. hazır durmuşken hem birkaçını miğdeye indirip, hem de Yunus'un selesini teknik bir çalışma ile ayarlıyoruz. Gür ağaçlarla kaplı vadilerin arasından geçen yolda hafif rampalar başlıyor. sık sık inip yürüyoruz. Mola için durduğumuz bir yerde ise pelikandan devekuşuna küçük bir hayvanat bahçesi buluyoruz. Yolun ilerisinde ise büyük ağaç gövdeleriyle yapılmış bir otobüs durağı yolumuzu kesiyor. biz de zaten mola vermeye bahane arıyoruz. Gürkan Abi hazır durmuşken namaz kılmak istiyor ama melesef çeşmenisinin suları akmadığından çevredekilere soruyoruz. biraz ileride benzin istasyonu var diyorlar. ilerledikçe anlıyoruz ki, O biraz ilerisi birkaç tepe sonraymış. yolda bir de rintintin dediğimiz arkadaş katılıyor ekibe. Bulduğumuz gözlemesi olmayan bir gözlemecide mola veriyoruz ama rintintin peşimizi bırakmıyor. Ne çağırdığımızda geliyor, ne kovduğumuzda gidiyor. Sonunda ufak bir trafik kazasını kılpayı atlattıktan sonra peşimizi bırakıyor. Biz de sonunda bozüyük'e varıyoruz. Bozüyük'te çok güzel kokoreç yapıyorlar. denemenizi tavsiye ederim.
dördüncü gün yine hafif çıkışlarla yola devam ediyoruz. "Akçaabat köftesi habu tepenun arkasındadur" tabelası yüzümüzü güldürüyor. 50 metre arayla koyduğu, Akçaabat köftesine 450 metre kaldı, 400 metre kaldı, 350 metre kaldı tabelaları ise arabayla görülür mü bilmem ama bizim için finiş çizgisine gitmek gibiydi. Yine de köfte yerine biraz ileride alabalık yemeyi tercih ettik. Doğrusu ben pek sevmedim. Gidenler başka birşey denesin derim. Kütahya il sınırından sonra, porsuk baraj gölü eşliğinde rampa çıkmaya başladık. İnişlerse farketmeden bitiyordu. Yolun en güzel yerinde ise Motorcu Sarı Mehmet'in yeri karşıladı bizi. Meşe odununda demlediği çayı içmek yerine koklamayı tercih edebilirsiniz. bizden birkaç gün önce iki kişi İstanbul'dan Konya'ya yürüyerek yola çıkmışlar. Sarı Mehmet'in bir defteri var ve bizim gibi yolculara hatıra yazdırıp saklıyor. Sizde motor, bisiklet veya yürüyerek ordan geçerseniz, bir sayfa da size ayıracaktır. Frig vadisinden ayrılacağımız sırada Yunus'un tekeri patladı. Ferrari ekibini kıskandıracak hızla tamir edip yola koyulduk. Kütahya'ya vardığımızda kalacak yer sormak için uğradığımız belediyede Cüneyt'le tanıştık. Güler yüzü ve hoş sohbetiyle, İnegöl'den sonra çok güzel bir karşılamaydı. Onun da planında yazın Ankara'ya tekerlekli sandalye ile gitmek varmış. Yola çıkarsa eşlik etmek istediğimizi söyleyip, bize önerdiği belediyenin sosyal tesislerinde konakladık.
Güzel bir uykudan sonra Afyonkarahisar'a doğru yola çıktık. Yol yine inişli çıkışlı olsa da genelde yukarı eğimli düzdü. yani pedal çevirmeden gidilmiyor. Bulut olmadığı için geniş tarlaların arasında bunaltıcı bir gündü. Afyonkarahisar'a 30 kilometre kala benim bisikletin jantları koptu. Civardaki en büyük köy olan Anıtkaya'nın hemen yanında olduğumuz için şanslıydık ama bisikletçi benzin istasyonuna mazot almaya gitmiş ve gece gelicekti. mecburen geceyi bekledik ve köyü dolaştık. Anıtkaya'nın bir şehitliği var, Ayrıca burada 16. Yüyzılda İbrahim Baba adında bir zat yaşamış. Yolcuların konaklama ve iaşelerinden para almadığı için Sultan Yavuz ve Kanuni bu bölgeleri vergiden muaf tutmuş. Bölgedekiler de Bu misafirperverliği miras olarak kabul etmişler. Gerçekten de o gece bizi bir eve yerleştirip ellerinden geldiğince yardımcı oldular. Oda dedikleri küçük evleri var. Kahve yerine odalara gidip kendi aralarında vakit geçiriyorlar. Oda dedikleri bu evlerden birini bize ayırdılar. Hatta 300 metre yol için gelip özel araba ile aldılar bizi. Köyde bir de tarihi han var. onarımı yapılmış ve bakımlı. Köyün girişinde ise Memhet usta nefis çay ve haşhaşlı, tereyağlı katmer yapıyor. Bu arada gece 12'de yoldan gelen bisikleçi abimiz üşenmeyip yarın hazır olsun diye o saatte bisikleti tamir etmiş. Yolunuz düşerse bence mutlaka buraya uğrayın ve bu insanlarla tanışın derim.
Altıcı gün öğleyin Afyonkarahisar'a vardık. Ballı kaymaklı kahvaltımızı yapıp Şuhut yolu üzerinden Sandıklıya doğru devam ettik. Şuhut yolunda iki dağ geçidi olsa da 10 kilometreden uzun inişleri ve merkezele sandıklı arasında daha kısa olmasıyla avantajlıydı. En güzel yanı ise otobandan uzaklaşıp sessiz tabiatın içinden geçişiydi. Köylerde "hello hello" diye bağırarak peşimizden koşan çocuklar Türkçe konuşmamıza pek şaşırdı. Dağlarda gördüğümüz atların yabani yılkılar mı, yoksa evcil atlar mı olduğuna karar veremedik. bazı yerlerde değirmenlere koşulan atlar vardı. değirmen taşını çeviriyorlardı. Çakmaktepe eteklerine geldiğimizde ise hava kararmaya başladı. Rampa başladığında köydekiler kalın dedi ama biz yola devam ettik. Gece karanlığında koyun sürülerinin kurtların arasından geçide ulaştık. Kameramızın pili bittiği için yol boyu vadinin çekimini yapamasak da, telefonla zirvede kısa bir kayıt aldık. sadece iki lambamız olduğu için uzun ve yavaş sayılabilecek bir inişle sonunda sandıklıya ulaştık. gece çorba içelim dedik ama açık mekanlarda çorbalar bitmişti. bulduğumuz tek yerde ise çorbayı mikrodalgada ısıtıp getirdiler.
Dünkü zorlu dağ etabının ardından öğlen yola çıktık. önce belediyeden otoyola giderken bim'in yan sokağındaki bisikletçide bizimkileri bakıma soktuk. Niye bu kadar detaylı tarif ettim derseniz kendisi de eski bir bisikletçi olan abimiz de Antalya'ya gitmiş zamanında. Bisikletlerinize hakkıyla bakacak ve tavsiyelerde bulunacaktır. En azından selam vermek için bile uğrayabilirsiniz. Dinar yerine Keçiborlu'ya gitmemizi önerdi. Bize de mantıklı geldi, teşekkür ettik. Anayol'a gelince hemen karşıya geçmeyip, ters şeritten biraz ilerlerseniz de Ocakbaşı'nı bulursunuz. Sabah kahvaltı yapmak isterseniz, biz sorduk "orası var" dediler. kahvaltıdan sonra Sandıklının patates tarlaları arasında ve kızgın güneşin altında yola koyulduk. Yol düzdü ama çok rüzgar olduğundan zorlandık. Mola verdiğimiz bir istasyonda nefis kavunlar vardı. Dağda pınarların suyunda yetişmiş. en azından bize öyle dediler ama tadı pek güzeldi. Keçiborlu'ya yaklaştığımızda ufak bir gölet ve sazlık kenarında alabalık tesisi vardı. Kamp alanı da olduğu için kalsak mı diye düşündük ama yola devam ettik. saat geç olduğu için son kısımda yine karanlıkta kaldık. Yol yapım çalışmaları nedeniyle yol tek şeritten ilerliyordu. Geç te olsa vardığımız Keçiborlu'da kaldığımız otelin görevlisi beldenin adının kurtuluş savaşında keçilerin boynuzlarına ikişer mum takıp düşmanı kandırdıkları bir olaydan geldiğini söyledi. Bunu uykudan önce dinlediğimiz bir masal sayarak odamıza çekildik.
Sekizinci gün Burdur çok uzak değildi. zaten burdur gölünü görünce gerisi kolay. Burdur'da Gürkan abinin askerlik arkadaşı vardı, ona uğradık. çay sigara sohbet derken kaçma zamanı geldi. Burdurun çıkışındaki rampaların hemen üzerinde insuyu mağarası var. Yol kenarında sayılabilecek kadar yakın. Mağarada su kalmamış ama göletlere girmek tehlikeli ve yasaktır tabelaları hala duruyor. sarkıtlar ve atmosferse harika. içerisi dışarının cehennem sıcağının yanında çıkmak istemeyeceğiniz bir yer. çıkışta ise Yunus'un "hadesin yedi başlı ejderhası" olarak nitelendirdiği azman bir yaratık hız rekoru kırmamıza neden oldu. harita üzerinde 1225 metre ile gözünüzü korkutacak çeltikçi beli ise zaten yüksek olan rakım ve çıktığınız rampalardan sonra sorun olmayacaktır. güzel bir manzara ve keyifli bir inişle çeltikçi beli hiç te korktuğumuz gibi olmadı. yine de yoldaki çalışmalar nedeni ile hızlı giderken bozuk zemin sorun yaratmadı değil. Günün sonunda ise Bucak'ta kalmak vardı niyetimize. Güneşin son demlerinde bucağın 2-3 kilometre yakınındaki çamlaraltı mevkiinde bir tesiste çaylarımızı içiyorduk. kamp için uygun diye düşünürek yetkililerle konuştuk ve izin verdiler. Ağaçlık alanda çadırımızı kurup geceyi orada geçirdik.
Dokuzuncu günün sabahında, geçerken Bucak'a uğradık. Saç kestirene yıkama bedava, sakal tıraşına maske bedava, simit alana çay bedava, markette 50 tane bişey alana 10 tane bedavaydı ama onu okuyamadım. ilçe merkezi anayoldan biraz uzak olduğu için pek içeri girmedik. açık mekan da bulamayınca anayolda, kahvaltı yazan biryere girdik ama kutuda tereyağı, bal, pek cazip gelmedi. menemen ve sucuklu yumurtayı tercik ettik. Son 80 kilometre kalmasının ve akşam Antalya'ya varacak olmanın keyfiyle güneşe aldırmadan yola çıktık. Antalya il sınırına gelmeden mola verdiğimiz bir benzincinin çıkışında benim ön teker patladı. Yolun sonu olduğu için hiç bozmadık keyfimizi. Çubuk belinin çıkışı bile geçtiğimiz onca geçit ve dağdan sonra kısa göründü. İnişte acele etmeden sallandık aşağıya. Yolun geliş ve gidiş güzergahları iki ayrı dağdan geçip aşağıda birleşiyordu. Merkeze doğru ilerlerken idman yapan bir başka bisikletçiye rastladık. Önümüzde sadece uzun bir düzlük kalmıştı.
Antalya tabelasını görmek, Kepezden şehre bakmak, dokuz günün ardından birbaşka keyifliydi.
