Dağlı Kuylucu Mağarası

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan Sukuşu Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 32
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 22,611

Etiketler
Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

normal_ayhan_bal_0021.jpg



normal_ayhan_bal_0151.jpg



normal_ayhan_bal_0381.jpg
 

Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

Benimde en çok merak ettiğim vede görmek istediğim yerlerden biri...Sedat hocam siz bu yazdıklarınızdan sonra gidebildinizmi? Hasan Abide mağaranın resimleri varmıymış? Eğer resim çekebildiyseniz veya bulabildiyseniz burada yayınlarsanız sevinirim...
 


Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

Selamlar. Kuyluç ya da Kuyuluç, Kastamonu'da 'derin kuyu gibi' anlamında kullanılır. Kuyluç Mağarası da ismini bu şekilde almıştır. Belki de Kulyuç, Kuyluç'tan dönüşüme uğramıştır ve derin mağara anlamındadır. Kuyluç, atalardan kalan bir kelimedir. Kastamonu civarında günümüzde de kullanılır.
 



Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

Dağlı kuylucu ve cıvarında çok daha farklı mağralar bulunmakta.Tabi ki dağlı kuylucu çok özel bir yer ben dışından bile bu kanıya vardım.Hep anlatılır kuyluça atılan saman balyasının denizden çıktığını :smiley: Mağracılıkla ilgilenenler için çok gizemli bir yer olduğunu düşünüyorum ...
 

Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

merhaba benim köyüm oraya yakın (10 km hamitli) ben de yanına kadar gittim fakat dağcı olmadığımdan sadece bakmakla kaldım,ama yillar önce sarıcam bir mağraya girdim cok güzeldi, tabii amatörce ve ekipmansız.
 

Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

Arkadaşlar merhaba ben dağlı kuylucunun olduğu köydenim. Yani köyüm oraya 4 km uzaklıkta.
Bende gittim inceledim, çok mucizevi bir doğa olayı. Her yıl yüzlerce kişi ziyarete geliyor. Sizin fikirlerinize de katılıyorum, çok süper bir doğa harikası
 

Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

Sukuşu, bu mağaranın koordinat bilgilerini ve mağara bilgilerini paylaşırsanız sevinirim. Küre tarafına gittiğimiz zamana ziyaret ederiz.

ASPEG Küre dağlarında pek çok mağara araştırması yapıyorlar. O bölgedeki mağaralarda keşif, ölçüm ve çizim faaliyetlerini büyük bir gayretle yapıyorlar. İlgilenenlere duyurulur.
 

Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

Konu hortlamış olacak ama Ayçanın diğer dağlı kuylucu mesajında bahsettiği İz tv belgeseline rastladım, rastlamışken paylaşayım dedim.

1. Bölüm

http://www.dailymotion.com/swf/x71ftq_kastamonu-yenpazar-dayly-koyu-kuylu_shortfilms

2. Bölüm

http://www.dailymotion.com/swf/x71f59_kastamonu-yenpazar-dayly-koyu-kuylu_shortfilms

3. Bölüm

http://www.dailymotion.com/swf/x71dsp_kastamonu-yenpazar-dayly-koyu-kuylu_shortfilms"
 



Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

Ve buda beş bölüm tekmili birden Cemal (GÜLAS) abinin kuyluc hakkında 10,11,12,13 ve 14Şubat 2003 te Akşam gazetesinde yayınlanan yazı dizisi:

10 Şubat 2003

Ormanda insan yutan esrarengiz delikler

'Gitti o amca, gitti kayboldu işte, gitti cıngıl kuyuya gitti, cıngıl kuyu işte...' 'Nereye gitti amca?'

'Yerin kulağına kaçtı işte!'

'Nasıl yerin kulağına kaçtı?'

'Nasıl ki bizim kulağımız var işte öyle... Bizim kulağımız olmasa bir şey işitebilir miyiz? 'Allah'ın işi işte, öyle yerin kulağı. Böyle baş aşağı gider işte.'

Kafam karıştı, söylenenlerden bir şey anlamadığım için başka bir şey de soramadım, boş boş birbirimize baktık. Bir süre adamın gözleri duvardan süzülüp biraz ilerisine damlayan yağmur damlalarına takılmış öylece duruyordu. Sessizliği arkamda mağaranın içindeki aydınlatmaları dizen oğlum Ömer bozdu. 'Peki amca nerde bu yerin kulağı?' Yaşlı adam yüzüne dönük ışıklardan sesin sahibini göremiyordu. Elini gözlerine siper edip sesin sahibini aradı. Göremeyince cevabı bana verdi. 'Ne bileyim, her yerde var, başaşağı gider işte. '

Doğada milyon yıllar sonundaki oluşum

Aslında bu hikaye böyle başlamıyor. Anlatacağımız macerayı gözünüzde canlandırabilmeniz için biraz daha eskiye giderek, yerin kulaklarının nasıl oluştuklarına dair kayıtlara bir bakalım.

Şimdi bulunduğumuz yer, 265 ila 65 milyon yıl öncesine kadar deniz imiş (tethtys). Durduğumuz yerde biriken tortular bu milyon yıllar zarfında sıkışıp kıvrılarak taşlaşmış ve İsfendiyar Dağları olarak da bilinen Küre Dağları'nı oluşturmuş. Küre Dağları'nın sınırları doğuda Kızılırmak Vadisi'nden yükselmeye başlar. Batıya doğru denize paralel devam eder. Kocaçay Vadisi'nden sonra da alçalarak Bartın Çayı'nda biter. Kuş uçuşu aşağı yukarı 300 km'lik bu platoya biz Batı Karadeniz 'karst'ı deriz. İşte o zamanlardaki denizin dibinde biriken bu tortular bugünün karbonatlı kireç taşlarını oluşturur. Asıl hikayenin kahramanı bu kireçtaşı ya da maceramız boyunca duyacağınız adıyla kalkerdir. Kalker, su geçiren bir yapıya sahiptir. Yani üzerine düşen yağmur damlalarının bir bölümü onun derinliklerine doğru seyahat eder. Bu seyahat sırasında da kalker eriyerek suya karışır. Hani bazen bir demlikte uzun yıllar su kaynattığımızda oluşan beyaz tabakalar, işte bu kalkerin tekrar taşlaşması ile oluşur. Su ve kalker; bol yağmurlu Batı Karadeniz 'karst'ında yan yana gelince, ileride okuyacağınız türde yüzlerce güzelliğe ve bazıları tam bir trajedi olan onlarca hikayeye dönüşür.

Dumanı tüten mağaradaki Tanrı misafirliğimiz

Neyse, konu uzadıkça uzayacağa benzer, biz tekrar hikayemizin başladığı Kastamonu Cide yakınlarında Ayı Gölü ormanındaki küçük ine geri dönelim.

Benimle beraber dört kişilik çekim ekibim, Şehriban Çayı'nın kenarındaki Kumköy'den kasvetli bir ekim ayı sabahı gün aydınlanırken yola çıkmış, bir saat sonra da çılgın bir ormanla boğuşmaya başlamıştık. Üstüne üstlük bir de sicim gibi yağmur yağıyordu. Geceyi çadır kurmadan sırt çantalarımıza yaslanarak geçirmiştik. Bu nedenle ekip yorgundu. Bu şartlarla ilerlemek de anlamsızlaştı. Beklemek için uygun bir zemin bakıyorduk. İlerimizde ormanın içinde yağmurdan ıslandığı için gri görünen yüksekçe bir kaya duvar görüyorduk. Dibinde sığınacağımız kadar bir in bulma umudu ile o tarafa yöneldik. Umudumuz boşa çıkmadı. Duvara yaklaştıkça altındaki bir boşluktan ateş dumanının tüttüğünü görmek umudumuzu arttırdı. Hızlandık. Önü eğreltiotu ve çalılarla kapatılmış küçük bir in vardı. Duman bu inden çıkıyordu. İnin önüne gelince seslendik. Ağzını kapayan çalılardan oluşmuş kapıyı yaşlı bir adam araladı. Şaşkınlıkla, sırtında çantalar, bu yağmurda ormandan gelen garip ziyaretçilerine bakıyordu. İnin çalıdan kapısına geldiğimizde kapıyı iyice aralayıp 'Girin, girin' dedi. İnin içi, girişinden daha büyüktü. Yaklaşık kırk elli metrekarelik oldukça düz ve kuru bir tabanı vardı. İleride bir köşede yanan ateşin dumanı üstümüzde gri bir tavan oluşturuyordu. Bu sebeple tavanın yüksekliğini göremiyorduk. Batıya doğru uzayan karanlık dehliz, bize oyuğun yatay devam eden bir mağara olduğunu işaret ediyordu.

Şimşir kaşık yapan köylülerin mekanı

Sırt çantalarımızı çıkarırken, yaşlı adam meraklı gözlerle bizi izleyip bir yandan da ateşin ışığını güçlendirmek için kuru dalları ateşe yığıyordu. Ateşin yanına ilk ben gittim 'Benim adım Cemal, şu gözlüklü olan oğlum Ömer, kara kafalı Oktay, şu gülen de Kamil' dedim. Ateşin çevresinde kütükten bir bank vardı. Duvarın dibinde eğrelti otlarında yapılma yataklar duruyordu. Çalıdan ön duvarın dibinde ateşe asmaktan kararmış demlik ve tencereler, burada bu yaşlı adamdan başkalarının da yaşadığını gösteriyordu. Karanlık dehlizin önünde birkaç dolu çuval üst üste yığılmıştı. Herkes ateşin yanına gelince 'Benim adım da Nail, Dağlı Köyü'ndenim' dedi. Nail Amca sonbaharda kaşık yapmak için ormanda şimşir ağacı kesen köylülerle buraya gelmiş. Sabah hava bozuk olduğu için daha genç olanlar kestikleri şimşirleri köye götürmüşler. O gidip dönmeye üşendiği için burada kalıp onun deyimi ile nacak ve takımları onarırmış.

Kamil ile ben ateşin başında otururken, sabahtan beri güzel bir kahvaltı hayali kuran Ömer ile Oktay yemek hazırlığına başladılar. Nail Amca'ya su kaynağını sordular.

Kesici alete dönüştürülmüş taşlar

O da karanlığı işaret edip 'Şuradan aşağı gidin, aşağıda' dedi. Onlar karanlığa doğru gözden kaybolduğunda ben de Nail Amca'ya yollarının üstündeki çuvalları sordum. Nail Amca, dalgın dalgın çuvallara baktı. Sonra, 'Bir amcanın kaşık kütükleri, o yerin kulağına kaçtığı için burada kaldılar' dedi. Cevabı pek anlamadım. Kamil de anlamamış olmalı ki sordu: 'Nereye kaçtı?' Nail Amca da bu 'Nereye kaçtı' sorusunu anlamadı.

Soruyu yineleyecektim ki Ömer'in canhıraş bağırması ile irkildik. Kalkıp kafa lambamı çantadan aldım. Ömer'e 'Ne oldu, Bir şey mi var?' diye bağırdım. Sesler boşluklarda müthiş akustikler oluşturup bize geri döndü. Ömer sadece 'Gelin, gelin' diyordu. Kamil ile karanlığa doğru koştuk. Biraz sonra aşağıya doğru inen küçük taşların oluşturduğu bir yığıntının (çarşak) üstünden Ömer'le Oktay'ın lambalarını gördüm. Görünürde anormal bir şey fark edemedim, tekrar bağırdım: 'Ne var oğlum, ne oldu?' Lambayı elindeki bir cisme tutan Ömer, Oktay'la konuşuyordu. Yanlarına indim. Ömer elinde opsidyen kesici bir alet tutuyordu. Opsidyen buraya ait bir taş değildir. Bu mağaranın dibindeki suyun içinde doğal olarak olamazdı. Üstelik bu taş bir el tarafından kesici alete dönüştürülmüştü. Çevremize dikkatli baktığımızda bu mağarayı insanların uzun yıllardır kullandıklarını görebiliyorduk. Suları doldurup Nail Amca'nın yanına geldik. Kamil çocuklara kamera ışıklarını hazırlamalarını söyledi. Onun güdüleri bu mağarada güzel bir hikayenin kokusunu almıştı. Ben de Kamil'in bugüne kadar pek yanıldığını görmemiştim. İkimizin aklı hala yerin kulağına kaçan adamdaydı Acaba niye kaçmıştı? Ormancılarla mı başı derde girmişti? Başka bir şey mi vardı? Işıklar hazırlanıp kamera kurulunca Kamil de ben de Nail Amca'nın karşısına geçtik. Ben tekrar konuya döndüm. 'Nail Amca o çuvalların sahibi niye yerin kulağına kaçtı, nerede bu yerin kulağı?' Nail Amca, bu Allah'ın ormanında, bu yağmurlu günde sükunetinin içine sormadan dalan bizlere boş boş baktı biraz da kızarak. 'Ne bileyim hangisine kaçtı, bilsem gider bulurdum' dedi. Yerin kulağını tanımlamamız gerekiyor, diye düşündüm. Kamil'e 'Öncelikle bu kulağın ne olduğunu öğrenmemiz gerekiyor' dedim. Kamil, Nail Amca'nın yanına oturdu 'Nail Amca sen şu yerin kulağını bir tarif etsene bize' dedi. Nail Amca eli ile kapıyı gösterip 'Şimşirliklerin içinde olur. Kimi küçük olur bir adam sığmaz, ama bazıları çok derin olur içine taş atarsan yarım saat sonra sesini duyarsın, taş giderken bazen duvarlara vurur çin çin diye ses çıkarır. Bazıları daha büyük olur, işte bu kuyular yerin kulağıdır.'

Artık kulağın ne olduğunu biliyorduk. Karbonatlı kireç taşlarında milyonlarca yılda faylanmalar sonucu oluşmuş çatlaklara giren bol yağmur suyu, bu çatlakları eriterek genişletir ve dikine delikler oluşturur. Bu deliklerin yüzlercesi Batı Karadeniz karst'ının üstünü örten gür ormanlar sayesinde insan gözünden saklanıyorlardı. Odun ya da tahta kaşık yapmak için şimşir kesmeye ormana giren bazı köylüler bir anlık dalgınlık sonucu bu deliklere düşerek kayboluyorlardı.

Ormanın bitki örtüsü, dev delikleri gizliyordu

Deliklerin derinliğini ise oradaki kireç taşı blokunun kalınlığı belirlerdi. Batı Karadeniz karstı'nda geçirmez tabaka denen, toprağın üstündeki geçirgen kireç taşı bloklarının kalınlığı 200 ila 600 metre arasında değişebiliyordu. Yani bulunacak bir delik 600 metre derinliğe kadar inebilir. Tabii kireç taşı erirken yüzeyi bir buzul gibi pürüzsüz kalır içine düşülen delik on metre bile olsa yüzeyinde tutunup bedeni yukarı çekecek bir çıkıntı bulunamayabilir. Düşülen delik derinse mesele yok. Kısa sürede ölünür; ama tüm delikler derin olacak diye bir kural da yok. Eğer birkaç metreden ibaretse ve kimse düşeni görmediyse orada ölüm yavaş yavaş gelecek demektir. İçine düşenin ölümü beklemekten başka yapacak bir şeyi olmayabilir. Böylece yerin kulağının aslında bizim izini sürdüğümüz dikine mağaralar olduğunu öğrendik. Fakat şimdi fazladan bir şey daha biliyorduk. Bu orman denizinin insan gözünden gizlediği deliklerden birinde bir adam vardı. Ekipteki herkes aynı şeyi düşünmüş olmalı ki hep bir ağızdan aynı soruyu sorduk. 'Nail Amca, adamın yerin kulağına kaçtığı kaç gün oldu?' 'Dört beş gün oldu. Çok aradık, herkes çok aradı. Her yeri aradık. Gitti, gitti, kayboldu işte. '

Birbirimize baktık. O adamın hala yaşama şansı vardı ve buormanın bir yerindeki o delikte kendisine uzanacak yardım elini bekliyor olabilirdi. Ölü veya diri, adamı bulma şansımız vardı. Ya yaşıyorsa duygusu, hazırlanan yemeğin yarısını boğazımızda düğümledi. Ömer'e 'Malzemeyi hazırlayın oğlum, bir de biz arayacağız' dedim. Bir saat sonra yağmurun yıkamaya devam ettiği ormandaydık.
 

Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

11 Şubat 2003
'O deliğe girmeyin kuyluç kızı çeker'

Zoraki rehberimiz Mehmet Amca bağırıyor: Dünyada olmaz, ben buradayken o deliğe yaklaşamazsınız! O deliğin dibinde kuyluç kızı var. Yanına yaklaşan erkekleri aşağıya çeker

Yerin kulağına kaçan köylüyü arayacaktık. Yürüdüğümüz Cide, Şenpazar, Azdavay üçgeni arasındaki saha, Batı Karadeniz karst'ının en yoğun erimelerinin olduğu bölüm ve yaklaşık büyüklüğü 140 bin hektardır. Kokurdan Yaylası ve bazı grupların içinde kaybolduğu Varla Kanyonu, bu sahanın içinde.

Türkiye ortalamasında ormanlarla kaplı saha yüzde yirmi beş kadarken, bu oran Kastamonu civarında yüzde elli beşe ulaşıyor.

Şimşir kesmek için ormana girip bir daha evine dönmeyen köylüyü ararken, dokuz yıl boyunca ben de belli aralıklarla bu ormanda kayboldum. Köylüyü bulamadım. Ama doğanın bu karst üstündeki muhteşem başyapıtının birçoğunu yakından tanıdım. Bazılarını ise ben buldum. Belki de o adamı bulamayışım, benim Küre Dağları'na olan ilgimi hep canlı tuttu O günden sonra ne zaman yolumu Küre Dağları'na çevirsem, 'yerin kulağı'na kaçan adamdan geride kalanlara belki bu sefer rastlarım umudu taşıdım.

O zaman adamı bulamayınca, boynu bükük, süklüm püklüm İstanbul'a dönmüştüm. İstanbul Üniversitesi Coğrafya Bölümü'ndeki arkadaşlarımdan Dr. Ahmet Ertek'i aradım. Ahmet jeomorfologdur. Karst ve mağara ile ilgili ne merak ettiysem, sevgili Dr. Cem Güneysu ile Ahmet'ten öğrendim. Hatta yıllarca yer üstünde süren seyahatlerden sonra ilk yer altındaki seyahatimi Ahmet'le beraber Safranbolu'daki Atçı İni Mağarası'na yapmıştım.

Coğrafya Fakültesi'nde Ahmet'le bölgenin geniş ölçekli haritası üstünden 'karst'ı inceliyoruz. Burada yeryüzü adeta delik deşik görünüyor. Bazı alanlarda izoıp çizgileri daireler çizerek derin çöküntü alanlarını gösteriyor. Tartışıyoruz. Cem, bunların tamamının derin olamayacağını anlatıyor. Ama içlerinden biri var ki, hiçbirimiz tam bir yargıya varamıyoruz. Haritadaki mevkii Zımlı Dağı'nın kuzeyi Varla ve Şehriban kanyonlarının tam ortasındaki 1100 metrelik platoda kara bir leke gibi duruyor. Kendi kendime 'Burayı nasıl göremedik acaba?' diye soruyorum.

'Kara leke'yi bulmak için 4 gün orman ve yağışla boğuştuk


Başladığı işi bitirememişliğin ezikliği, merakımla beslenerek beni geri dönmeye zorladı. Eve gelir gelmez hazırlanıyorum. Yanıma bir arkadaşımı (Hasan Subaşı) alarak bir akşam Zımlı Dağı'na geri dönüyorum. Dört gün boyunca hem ormanla hem de yağmurla boğuştuk. Ancak haritada gördüğüm kara lekeyi bir türlü bulamadık. Oysa bu deliğin, Dağlı ile Gömeren arasındaki bir yerde olduğundan adım gibi eminim.

Bir akşam üzeri araca geri döndük. Birkaç gün de orman yollarını kullanarak köylülere çevrelerinde gördükleri delikleri sormak istiyorum. İlk durağımız, Dağlı Köyü. Bozuk orman yolundan Dağlı Köyü'ne doğru yola çıkıyoruz.

Yol zikzaklar çizerek yükseldi. Yarım saat sonra bir sırt üstünde kıvrıla kıvrıla gidiyoruz. Yol düzelip orman içinden bir açıklığa çıktığında, sağ tarafımızda ormanın içinden yoğun bir sisin bize doğru geldiğini fark ettim. Oysa biz de sisin geldiği yönden geliyorduk. Ne denizin üzerinde ne de vadilerde sisten eser vardı. Arabayı durdurdum. Geniş ölçekli haritanın üstünden çizdiğim krokiyi çıkardım. Buralarda bir vadi gözükmüyordu. Hasan'la bir yandan haritaya bir yandan sisin geldiği yöne bakıyorduk. Kendi kendime kızıyorum. Krokiyi çizdiğim haritalar benimle yaşıt, gizli kaydı bulunan bu haritalara getirilen tahdit ancak bizim gibi vatandaşların işini zorlaştırıyor. Almanya'da bir matbaada basılan haritalar yine Almanya'da raflarda satılabilirken, bizler o yıllarda bu tür haritalarla yakalanırsak casus muamelesi görüyoruz.

Biz sisi incelerken ormandan bir adam yanımıza geliyor, selamlaşıyoruz Ben sisin geldiği yönü işaret edip 'O taraflarda bir kuyu var mı?' diye soruyorum. Adam uzatarak 'Vaaaar, siz n'apacaksınız?' diyor. Hasan 'Fotoğrafını çekeceğiz' diyor. Adam, önümüzdeki çayırlığın sonunu işaret edip 'Na şurada ama siz yanına gidemezsiniz, oraya araba gitmez' diyor. 'Olsun amca biz yürürüz' deyip adamın omuzunu tutuyorum. 'Adın ne amca? ' 'Memeeet'... Adam kurtulmak istiyor. Başaramıyor. 'Hadi şu kuyuyu göster bana' diyorum. Beraber bir iki adımda önümüzdeki çayırı yarılıyoruz. Bayır, genişçe bir düze iniyor Düzün sınırını ormana bitişik akan küçük bir dere çiziyor. Derenin suyu temiz görünüyor. Bu arada sis yavaş yavaş bulunduğumuz düzlüğü kapatıyor. Ben, sisin buraya nasıl geldiğini hala anlamış değilim. Adam meraklı gözlerle beni izliyor. Araziyi takip ettiğim kadarı ile bu su bir düdene gidiyor olmalı. Suyu takip etmeye başlıyorum. Yüz metre sonra büyük bir kaya bloku önümü kesiyor. Su kaya blokunu yalayarak, sola kıvrılıp gözden kayboluyor. Tahminim bir eksikle doğru. Su bir düdenle batmıyor, küçük bir kanyona giriyor.

Önümdeki kayanın üzerine çıkınca, küçük kanyonun otuz kırk metre sonra daralarak devam ettiğini ve bir karanlığa daldığını görüyorum. Burasının, aradığım kuyu olmasa da içine akan su miktarına bakarak büyük aktif bir mağara sisteminin başlangıcı olduğunu görebiliyorum. Cebimden telsizi çıkarıp Hasan'a sesleniyorum. 'Hasan malzeme çantasını al gel'... Benimle buraya sürüklenen adamın ise bana 'Burası değil, burası değil' dediğini duyuyorum. Ama ben hedefe öylesine kilitlenmişim ki adamın ne dediğini anlamıyorum bile.

Hasan sesleniyor: Hayatının sürprizine hazır mısın Cemal?


Çok geçmeden malzeme çantası ile Hasan da yanımızda beliriyor. Özel ıslak elbiseler giyiliyor. Karpit lambası yakılıyor. Sisle karanlık birleşmeye başlarken Mehmet Amca: 'Ben köye dönsem' diyor. Ben kanyona dalan su ile akarken bağırıyorum: 'Bekle Mehmet Amca, bu gece misafiriniz.'

Bu duyguya bayılıyorum. Binlerce yıl yumuşak suyun yaladığı karbonatlı kireç taşı karpit lambamın ışığı ile parıldıyordu. Yüzeyi bu ışıkta bir insan teni gibi görünüyor, ben suyla kayıp giderken karanlığı kaskımda yanan karpit ışığı ile yırtıyorum. Bir iki metrelik küçük şelalelerden alttaki göllere kayarken, Hasan'a 'İpi sal' diye bağırıyorum. Çok geçmeden Hasan'ın ışığı kayboluyor. Şimdi onlar da beni göremiyorlar. Ancak su sesine rağmen konuştuklarımızı hala telsiz yardımı olmadan duyabiliyoruz. Mehmet Amca, Hasan'a 'O adam deli mi?' diye soruyor. Hasan da benim pek akıllı olmadığımı anlatıyor. Ben geriye dönüp bağırıyorum, 'Dedikodu yapmayın'... Üçüncü göletten sonra kaya üstümde bir kemerle birleşirken, dökülen suyun sesi, büyük bir şelalenin haberini veriyor. Duvara ilk boltumu (bir tür dübel) çakıyorum ve çantamdan kendi ipimi açmaya başlıyorum. Dik bir mağaraya veya kanyonda bir şelaleye iniyorsak, iplerimiz genellikle su geçirmeyen bir torbaya tıkıştırılarak doldurulur ve yanımızda asılı olur. Uç en üstte olur, ucu alıp duvara çaktığımız bolta takılan özel bir kulakçıktaki karabinaya bağlarız. İpler, karabinalar ve duvardaki bolt uygun zeminlerde ise bir tondan daha fazla yükü taşıyabilirler. Kendi ipime geçince, Hasan'a bağırdım: 'İp boşta'!.. Hasan'ın cevabını beklemeden önümdeki deliğe suyla beraber süzüldüm. Ancak bir terslik olmalı, üstüm kapalı olmasına karşılık, karanlık artacağına çevrem birdenbire aydınlandı.

İçinde durduğum su ayaklarımın arasından altımdaki karanlığa doğru akarken, yan tarafımda sislerin kapladığı bir boşluk vardı. Kendimi yana doğru savurarak küçük bir terasa geçtiğimde, sağ tarafımda ormandan aşağıya inen Hasan'ın ışığını fark ediyorum. Hasan bana 'Hayatının sürprizine hazır mısın?' diyor. Gerçekten aklım karışıyor, önünde sislerin örttüğü bir vadiden gümbürtülerle akan şelalenin sesini duyuyorum.

'Kuyluç kızı' uyarısı, bizim için 'teşvik' oluyor


Biraz sonra Mehmet Amca ile Hasan yanıma geldiler. Mehmet Amca 'Yolu orası değil dedim. Ama sen dinlemedin' diyor. Meğer sis, benim vadi sandığım, köylülerin kuyluç dediği delikten geliyormuş. Hemen yan duvarda sağlam bir zemine iki dübel daha çakıyorum. Bir ipi bağlayıp, yan tarafımızı kapatan beyaz boşluğa sarkıtıyorum ve Hasan'a hadi 'Hasan şu buruna kadar hattı geçir yarın bunun dibini görmeliyiz' diyorum.

Mehmet Amca bağırıyor: 'Dünyada olmaz, ben buradayken o deliğe yaklaşamazsınız. O deliğin dibinde kuyluç kızı var. Yanına yaklaşan erkekleri aşağı çeker.' Bunun üstüne Hasan'la itiş kalkış yaşamaya başlıyoruz. Ben 'Ben ineceğim' Hasan 'Ben ineceğim' diyor. Mehmet Amca onu yıllardır korkutanın bize teşvik olduğunu görünce, okkalı bir küfür edip 'Siz delisiniz be' diyerek iyice uzağımıza kaçıyor.

Ancak hava iyice karardığı ve sis yoğunluğu arttığı için kuyunun dibini görme işini sabaha ertelemek zorunda kalıyoruz. Mehmet Amca ille Dağlı Köyü'ne geçiyoruz. Mehmet Amca, bu yöredeki sayılı şimşir kaşık ustalarından biri. Bizim köye geliş öykümüzü duyan komşular merakla çevremizi sarıyor. Mehmet Amca bize fırsat vermeden ballandıra ballandıra benim kuyuya dalışımı anlatıyor. Ben ise, kuyluç kızı ile tanışmak için heyecanla sabahı bekliyorum...
 

Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

12 Şubat 2003

İnsan yutan deliğe indik

Çİft ip ve yukarıdan emniyetle Hasan'ı sisin içine doğru salmaya başlıyorum. İlk on metrede eğim normal ve yeşillikler görünüyor. Ondan sonrası gri bir boşluk, sanki gökyüzünü ters çevirmişler de biz yerden gökyüzüne doğru ip sarkıtmışız

Derİnlİkle ilgili ortalama bir tahminde bulunabiliyordum. Buradaki kalkerin kalınlığı 600 metre civarında ise kuyunun da derinliği bu kadar olacaktı. Fakat bunca suyun içine aktığı bir mağara hala aktif bir mağara anlamına geliyordu

Güneş, kamp yeri olarak seçtiğimiz çayıra ışıklarını serdiğinde artık kuyunun altını göremesek de başladığımız işi tamamlamalıyız diyerek ip hattımızın başına gittik. Sis bir şişeye üflenmiş sigara dumanı gibi kuyunun içinde hareketsiz duruyordu. Hasan'a yukarıdan 'Emniyetli şekilde seni altını görene kadar indireyim' diyorum. Hasan endişeli endişeli yüzüme bakıyor, mahcup mahcup gülerek 'Yapma ağabey yahu' diyor. Ama başka çare yok. Çift ip ve yukarıdan emniyetle Hasan'ı sisin içine doğru salmaya başlıyorum. İlk on metrede eğim normal ve yeşillikler görünüyor. Ondan sonrası gri bir boşluk, sanki gökyüzünü ters çevirmişler de biz yerden gökyüzüne doğru ip sarkıtmışız.

Hasan, büyük boşluğu görünce bayıldı mı?

Birkaç saniye sonra Hasan gözden kayboluyor. İpi yavaş yavaş salıyorum. Otuz metreyi geçerken ip birden hafifliyor, telaşla ipi geriye çekiyorum. Hasan'ın ağırlığını tekrar hissediyorum ve beklemeye başlıyorum. Herhalde bir çıkıntıya tutundu, pozisyonunu kontrol ediyor diye bir müddet bekliyorum. Böyle zamanlarda saniyelerin ne kadar uzun olduğunu tahmin edemezsiniz. Zaman geçmek bilmiyor, bağırıyorum, sesime karşılık alamıyorum. Kuyunun içindeki sis de sanki bize pozisyonumuzu göstermek için çökmeye başlıyor. Artık karşı duvarı görüyorum. Onbeş yirmi metrelik sarmaşık ipleri kuyunun içine doğru asılıyor. Doğa bana yıllarca bir şeyi iyi öğretti: 'Hiçbir hayal, gerçeğin kendisi kadar şaşırtıcı olamaz.' Tekrar Hasan'a bağırıyorum. Cevap alamıyorum, endişem artıyor.

Bazı insanlar derin boşluklar karşısında baygınlık geçirebilirler. 'Acaba Hasan bayıldı mı?' diye düşünüyorum. İpi sabitleyip, statik ipimizi açıyorum. Tırmanış ipleri genellikle dinamik iplerdir. Yani yukarıya çıkarken düşerseniz, ip on metrede üç metre kadar uzayabilir. Böylece düşmenin şokunu alarak vücudumuzun hasar görmesini engeller. Ancak mağara ipleri statiktir. Yani hiç esnemezler. Böylece yüzlerce metre ip iniş ve çıkış sırasında bir tür sabit naylondan yol olarak hattınızı oluşturur. İpi duvardaki boltlara sabitleyip, torbasını emniyet kemerimden bacaklarımın arasına asıyorum. Torbada 130 metre ip var. Desendorumu (iniş sırasında kontrolu sağlayan alet) ipe takıp iniş mandalına basarak, görünebilen ilk on metrelik yeşilliği geçip, aşağısının engelsiz görülebildiği uçta duruyorum. Sis burada üstten göründüğü kadar yoğun değil. Sağımda elli metre kadar altımda duvardan bir su, beyaz süt gibi fışkırıp aşağıdaki boşluğa doğru dökülüyor ve alttaki gölde toplanıyor. Gölde mola veren sular buradan aşağısı asla görünmeyen karanlığa doğru tekrar yola çıkıyor. Gözümün ilk fark ettiği mesafe, torbamdaki ipten daha uzun görünüyor. Solumda, yosunlardan yeşermiş bir duvar, tam arkamdaki başka karanlık bir boşlukla kesiliyor. Deliğin genişliği yaklaşık atmış metre, görülebilen derinliği ise yüz elli metreden daha fazla olduğunu tahmin ediyorum. Deliğin içini dolduran sisler arkamda kalan ve üstü yüksek bir kubbeyle kapanan daha büyük ikinci karanlık galeriden geliyor. Bacaklarımın yanından aşağıya sarkan ipin biraz altımda küçük bir oyuğa girdiğini fark ediyorum. Bu Hasan'ın ipi. Desendorun iniş mandalına bastım. Küçük oyuğun önüne geldiğimde, Hasan'ın alt delikten çıkmaya hazırlandığını fark ettim. Tam deliğin önünde göz göze geldik. Gördüğümde, çıkış için ipin üstünde yukarı ittiğimizde aşağıya kaymayan 'cumar' dediğimiz aleti ipine takmış, yukarıya dönmeye hazırlanıyordu.

Beni görünce 'Ağabey, ben daha aşağı inmeyeyim' dedi. O yanımdan aşağıya bakmamaya özen göstererek yukarıya çıkarken, ben sol elimle ipi tutan mandalı açtım. Sağ elimle iniş hızımı ayarlatarak deliğin dibine doğru inmeye başladım. İlk atmış metrede ikinci kalker katmanında erime sonucu oluşmuş bir metre genişliğinde bir balkon vardı. Düzlükte rastladığımız küçük dere, benim ilk gün takip ettiğim delikten baktıktan sonra bu katmandan büyük bir gürültü ile boşluğa dökülüyor. Deliğin altına doğru indikçe görüş mesafesi de artıyor. Ancak benim ipimin aşağı sarkan kısmı 100 metre, bu da delikte inebileceğim maksimum derinliği belirliyor. Seksen metreyi geçtiğimde, ayaklarımın uygun bir zemine değebilmesi için en az kırk metreye daha ihtiyacım olduğunu gördüm. Sırtımı duvara dönüp çevremi incelemeye başladım. Burası yeryüzünün kulağından çok gırtlağına benziyordu. Sonunu göremediğim karanlık kuyunun içinden yukarıya yükselen güçlü hava akımı, benim bulunduğum noktadan itibaren sise dönüşerek yeryüzüne çıkıyor. İnsan bu rüzgarın gücüne bakarak altındaki deliğin yeryüzünün derinliklerine inen bir kapı olduğunu düşünebilir. İçimdeki merak kısa kalan ipime lanetler okusa da, yukarıya çıkmak için hazırlık yapmaya başladım.

'Kuyluç kızı kaçırdığı erkeklerle yuva kurmuş'

Kuyunun ağzına yaklaştığımda köyde kuyluç kızından korkmayan ne kadar adam varsa bizi merak ederek ilk istasyonumuzu kurduğumuz alana gelmişti. Onları benim kuyudan yukarıya nasıl ve neyle çıkacağımı bekliyorlarken bulduk. Yanlarına ulaştığımda, meraklı sorular da başladı 'Aşağıda ne var?' , 'Ne kadar derin?' , 'Canlı var mı?' Fırsatını bulunca anlatmaya başlıyorum: 'Sizden kaçırdığı erkeklerle kulyuç kızı aşağıda mutlu bir aile kurmuş. Ayrıca Bizans hazinelerini bu kuyuya saklamış.'

Köylülerin yüzüne boş bir gülümseme oturuyor. Aslında soruların cevabını ben de merak ediyordum. Acaba kuyu kaç metre derine inebiliyordu ve içine giren su yeraltından boşalımını nereye yapıyordu. Kaç kilometre karanlıkta seyahat ediyordu. Derinlikle ilgili ortalama bir tahminde bulunabiliyordum. Buradaki kalkerin kalınlığı altıyüz metre civarında ise kuyunun da derinliği bu kadar olacaktı. Fakat bunca suyun içine girdiği bir mağara hala aktif bir mağara anlamına geliyordu. Üstelik içeriye giren onca suyun da bir yerlerden çıkması gerekiyordu. Deliğin batısında Devrekani, doğusunda Şehriban çayları ile Küre Dağları'ndaki önemli iki kanyon, karst'ı yırtıyordu. Demek ki Karakuz Tepesi'nden (1435 m.) kaynağını alan Gavur Harmanı Deresi bu delikten baktığında suyunu yeraltı tüneli ile bu iki kanyondan birine boşaltıyordu. İki ihtimalde de suyun karanlıktaki yolculuğu düz bir hat çizse dahi iki kilometreden uzun olma ihtimali vardı. Ben de köylülere 'Bu düzlüklere niye Gavur Harmanı diyorsunuz?' diye sordum. Cevap, Mehmet Amca'dan geldi: 'Eskiden burası tarlaymış. Sahibi harmanı kaldırdıktan sonra sapını tarlanın en düz yerinde yığın yapmış, birkaç gün sonra samanları taşımak için tarlaya geldiğinde, saman yığınının yerinde kara çamurlu bir delik duruyormuş. Köylünün samanları bu delikten aşağıya gitmiş. Daha sonraki birkaç gün Devrekani Deresi bu samanları denize taşımış. Bu hikaye doğru ise demek ki su Devrekani Çayı tarafından boşalıyor. Devrekani Çayı'nın içini köylülerden hiç kimse görmemişti. Ancak Nail Amca, 'yerin kulağına kaçan' adamın, çay üstünde bir yerlerde ceviz ağaçlarının olduğu Aksu denen bir düzlükten bahsettiğini, bu düzlükte büyükçe bir derenin doğu tarafından beyaz köpükler saçarak çaya karıştığını anlattığını ki bu da ihtimalleri Devrekani Çayı lehine kuvvetlendirdi.

Ben her iki kanyonu da görmek istiyordum. Ancak bu kuyunun altını da merak ediyordum. Hasan'a karşıdaki sarmaşıkların tutunduğu kayanın üzerinden aşağıya, elimizdeki tüm ipleri kullanarak bir hat açmasını söyledim.

Nefesim, sise dönüşüp görüşümü engelliyor

Kırk metreyi çabucak indim. Yer yer elli derecelik bir eğimle irili ufaklı kayaların üzerinden karanlığın içine inmeye başladım. Ayağımın dibinden yuvarlanan taşların alt zemine kadar çıkardığı sesleri dinleyerek altımdaki derinlik konusunda bir tahminde bulunabiliyorum. Gün ışığının ulaşamadığı bir noktaya geldiğimde, ağzımdan çıkan nefes kesif bir sis tabakasına dönüşüp görüşümü engelliyor. Bu sebeple bazen durup nefes almadan çevreme bakıyorum. Yaklaşık yetmiş metre sonra sağıma doğru başka bir galeri açılıyor. Solumda ise gürültü ile dökülen suların sesini duyabiliyorum. Bu da galerinin bir noktadan sonra dik inen ana galeri ile birleştiğinin işareti. İkinci istasyondan sonra yüz kırk metre daha indiğimde tekrar gün ışığının karanlıkta oluşturduğu o lacivert huzmeleri fark ettim. Sağ duvarımda sağlam bir yüzey seçip üçüncü istasyonumu kurdum. Ancak ipimin boyu yalnızca elli metre. İpimi bağlayıp emniyetle gün ışığının döküldüğü deliğin başına geldiğimde, yukarıdan dökülen şelalenin toz bulutunun içinde kaldım. Delik, dik bir baca gibi en az yüz metre daha aşağıya gidiyordu. Üstten süzülen gün ışığı, şelalenin altında yemyeşil görünen bir gölün üstünden garip yansımalara sebep oluyor. Alaca karanlıkta seçebildiğim kadarı ile burası mağaranın alt tabanı gibi görünüyor. Bu inişte ipim daha aşağıya gitmeme yetmiyor. Ancak ben görmem gerekenlerin bir bölümünü görüdüm. Çıkışta her mağaraya girdiğimde, uyguladığım seremoniyi burada çöküntü alanından kuzeydoğuya açılan bır galeride uygulayacağım. Mağaraların sese ve ışığa en uzak noktalarına girer burada karpit lambamı bir müddet kapatır, içimden gelen sesleri usulca yanımda taşıdığım küçük ses kayıt cihazına aktarırım:

'Uzaklara mı gittin yüreğim, yine yalnız mısın karanlıklarda;

Yıldızsız bir gökyüzü mü üstündeki yoksa taştan bir kubbe.

Tarif et karanlıkları kendine ve teslim ol sessizliğe...'
 

Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

13 Şubat 2003

Gelin Kaybeden Düz

Eski Cide Yolu'ndaki Şehriban Çayı'nın batısındaki yükseklerde bir plato. Yağmur damlaları sel gibi. Öykü dramatik. Yeni evli bir kadın o yağmurların birinde mandasına ot kesmeye gider. Bir daha da izi bulunmaz. Plato yeni bir isme kavuşur: Gelin Kaybeden Düz

Kanyon geçmenin kendi disiplinleri ve malzemeleri vardır. Beden sürekli olarak 14 veya 15 derecedeki suyun içinde kaldığı için aşırı ısı kaybeder. Bu da korunulmadığı taktirde, insanı ölümle buluşturacak hipotermiyi başlatır.

Kanyon malzemelerini hazırlayarak kampa katılması için İstanbul'daki Ömer'i aradım. Ömer bir gün sonra yanımızda olacağını söyledi. Araçtaki malzemeler boşaltıldı. Hasan malzemelerinin bakımını yaparken, ben de artık akraba gibi olduğumuz Mehmet Amca'nın orman kesimi yaptığı Gelin Kaybeden Düz'e gitmeye karar verdim. Gelin Kaybeden Düz, eski Cide yolu üstünde Şehriban Çayı'nın batısında yüksek bir platodur. Sarp duvarlar, sık ormanlar burada birden ferahlar. Altı yeşilliklerle kaplı düz bir arazi çevremizi kuşatıyordu. Mehmet Amca'nın burada naylon bir kulübesi ve ormandan tomruk çektiği iki mandası vardı. Kulübenin yanına kadar ciple gidebildim. Mehmet Amca beni her gördüğünde kopardığı yaygaralardan birini daha kopardı elindeki işleri bir kenara atıp kuzineyi yaktı, çay suyunu koyduduğunda iri yağmur damlaları kulübenin naylon duvarından aşağı sel gibi akmaya başladı. Mehmet Amca'ya göre burada havanın ne zaman açıp ne zaman yağacağına şeytanın bile aklı ermezmiş. Mehmet Amca'ya; 'Bu düze niye Gelin Kaybeden Düz diyorlar' dedim. Yeni evli bir kadın böyle yağmurlu bir günde camışlarına (manda) alaf (yeşil yemlik dal) kesmeye düzden yana giden kadının bir daha geri dönmediğini söyledi. İnsanın göz sınırları içindeki düzde kadını bir daha kimse bulamamış.

Bataklık çukurlar

Biz şehirliyiz ya hemen aklıma gelinin bir sevdiği vardı da ona mı kaçtı? yada kocasını öldürüp gömdü mü? soruları aklıma gelmedi desem yalan olur.

Dışarıdaki yağmura rağmen düzü görme isteğim içimi kemir,meye başladı. Kalktım ilk işaret hemen kulübenin yanında idi. Yağmur suları buradaki küçük bir delikte kayboluyordu. On adım sonra başka bir çöküntü alanı önümü kesti. İşin şakaya gelir yanı yoktu. Bu düzün altı Şehriban Kanyonu'nun duvarlarını oluşturan yüksek kaya bloku idi. Yağmurun yumuşattığı üstteki kalın toprak katman kayanın üstünde kimbilir nasıl delikleri gözümüzden saklıyordu.

Tam bunları düşünürken Mehmet Amca yanıma geldi. On beş yıl kadar önce bir camışının otlarken birdenbire toprağın çökmesi ile deliğe düştüğü yeri bana göstermek istedi. Düzlükte yer yer küçük bataklık çukurları vardı. Mandalar batağı ve suyu seven hayvanlardır. Birbirine yakın bu bataklıkların en sonuncusunun yanında şimdi iki metre çapında yuvarlak bir karanlık duruyordu Mehmet Amca'nın mandası işte bu deliğin dibinde imiş.

Dağdaki kampa dönerken yağmur tüm şiddeti ile devam ediyordu. Bu yörenin toprağı ıslak sabun gibidir. Yapışkan ve kaygan dörtçekere rağmen büyük sıkıntılarla bir saatte geldiğimiz yolu üç saatte ancak geri dönebildik. Evde Ömer'ı beklerken Türk Coğrafya Kurumu'ndan Prof. Cemal Arıf Alagöz'ün 1944'te kaleme aldığı Türkiye Karst Olayları kitabına bakıyorum. Tamamen yüzey gözlemlerini aktaran bu kitap aslında ülkemizin doğal zenginliklerini ne kadar geç fark etmeye başladığımızın acı bir belgesi gibi.

Gerçek karanlığın tarifi

Bazi şeylerin tarifi yok galiba, yerin yüz-ikiyüz hatta daha derin bir noktasında karanlığın içinde kayıptır insan.

Bana göre mağarada karanlığı yaşamamış hiç kimseye gerçek karanlık tarıf edilemez. Karpit lambası söndürdüğü anda insanın kendi varlığından şüphe edeceği kadar gerçek dışıdır mağaraların karanlığı.

Bir balçık gibi öylesine kuşatır ki insanı, tüm uzuvlarınız kilometrelerce ötelerdeymiş gibi hissedersiniz.

Gece karanlığını karanlık sanmak bence saflık olur bu karanlığın yanında, gözleri sıkı sıkı kapamak da yetmez bu karanlığı anlamaya. Böyle bir karanlıkta karpit lambasının sarı alevidir insanı gerçek kılan, ışığın dışında hiçbirşey gerçek dışı yokluğunu unutturamaz insana, bedenin gözleri açıktır ama göremez nerede durduğunu ya da nereye yakın olduğunu algılayamaz. Böyle karanlıklara girdiğim zamanlar seyahatım kendi içime döner, bi kaç kişiysek mutlak karanlığın içinde ışık kaynağımız olan karpit lambalarını kapatır bir tür oyun oynarız, bu çocukken oynadığımız tıp oyununa çok benzer, karanlıktan sıkılarak ışığını ilk yakan oyunun mağlubu olur, insanın sadece mekanla değil zamanla da bağı kopar, kimi zaman saniyeleri saat algılar beyin, kimi zaman da saatler saniye gibi geçiverir. Bazı zamanlar tavan sizden metrelerce yukarda olduğu halde kafanızı çarpacaksınız gibi hisseder ayağa doğrulamazsiniz, bazende yanınızdaki duvarı boşluk gibi algılar arkaya yaslanamazsınız.

Kum saati yaşamlar

Hayat masanın üstünde çevirilmiş kum saati gibi hızla akıp gidiyor, bana herşey daha dün gibi geliyor ama bu mağarada her yıl en az bir ay olmak üzere aralıklarla dokuz yıldır çalışmalarımız devam ediyor. En üst noktasından en alt noktasına 430 metre olan dik aktif ana galeriden başka onlarca fosil galeri bulunan mağaraya şu ana kadar bir kilo-metreden daha fazla ip kullandık deliğin hala ulaşamadığımız bölümleri var.

Mağaranın altında biriken sular geçirmez tabaka ile karbo-natlı kireçtaşı blokunun altından kendine bir yol bularak karanlıktaki seyahatini sürdürü-yor. Suyun yukarıdan taşıdığı mil buradan girişi imkansız kılsa da ben bu suyun ilerideki bölümlerinde yeni galeriler oluşturduğunu tahmin ediyorum.

Batı Karadeniz karstındaki fasılaslı çalışmalarımız her vesile ile devam etti. Beş yıl önce bağımlı çalışmaktan sıkılıp altı arkadaşımla bir ekip oluşturduk; oluşturduğumuz ekiple Anadolu'nun görsel coğrafya envanterini hazırlıyoruz, çektiğimiz filmlerin bir bölümü televizyonlarda gösteriliyor. Ekip üyeleri ve çalıştığımız sahalar çoğalsa da Küre Dağları'ndaki kampımız tüm ekibin zaman zaman bir araya geldiği merkezle-rimizden biri.

Bir Ağustos akşamı Doğu'dan dönüyorum, Hasan Subaşı aradı, İstanbul'dan bir grupla Dağlı'daki kampta olduğunu söyledi. Hasan kampta olunca be-nimde işlerim kolaylaşır ben de İstanbula dönmek yerine rota değiştirip Dağlı'ya uğradım. Burada çalışırken kullanacağım malzemeler yanımda değildi. Üstelik Hasan'ı da burada bulmuşken Varla kanyonundaki çalışmalarımıza devan edebilirdik.

* * *


Cılız bir dere şelaleye döndü

Yağmur durmak bilmedi. Sabaha doğru Ömer, Şenpazar'dan aradı. Hasan, Ömer'i almaya gitti. Ömer'le birlikte iki sürpriz daha vardı. Kızım Sevcan ve Ekibimizin kızı Zeyno (Zeynep Atabay). Bir gün daha yağmur dinmedi. İki günden fazla süren yağmur Küre Dağlarını yaran iki çayı da çamurdan şerit haline getirdiği için suların durulması için zamana ihtiyacımız vardı. Zeyno ile Kızım Sevcan'ı bu bir iki günde yaptıklarımıza ortak edebilmek için Gömeren'den Koca Çayın kenarındaki Aksu düzlüğüne ulaşan bir geçidi kullanarak buraya adını veren Aksu'yu yakından görmeye karar verdik.

Gömeren'den bakıldığında Batı Karadeniz Karstı'nın tüm katmanlarını gördüğümüz Kayaboğazı ve Hacet Kayası çayın iki yakasındaki duvarların sonu. Biz bu duvarların orta yerinde Pekkayası denilen bir yarıktan Kocaçay'ın yanındaki Aksu'ya ineceğiz. Ancak yolculuğumuz boyunca bir damla su bile bulma ihtimalimiz yoktu. Bu nedenle yükümüzün büyük bölümünü su oluşturuyordu. 1993 yılında Varla Kanyonu'nu arkadaşım Atilla Baltacı ile ilk kez geçtiğimizde vadinin bu yüzündeki susuzluğu çok acı tecrübelerle öğrenmiştim. Kaya boğazının üstü geniş ormanların olduğu Sorgun Yaylası idi. Bu platoda toplanan dereler köylülerin su batan dedikleri deliklerde kaybolduktan sonra önümüzdeki duvarın birçok yerinden Kocaçaya akıyor. Bunlardan en büyüğü ise çay dar boğazdan çıktıktan ikiyüz metre sonra yaklaşık yetmiş metreden aşağıdaki göle dökülüyordu. İki gündür devam eden yağmur normalde cılız bir su olan şelaleyi devleştirmişti.

Kireçtaşları bıçak gibi

Beş kişinin ormana kattığı ekstra sesleri hesaba katmazsak, ormanın rütin sesleri arasında ıslak dallardan üzerimize dökülen sularla ıslanarak yol alıyorduk. Dik topraksız yamaçlarda kayalara tutunmuş ağaç kökleri çıkamadığımız yerlerde bize ellerini uzatıyorlardı. Kireçtaşının açıkta kalan yüzeyinde erimeden dolayı bıçak gibi formasyonlar oluşmuş, bu formasyonlar ayakkabılarımızı bazen giysilerimizi hatta etimizi kesebiliyorlar. Yol aldığımız alan eğer orman olmasa ancak teknik malzeme kullanılarak gidilecek cinsindendi. Dört saat süren zorlu bir yürüyüş sonunda Aksu'dayız. Kanyonu ilk geçtiğimde hava kararırken buraya geldiğimden birçok ayrıntıyı hatırlamıyorum. Burası adı gibi düz değil, üzeri yosun tutmuş balkabağı ya da biraz daha büyük boydaki kayalardan oluşmuştu. Bir çarşak yığıntının sonunda yüksekçe bir duvarın dibinden çıkan su, sanki bütün bu yığıntı kayaların altından çıkıyormuş gibi görünüyordu. Beyaz köpükler saçan suyun durgun bölümlerinin bulanık olduğunu görüyorum. Suyun bulanık olması yüzey sularından etkilendiğini ve Kast'ın altına inmeden önce yüzeyde de akmış olabilme ihtimalini gösterir. Çay duvarındaki alçak sekileri (teras) kaplamış çay ana yatağından beş altı metre yukarıdan akıyor demektir. Kanyonda bazı yerlerde iki duvar bir metre kadar birbirine yaklaşır, o koca ırmağın bu arada oluşturduğu havuzların derinliğini artık siz hayal edin. Geceyi düz bir saha bulamadığımız için kuçük çıkıntılarda bivaklarımızın içinde geçirdik.
 

Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

14 Şubat 2003

'Örümcek Rotası'ndan kuyunun derinliklerine

Kuyunun anlatılanlardan da ürkütücü olduğunu, derine doğru gittikçe görüyoruz. 'Örümcek rotası'ndan yan yana iniyoruz. Çöküntü alanına dökülen şelaleler göle dönüşüyor ve dev kayaların arasından akıp gidiyor.

Köknar Pınarı'na çıkıp Dağlı yakınlarındaki Kuylucun yanındaki kampa döneceğiz. Çünkü Zeynep de Sevcan da benim yıllardır ballandıra ballandıra anlattığım Yerin Kulağı'nı merak ediyorlar.

Hava kararmadan kamp yerinde idik. Hasan'la Ömer bir güzellik daha yapmış Kuylucun 'Örümcek rRotası'na iki tane hat açmışlardı. Hep beraber hattın başına gittik Zeynep'e kuyunun altını gösterecektim. İlk yüzyirmi metrede Zeynep bir hayli sıkıntı çekti o güne kadar alışık olmadığı görüntüler karşısında hem şaşkın hem de korkuyordu, Zeynep'e bu kuyunun başına gelip inmeden kimlerin döndüğünü bilsen inanmazdın dediğimde 'Demek ki onlar bizim kadar aptal değillermiş' dedi.

Anlatılandan ürkütücü

Onu teselli etmek için yan yana inişimizi sürdürdük, aşağıdaki büyük çöküntü alanından kuyunun dibine kadar zaten kaldırmadığımız hattımız var burada oyalanmadan en alta indiğimizde Zeynep kuyuyu benim anlattıklarımdan daha ürkütücü buldu.

Yukardan dökülen şelaleler alt tabana su buharı gibi ulaşıyor deliğin en altındaki dev kayalara sıvanarak tekrar suya dönüşüp göl oluyordu sonra buradan süzülerek kuzeybatı yönünde akıyor ve dev kaya bloklarının arasında kaybolup gidiyordu.

Çıkış iki saate yakın sürdü. Yüzeye çıktığımızda karanlık çökmüş günler sonra yıldızlar gökyüzündeki yerlerini almaya başlamıştı. Kampa döndüğümüzde ateşimiz yanmış, çadırlarımız kurulmuş, mat dediğimiz izolasyonu yüksek örtülerimiz ateşin kenarına yayılmış, üstüne üstlük nefis bir akşam yemeği için her şey organize edilmişti.

Hasan'ı yirmi yıldır tanırım kendisini izciliğe adamış biridir onun ve ekibin ressamı Yalçın Didman'ın olduğu kamplarda akşam yemekleri tam bir şölen havasında geçer, yemekten sonra ateşin kenarına yayılmış alevleri seyrediyoruz. Zeynep epeydir konuşmadan defterine bir şeyler yazıyor. Yazdıklarının özel olup olmadığını soruyorum; güne ait hissettiklerim diyor. Okuyabilir miyim dediğimde defteri uzatıyor, gülüyor. İstersen yayınla ama pek önemli şeyler değil diyor. Kararı ben veremedim.

Zeynep'in günlüğü


Sadece o satırları konuk olarak aldım karar sizlerin:

'Anadolu tarih boyunca insanın üzerinden eksik olmadığı bir coğrafya olmasına karşılık, doğal yapısını korumayı başarabilmiş. Geçmişin izleri Anadolu topraklarında katmanlar oluştururken, bazı alanlarda orman bu katmanları insan gözünden gizlemeyi başarmıştır. Alacakaranlığın kuşattığı bir ormanda soluk alıp veren yer yüzünüm gırtlağının içinde asılı kaldığım ipte yaşamakta olduğum zaman kırılmalarını burada yazmaya kalksam her halde kitap olur.

İnsan gibi kendini beğenmiş bir canlıyı şaşırtabilen tek şey yine kendi merakı oluyor. İki gün önce İstanbul'dan geldim. Gelir gelmez Cemo'larla ormana daldık. Şimdi bir kamp yerinde ateş başında dingin saatler geçiriyoruz. Kamp yerine geldiğimizde koltuk altım tatlı tatlı kaşınmaya başladı. Elimi götürdüğümde bir kenenin derimi delip karnını doyurduğunu fark ettim. Bir kenenin hayattaki tek amacı algılamalarını harekete geçirecek sıcaklığın hemen yakınında bekliyor olmasıdır. Sabırla beklediği yerden, bu ısıyı yayan canlının üstüne kendisini bırakır.

Dişi kene yumurtalarını bırakmadan önce kan emmek zorundadır. Neslini sürdürecek yumurtalarını besleyecek bu kanı bulacağı sıcaklığı bekleyerek tüm hayatını geçirir. Uygun uyarılma gerçekleştiğinde, hayatının ilk ve son yemeği için harekete geçer. Mekan ve zaman kavramı bir kene için hiçbir anlam taşımaz. Bu yemek için bazen 15-20 sene beklediği varsayılır. Memelilere has bu tirik asit kokusunu aldığında bu uzun bekleyişine son verir ve sonun başlangıçı başlar. Saplandığı yerde şişene kadar sıvı emdikten sonra, memelinin üstünden kendisini bırakır, yumurtlar ve ölür.

Onun yavruları da aynı süreci izler ama insan... İnsan, amacı ve hedefi sürekli değişen bir canlı ve bu sayede birey olarak gelemese de insanlık zinciri içinde soyunu bugünkü boyuta taşımıştır. İnsanlık zinciri içinde milyarlarca halka olmasına karşılık, insanın bugünkü boyutta sahip olduklarını binlerce insan üretmiştir. Kültürde sanatta ve bilimde insanı günümüze taşıyan isimleri bir bir liste yapabiliriz.

Bunları düşününce koltuk altımdaki keneyi koparıp atmaktan vazgeçtim. Tatlı tatlı zamanlı zamansız kaşınmanın dışında bana bir zararı yok. Kim bilir belki de soyundaki evrimi başlatacak kene benim koltuk altıma yapışan kenedir.'

Zeynep iş hayatı oldukça yoğun olan bir işkadını. İlgisi sabrı ve merakı ile altı yıldır beni çok şaşırtıyor. Yazıyı okuyunca keneyi görmek istedim. Gerçekten koparmamış koltuk altında duruyordu. Yazdıklarını ateşin başındaki herkese birkez de sesli okumak istedim sustuğumda ateşteki tıslamaların bile sustuğunu düşündüm. Yarın tüm ekibi Şehriban Kanyonu'na sokmaya karar verdim. Bu kararımda pişman olmamayı dileyerek ekibe açıkladım. 'Erken uyuyun cemaat, yarın tüm ekip Şehriban Kanyonu'ndayız.'
 



Ynt: Dağlı Kuylucu Mağarası

"Yerin Kulağının" devamı niteliğinde olduğundan yazı dizisinin devamı:

15 Şubat 2003

'Ölümle dans' kanyonu

Şehriban Kanyonu'nda suyun iki yakasını oluşturan yamaçlar, dansa kalkmış, kafaları ve ayakları birbirine yakın, hatta bazı alanlarda göğüsleri de birbirine değen insanlar gibidir. Koridor, beş kilometre boyunca yüksekliği bin metre civarındaki duvarların arasından akar

'Gelin Kaybeden Düz'ün alt zeminini oluşturan Mundarlar Kayası kısığının önünde bir çöküntü alanı vardır. Su burada insan gücünün karşı koyamayacağı bir anaforla on metre kadar batarak derenin önünü tıkayan kaya bloğunun altından geçer. İşte, o noktayı aşarken yaşadıklarımız

Şehriban Çayı, Küre Dağları'nın ortasında ikinci büyük yırtığı açan akarsulardan biridir. Kuş uçuşu yetmiş kilometrelik bir çığırı olan çayın, Karadeniz'in bol yağmurlu iklimi sayesinde yaz aylarında bile debisi oldukça yüksektir. Çay, doğuda Dikmen Tepesi'nden (1471 m.) kaynağını aldıktan sonra uzun bir süre batıya akar. Onu, paralel akan Devrekani Çayı'ndan, aralarındaki Menteşe Tepesi (1345 mt) ve Zımlı Tepesi ayırır. Ancak çay, Şenpazarı geçtikten on kilometre sonra kuzeye keskin bir dönüş yapar ve bu noktada Devrekanı Çayı'na (Kocaçay) sekiz kilometre kadar yaklaşır. Eğer bir ders kitabı yazsaydım, her halde Şehriban Çayı'nı böyle tarif ederdim. Ders kitabı yazmasam da çayın coğrafi konumu yukarıdaki gibidir.

Sanırım, konuya buradan girenler için bir hatırlatma yapmakta yarar var. Sözü geçen iki dere de Batı Karadeniz karstı'nın oluşturduğu Küre Dağları'nda milyonlarca yılda faylanmalar sonucu oluşan kırıkları oyarak büyük koridorlara dönüştüren iki önemli sudur. Köylüler karst üstündeki dikine deliklere nasıl ki 'yerin kulağı' diyorsa, biz de bu oluşumlara dağdaki koridorlar diyoruz. Peki niye koridor; çünkü normal akarsu havzalarında vadiler 'V' biçimindeyken buradaki vadi oluşumu 'U' biçimindedir. Suyun iki yakası birbirini dansa kaldırmış insanlar gibi birbirine karşı hafif yan dönseler de kafaları da ayakları kadar birbirine yakındır. Hatta bazı alanlarda göğüsleri de birbirine değiyor olabilir.

İşte kanyon, bu iki yamacın birbiri ile dans ettiği yer de ayaklar arasındaki boşluğun adıdır. Şehriban Kanyonu, Dağlı Köyü'nün Kısık Mahallesi'nin hemen dibinden koridora girer. Sağ tarafı Küplüşen Doruğu (1.048 m.), sol tarafı Saboğlu Kayası'dır (1024 m.). Koridor yaklaşık beş kilometre boyunca yüksekliği bin metre civarındaki duvarların arasından akar.

İnsanı ürperten anafor

Daha önceki geçişlerimden bu koridoru oldukça iyi tanıyorum. Tek bir noktada sorun yaşama ihtimalimiz var: 'Gelin Kaybeden Düz'ün alt zeminini oluşturan Mundarlar Kayası kısığında. Bu kısığın önünde bir çöküntü alanı var, büyük taşkınlar olduğunda sellerle gelen çer-çöp, burada suyun önünü kapatan dev kaya blokunun altındaki su geçidinin önünü tıkayarak doğal bir baraj oluşturuyor. Su burada insan gücünün karşı koyamayacağı bir anaforla on metre kadar batarak derenin önünü tıkayan kaya blokunun altından geçiyor. Bunun dışında kanyonda herhangi bir teknik iniş gerektiren yer yok. Kanyonun girişi ile çıkışı arasındaki yükseklik farkı yedi metre kadar. Bunun anlamı, kanyon içinde su genellikle düz akıyor. Yine de heyecanlıyım. Çünkü yanımdakilerden kızım Sevcan'ın ilk kanyon geçme deneyimi olacak. Hasan kanyona girmeyecek. Araçla bizi Saboğlu Mahallesi'nin altında kanyonun girişine bıraktıktan sonra Yazıköy'deki çıkışa gidip orada bekleyecek. Oyalanmaları ve film çekmek için beklemeleri de hesaba katarsak dört saat sonra Yazıköy'de olacağımızı düşünüyorum.

Karşı konulmaz çekicilik

Güneşin suda hüzmelendiği güzel bir günde suyun başındayız. Çayın bulanıklığının geçip berraklaşmış olması, suya girme isteğimizi kamçılıyor. Üzerimizde bizi suyun soğuğundan koruyacak Neopran elbiseler, kameralarımızı içine koyduğumuz özel su geçirmez torbalar ve çok az teknik malzeme ile yolculuğumuz başladı. Sevcan benim yedeğimde, Zeynep'le Ömer beraber yüzüyoruz. Küçük akıntıların arasında kısa süreli heyecanlarla Mundarlar Kısığı'na geldik. Görüntü gerçekten kışkırtıcı. Dar, sararmış duvarların her yerinden aradaki yeşil gölün üzerine sular dökülüyor. Görüntü ekipte ürküntü yerine heyecan ve hayret yaratıyor. Önden Ömer'le Zeynep, ardından Sevcan'la ben, önümüzde beyaz köpükler saçan kısığın girişindeki hareketli suyu geride bıraktık. Bu kısığın sonunun çöküntü alanı olduğunu biliyorum. Biraz sonra dev kaya bloku önümüzü kesti. Ekiptekiler bana bakıyor. Ben biraz heyecan yaratmak için 'Su buradan batıyor. Biz duvardan ormana çıkacağız' diyorum. Ekiptekiler bir üzerimize doğru eğilmiş metrelerce yükseklikteki duvara bir de bana bakıyorlar. Ömer'e, elimle kayanın altına dalması için yalnız onun anlayacağı bir işaret gönderdim. Ömer ilerledi. Kaya blokuna elini dayadı ve suya dalıp gözden kayboldu. Arkasından Zeynep aynı hareketi yaptı. Şimdi su geçirmez çantaları bu kayanın altından geçirmek var. Ben kısa bir ipi çantalara bağladım. Sevcan'a 'Hadi kızım dal, iki metre ötede gölün öbür yarısı var' dedim. Sevcan da dalıp gözden kayboldu. Bu kayayı ilk kez geçişimi hatırladım. Arkasını göremediğimiz için ne çok tedbir almıştık. Burada bir saatten fazla oyalanmıştık. Ben de diğer tarafa geçtikten sonra ipin ucuna bağlı çantaları hep beraber yanımıza çektik. Planladığımız süre içinde Kumköy'de idik. Köye geldiğimizde bahçelerde çalışan köylüler bizi önce baraj etüdü yapan mühendisler sandılar. Ancak, Sevcan herkesin hayalini yıkıyordu. Köydekilerden hiç biri onun bu kanyondan geçmiş olabileceğine inanmak istemiyorlardı. Oysa doğa ile baş başa geçen yıllar bana bir şeyi iyi öğretmişti: Korku, hayallerimizle aramızdaki en büyük engel olabilir. Bilgi, sabır, malzeme ve merakla korkuyu ve korkabileceğimiz sonuçları hayatımızdan uzak tutabiliriz.

16 Şubat 2003

Altın bulma hayaliyle TARİH TALANI

Cİdelİ köylü, tarlasının yanındaki mağaraya ne zaman girse, esrarengiz bir rüzgarın meşalesini söndürdüğünü söylüyordu. Bizden yardım istedi. Mağaraya girdik. Etrafta hazinecilerin açtığı onlarca kuyu bulunuyordu

KIrIk çanak çömleğin yanında 'Obsidien' kesici bir alet duruyordu. Bu, özenle yapılmış bir ok ucuydu. Gördüklerime inanamıyordum. Burayı ne üniversiteler ne de ilgili herhangi bir kimse bulabilmişti

Yıllarca kanyonun dibinde yaşadığı halde buranın nasıl bir yer olduğunu merak etmemek ancak gereksiz yere ördüğümüz korku duvarı ile açıklanabilir. Hasan, malzemeyi arabaya aldı. Yola çıkarken yanımıza gelen Mustafa ismindeki biri, bizimle Cide'ye kadar gelmek istediğini söyledi. Ön koltukta adamla sıkışarak oturduk. Eski Cide yolu üstündeki Cami Mahallesi'nde oturuyormuş. Tarlasının yanında bir duvarın ortasında bir mağara varmış. Gençliğinde birkaç kez oraya girmek istemiş. Ama içeriden o kadar kuvvetli rüzgar esiyormuş ki, her seferinde çırası sönüyormuş. Eğer istersek, bu deliği bize gösterebileceğini söyledi. Bizim için iyi bulgu olabilirdi.

Adamla sohbeti koyulaştırınca ağzındaki baklayı çıkardı, bana, 'Bugüne kadar hiç buldunuz mu?' dedi. Ona göre biz hazine arıyorduk. Bu yakıştırmaya o kadar alışıktım ki sadece güldüm ve 'Tabii bulduk, bulamasak niye bunca adam gezelim ki!' dedim. Adam gevrek gevrek güldü: 'Anlamıştım zaten, benim göstereceğim yerde de bir şeyler var, aletiniz var mı?' Tabii var, 'Onca çantayı boş mu taşıyoruz' dedim.

Dünyada benzeri olmayan Ilgar İni

Çevredeki birçok mağaranın girişlerinin bu tür düşünceler nedenle tahrip edildiğini çok görmüştüm. Hele Sorgun Yaylası'nın içinde Geç Roma Dönemi'nden kalma inziva evleri ve mezarları barındıran gerçek tarihi bir hazine olan Ilgar İni, yıllardır bu tahripten nasibini alan yerlerden biriydi. Mağaranın girişinde küçük bir köy kalıntısı içinde inziva evleri, şapel ve birçok mezar vardı. Ancak yıllar içinde yarısından çoğunun duvarları yıkılmış. Mükemmel tandır ve sarnıç kuyuları dağıtılmış, onlarca mezar açılarak kemikler etrafa saçılmıştı. Mağaranın girişinden mezarların bulunduğu alt salona inen insan yapımı büyük duvarlı yolun bile bazı yerleri tahrip edilmişti. Bana göre Ilgar İni, doğal ve tarihi dokusu ile dünyada bir örneğinin daha olmadığı mağaralardan biridir.

Adamın anlattığına göre, bize göstereceği mağarada da insan yapımı duvarlar ve duvarlara kömürle çizilmiş resimler varmış. İçimdeki merak daha da büyüdü.

Belki de İlk Çağ insanlarının içinde yaşadığı duvarına av sahneleri çizilmiş bir mağaradan söz ediliyordu.

Böyle zamanlarda insan, genellikle en mükemmeli hayal eder. Ne yazık ki, yeni bir keşif, yeni bir hikaye bulma heyecanını anlatacak bir alfabe bilmiyorum.

'Şimdi bakacağımız mağara yola çok uzakta mı?' diye sordum. Yakınmış. Yarım saatlik yürüme mesafesi. 'Tamam, mağaraya gidiyoruz' dedim.

Hava kararırken, mağaranın dibindeydik. Adamın gösterdiği duvarın dibindeki delik, kırk elli metre içeriye girdikten sonra yukarıya doğru çıkarak, başka bir salona açılıyordu. Burası oldukça geniş bir alandı. Adamın meşalesini söndüren rüzgar, aşağıdan bakıldığında görünmeyen bu salonun tepesinden dışarıya açılan başka bir girişten geliyordu. Etrafta hazinecilerin açtığı onlarca kuyu vardı. Çevreyi incelemeye başladık. Kazılmış toprak yığınlarının birinin içinde bir parça dikkatimi çekti. Kırık çanak çömleğin yanında Obsidien kesici bir alet duruyordu. Kaldırıp baktım. Bu özenle yapılmış bir ok ucuydu. Aldığım parçayı yerine bıraktım. Gördüklerime inanamıyordum. Burayı ne üniversiteler ne de ilgili herhangi bir kimse bulabilmişti. Ama yıllardır hazine avcıları köstebekler gibi her yanı oymuşlardı. Oyalanmadan geri çıktığımda köylü merakla ne söyleyeceğimi bekliyordu. Ona 'Hazineyi senin olmadığın bir seferde gelip alacağız, şimdi sana pay vermemek için gidiyoruz' dedim. Gülüştük, adam bizi misafir edebileceğini söyledi, kabul ettik.

O gece adam, hayatının hatasını yaptığını anladı. Asıl hazinenin, insanların değerli buldukları altının değil, yıktıkları geçmişin izleri olduğunu, doğal sahaları ya da eski yapıları kazmamaları gerektiğini usanıncaya kadar anlattım.

Ertesi sabah Ilgar İni mağarasını da sevdiklerime göstermeliyim diye düşünüyordum. Yolda Zeynep soruyor: 'Cemo niye Türkiye'nin görsel coğrafya envanterini hazırlamayı bu kadar kafana taktın?' Tarif edebilirim ama sebebini biliyorum. Rahmetli dedem derdi ki; 'Topraktan çıkarmadığın elmas sadece topraktır.'

Zamana tanıklığımızı karelere hapsediyoruz

Dört mevsimi birbiri ile barışık bu ülkedeki doğal ve tarihi zenginlikler, dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Sadece bitki örtüsü bile Avrupa kıtasından daha zengin olan Anadolu topraklarının tarihi ve kültürel zenginliğine biz sahip çıkmazsak, kim sahip çıkacaktı!

Batı Karadeniz karstı'ndaki çalışmalarımız hala devam ediyor. 'Yerin kulakları'nı bitirdikten sonra 'dağdaki koridorlar'ın hikayelerini film karelerine hapsetmeyi düşünüyoruz. Belki bir gün buradaki hayatların günümüzdeki durumunu merak eden birileri çıkar. İşte, onlar için biz zamana tanıklık yapıyoruz ve tanık olduklarımızı film ve fotoğraf karelerinde hapsederek geleceğe saklıyoruz. Biz zamanın tanıklarıyız.
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,981
Mesajlar
1,526,747
Kayıtlı Üye Sayımız
166,731
Kaydolan Son Üyemiz
cnrdmr

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst