Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası
"Yerin Kulağının" devamı niteliğinde olduğundan yazı dizisinin devamı:
15 Şubat 2003
'Ölümle dans' kanyonu
Şehriban Kanyonu'nda suyun iki yakasını oluşturan yamaçlar, dansa kalkmış, kafaları ve ayakları birbirine yakın, hatta bazı alanlarda göğüsleri de birbirine değen insanlar gibidir. Koridor, beş kilometre boyunca yüksekliği bin metre civarındaki duvarların arasından akar
'Gelin Kaybeden Düz'ün alt zeminini oluşturan Mundarlar Kayası kısığının önünde bir çöküntü alanı vardır. Su burada insan gücünün karşı koyamayacağı bir anaforla on metre kadar batarak derenin önünü tıkayan kaya bloğunun altından geçer. İşte, o noktayı aşarken yaşadıklarımız
Şehriban Çayı, Küre Dağları'nın ortasında ikinci büyük yırtığı açan akarsulardan biridir. Kuş uçuşu yetmiş kilometrelik bir çığırı olan çayın, Karadeniz'in bol yağmurlu iklimi sayesinde yaz aylarında bile debisi oldukça yüksektir. Çay, doğuda Dikmen Tepesi'nden (1471 m.) kaynağını aldıktan sonra uzun bir süre batıya akar. Onu, paralel akan Devrekani Çayı'ndan, aralarındaki Menteşe Tepesi (1345 mt) ve Zımlı Tepesi ayırır. Ancak çay, Şenpazarı geçtikten on kilometre sonra kuzeye keskin bir dönüş yapar ve bu noktada Devrekanı Çayı'na (Kocaçay) sekiz kilometre kadar yaklaşır. Eğer bir ders kitabı yazsaydım, her halde Şehriban Çayı'nı böyle tarif ederdim. Ders kitabı yazmasam da çayın coğrafi konumu yukarıdaki gibidir.
Sanırım, konuya buradan girenler için bir hatırlatma yapmakta yarar var. Sözü geçen iki dere de Batı Karadeniz karstı'nın oluşturduğu Küre Dağları'nda milyonlarca yılda faylanmalar sonucu oluşan kırıkları oyarak büyük koridorlara dönüştüren iki önemli sudur. Köylüler karst üstündeki dikine deliklere nasıl ki 'yerin kulağı' diyorsa, biz de bu oluşumlara dağdaki koridorlar diyoruz. Peki niye koridor; çünkü normal akarsu havzalarında vadiler 'V' biçimindeyken buradaki vadi oluşumu 'U' biçimindedir. Suyun iki yakası birbirini dansa kaldırmış insanlar gibi birbirine karşı hafif yan dönseler de kafaları da ayakları kadar birbirine yakındır. Hatta bazı alanlarda göğüsleri de birbirine değiyor olabilir.
İşte kanyon, bu iki yamacın birbiri ile dans ettiği yer de ayaklar arasındaki boşluğun adıdır. Şehriban Kanyonu, Dağlı Köyü'nün Kısık Mahallesi'nin hemen dibinden koridora girer. Sağ tarafı Küplüşen Doruğu (1.048 m.), sol tarafı Saboğlu Kayası'dır (1024 m.). Koridor yaklaşık beş kilometre boyunca yüksekliği bin metre civarındaki duvarların arasından akar.
İnsanı ürperten anafor
Daha önceki geçişlerimden bu koridoru oldukça iyi tanıyorum. Tek bir noktada sorun yaşama ihtimalimiz var: 'Gelin Kaybeden Düz'ün alt zeminini oluşturan Mundarlar Kayası kısığında. Bu kısığın önünde bir çöküntü alanı var, büyük taşkınlar olduğunda sellerle gelen çer-çöp, burada suyun önünü kapatan dev kaya blokunun altındaki su geçidinin önünü tıkayarak doğal bir baraj oluşturuyor. Su burada insan gücünün karşı koyamayacağı bir anaforla on metre kadar batarak derenin önünü tıkayan kaya blokunun altından geçiyor. Bunun dışında kanyonda herhangi bir teknik iniş gerektiren yer yok. Kanyonun girişi ile çıkışı arasındaki yükseklik farkı yedi metre kadar. Bunun anlamı, kanyon içinde su genellikle düz akıyor. Yine de heyecanlıyım. Çünkü yanımdakilerden kızım Sevcan'ın ilk kanyon geçme deneyimi olacak. Hasan kanyona girmeyecek. Araçla bizi Saboğlu Mahallesi'nin altında kanyonun girişine bıraktıktan sonra Yazıköy'deki çıkışa gidip orada bekleyecek. Oyalanmaları ve film çekmek için beklemeleri de hesaba katarsak dört saat sonra Yazıköy'de olacağımızı düşünüyorum.
Karşı konulmaz çekicilik
Güneşin suda hüzmelendiği güzel bir günde suyun başındayız. Çayın bulanıklığının geçip berraklaşmış olması, suya girme isteğimizi kamçılıyor. Üzerimizde bizi suyun soğuğundan koruyacak Neopran elbiseler, kameralarımızı içine koyduğumuz özel su geçirmez torbalar ve çok az teknik malzeme ile yolculuğumuz başladı. Sevcan benim yedeğimde, Zeynep'le Ömer beraber yüzüyoruz. Küçük akıntıların arasında kısa süreli heyecanlarla Mundarlar Kısığı'na geldik. Görüntü gerçekten kışkırtıcı. Dar, sararmış duvarların her yerinden aradaki yeşil gölün üzerine sular dökülüyor. Görüntü ekipte ürküntü yerine heyecan ve hayret yaratıyor. Önden Ömer'le Zeynep, ardından Sevcan'la ben, önümüzde beyaz köpükler saçan kısığın girişindeki hareketli suyu geride bıraktık. Bu kısığın sonunun çöküntü alanı olduğunu biliyorum. Biraz sonra dev kaya bloku önümüzü kesti. Ekiptekiler bana bakıyor. Ben biraz heyecan yaratmak için 'Su buradan batıyor. Biz duvardan ormana çıkacağız' diyorum. Ekiptekiler bir üzerimize doğru eğilmiş metrelerce yükseklikteki duvara bir de bana bakıyorlar. Ömer'e, elimle kayanın altına dalması için yalnız onun anlayacağı bir işaret gönderdim. Ömer ilerledi. Kaya blokuna elini dayadı ve suya dalıp gözden kayboldu. Arkasından Zeynep aynı hareketi yaptı. Şimdi su geçirmez çantaları bu kayanın altından geçirmek var. Ben kısa bir ipi çantalara bağladım. Sevcan'a 'Hadi kızım dal, iki metre ötede gölün öbür yarısı var' dedim. Sevcan da dalıp gözden kayboldu. Bu kayayı ilk kez geçişimi hatırladım. Arkasını göremediğimiz için ne çok tedbir almıştık. Burada bir saatten fazla oyalanmıştık. Ben de diğer tarafa geçtikten sonra ipin ucuna bağlı çantaları hep beraber yanımıza çektik. Planladığımız süre içinde Kumköy'de idik. Köye geldiğimizde bahçelerde çalışan köylüler bizi önce baraj etüdü yapan mühendisler sandılar. Ancak, Sevcan herkesin hayalini yıkıyordu. Köydekilerden hiç biri onun bu kanyondan geçmiş olabileceğine inanmak istemiyorlardı. Oysa doğa ile baş başa geçen yıllar bana bir şeyi iyi öğretmişti: Korku, hayallerimizle aramızdaki en büyük engel olabilir. Bilgi, sabır, malzeme ve merakla korkuyu ve korkabileceğimiz sonuçları hayatımızdan uzak tutabiliriz.
16 Şubat 2003
Altın bulma hayaliyle TARİH TALANI
Cİdelİ köylü, tarlasının yanındaki mağaraya ne zaman girse, esrarengiz bir rüzgarın meşalesini söndürdüğünü söylüyordu. Bizden yardım istedi. Mağaraya girdik. Etrafta hazinecilerin açtığı onlarca kuyu bulunuyordu
KIrIk çanak çömleğin yanında 'Obsidien' kesici bir alet duruyordu. Bu, özenle yapılmış bir ok ucuydu. Gördüklerime inanamıyordum. Burayı ne üniversiteler ne de ilgili herhangi bir kimse bulabilmişti
Yıllarca kanyonun dibinde yaşadığı halde buranın nasıl bir yer olduğunu merak etmemek ancak gereksiz yere ördüğümüz korku duvarı ile açıklanabilir. Hasan, malzemeyi arabaya aldı. Yola çıkarken yanımıza gelen Mustafa ismindeki biri, bizimle Cide'ye kadar gelmek istediğini söyledi. Ön koltukta adamla sıkışarak oturduk. Eski Cide yolu üstündeki Cami Mahallesi'nde oturuyormuş. Tarlasının yanında bir duvarın ortasında bir mağara varmış. Gençliğinde birkaç kez oraya girmek istemiş. Ama içeriden o kadar kuvvetli rüzgar esiyormuş ki, her seferinde çırası sönüyormuş. Eğer istersek, bu deliği bize gösterebileceğini söyledi. Bizim için iyi bulgu olabilirdi.
Adamla sohbeti koyulaştırınca ağzındaki baklayı çıkardı, bana, 'Bugüne kadar hiç buldunuz mu?' dedi. Ona göre biz hazine arıyorduk. Bu yakıştırmaya o kadar alışıktım ki sadece güldüm ve 'Tabii bulduk, bulamasak niye bunca adam gezelim ki!' dedim. Adam gevrek gevrek güldü: 'Anlamıştım zaten, benim göstereceğim yerde de bir şeyler var, aletiniz var mı?' Tabii var, 'Onca çantayı boş mu taşıyoruz' dedim.
Dünyada benzeri olmayan Ilgar İni
Çevredeki birçok mağaranın girişlerinin bu tür düşünceler nedenle tahrip edildiğini çok görmüştüm. Hele Sorgun Yaylası'nın içinde Geç Roma Dönemi'nden kalma inziva evleri ve mezarları barındıran gerçek tarihi bir hazine olan Ilgar İni, yıllardır bu tahripten nasibini alan yerlerden biriydi. Mağaranın girişinde küçük bir köy kalıntısı içinde inziva evleri, şapel ve birçok mezar vardı. Ancak yıllar içinde yarısından çoğunun duvarları yıkılmış. Mükemmel tandır ve sarnıç kuyuları dağıtılmış, onlarca mezar açılarak kemikler etrafa saçılmıştı. Mağaranın girişinden mezarların bulunduğu alt salona inen insan yapımı büyük duvarlı yolun bile bazı yerleri tahrip edilmişti. Bana göre Ilgar İni, doğal ve tarihi dokusu ile dünyada bir örneğinin daha olmadığı mağaralardan biridir.
Adamın anlattığına göre, bize göstereceği mağarada da insan yapımı duvarlar ve duvarlara kömürle çizilmiş resimler varmış. İçimdeki merak daha da büyüdü.
Belki de İlk Çağ insanlarının içinde yaşadığı duvarına av sahneleri çizilmiş bir mağaradan söz ediliyordu.
Böyle zamanlarda insan, genellikle en mükemmeli hayal eder. Ne yazık ki, yeni bir keşif, yeni bir hikaye bulma heyecanını anlatacak bir alfabe bilmiyorum.
'Şimdi bakacağımız mağara yola çok uzakta mı?' diye sordum. Yakınmış. Yarım saatlik yürüme mesafesi. 'Tamam, mağaraya gidiyoruz' dedim.
Hava kararırken, mağaranın dibindeydik. Adamın gösterdiği duvarın dibindeki delik, kırk elli metre içeriye girdikten sonra yukarıya doğru çıkarak, başka bir salona açılıyordu. Burası oldukça geniş bir alandı. Adamın meşalesini söndüren rüzgar, aşağıdan bakıldığında görünmeyen bu salonun tepesinden dışarıya açılan başka bir girişten geliyordu. Etrafta hazinecilerin açtığı onlarca kuyu vardı. Çevreyi incelemeye başladık. Kazılmış toprak yığınlarının birinin içinde bir parça dikkatimi çekti. Kırık çanak çömleğin yanında Obsidien kesici bir alet duruyordu. Kaldırıp baktım. Bu özenle yapılmış bir ok ucuydu. Aldığım parçayı yerine bıraktım. Gördüklerime inanamıyordum. Burayı ne üniversiteler ne de ilgili herhangi bir kimse bulabilmişti. Ama yıllardır hazine avcıları köstebekler gibi her yanı oymuşlardı. Oyalanmadan geri çıktığımda köylü merakla ne söyleyeceğimi bekliyordu. Ona 'Hazineyi senin olmadığın bir seferde gelip alacağız, şimdi sana pay vermemek için gidiyoruz' dedim. Gülüştük, adam bizi misafir edebileceğini söyledi, kabul ettik.
O gece adam, hayatının hatasını yaptığını anladı. Asıl hazinenin, insanların değerli buldukları altının değil, yıktıkları geçmişin izleri olduğunu, doğal sahaları ya da eski yapıları kazmamaları gerektiğini usanıncaya kadar anlattım.
Ertesi sabah Ilgar İni mağarasını da sevdiklerime göstermeliyim diye düşünüyordum. Yolda Zeynep soruyor: 'Cemo niye Türkiye'nin görsel coğrafya envanterini hazırlamayı bu kadar kafana taktın?' Tarif edebilirim ama sebebini biliyorum. Rahmetli dedem derdi ki; 'Topraktan çıkarmadığın elmas sadece topraktır.'
Zamana tanıklığımızı karelere hapsediyoruz
Dört mevsimi birbiri ile barışık bu ülkedeki doğal ve tarihi zenginlikler, dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Sadece bitki örtüsü bile Avrupa kıtasından daha zengin olan Anadolu topraklarının tarihi ve kültürel zenginliğine biz sahip çıkmazsak, kim sahip çıkacaktı!
Batı Karadeniz karstı'ndaki çalışmalarımız hala devam ediyor. 'Yerin kulakları'nı bitirdikten sonra 'dağdaki koridorlar'ın hikayelerini film karelerine hapsetmeyi düşünüyoruz. Belki bir gün buradaki hayatların günümüzdeki durumunu merak eden birileri çıkar. İşte, onlar için biz zamana tanıklık yapıyoruz ve tanık olduklarımızı film ve fotoğraf karelerinde hapsederek geleceğe saklıyoruz. Biz zamanın tanıklarıyız.