Ynt: Tek Başıma Arabayla 76 Günde 3 Kıta 14 Ülke Overland 24500 Km
Beyrut ben geldim.
Lübnan, Ortadoğu’nun en karışık, en küçük, en zengin görünen, en lüks tarza sahip, en keyfine düşkün, şavaşın ve huzursuzluğun her türlüsünü görmüş, defalarca el değiştirmiş, hiçbir açıdan net tanımlanamayan, tarif edilemeyen ülkesi...
Bugün Beyrut’a gittiğinizde modern batılı bir şehir ve giyim kuşam, Avrupa kentlerindekinden pek ayırt edilemeyecek yaşam biçimi gözlemlersiniz, bu manzara mutlu Hristiyan azınlığa aittir ve biraz yanıltıcıdır. Lübnan’da, tarih boyunca yaşadığı tüm kavga gürültüye rağmen refahını yitirmemiş zengin kitle var, bu insanlar toplam nüfusun küçük kısmını teşkil eden ve sadece Beyrut’un merkezinde ikamet eden bir gruptur. İsrail’den Ürdün’den sürülen Filistin kökenli göçmenlerin yaşadığı Sabra ve Şatila gibi sabit kampların da bulunduğu güney bölgesi veya sahil şeridine paralel, ülke boyunca yükselen dağların ardındaki Bekaa vadisinde makyajla örtülmemiş gerçekler ziyaretçilerini beklemektedir. Altmışlı yılların başında Doğu’nun Paris’i unvanını alan Beyrut’un yaşanan bunca badireye rağmen bugün bile istiflerini bozmadan güzel hayatlarını sürdüren insanları; dağların ardında, Suriye’nin askerlerini tamamen çekmesiyle kendi krallığını kurmuş Bekaa’nın Hizbullah’ını veya İsrail ile yaşanan en ufak sürtüşmede kafalarına bomba yağan güney sınırındaki kamp ve köyleri ne kadar umursamaktadırlar ve kendilerine ait hissetmektedirler, cevabını ısrarla arasam da bulduğumu söyleyemem. Zaten Lübnan’ın genelinde kafada biriken soru işaretleri, bir süre sonra cevap arama konusunda yorgun düşüp pes ettirecek kadar fazlalaşıyor, had safhada lezzetli yemeklerden yedikten sonra beyine kan gitmeye başladığında bile işin içinden çıkılamıyor. Tamam 1. Dünya Savaşı’nda İngilizler Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandırmak üzere; Fransızlar da, manda yönetimi kurmak üzere buralarda varlık gösterdiler, şimdi bu yüzden mi yer ve yön tabelalarına Arapça’nın yanında Fransızcaları yazılı? Sordum oradakilere cevap yok. Hadi tabelalar Fransızca, peki köy bakkalından benzin istasyonuna, sokaktaki seyyar börekçiye kadar dolarla alışveriş neden bu kadar yaygın? Zaten Lübnan parası dolara sabitlenmiş, ülkenin milli parası, sadece egemen ve bağımsız devlet olmanın mecburiyeti gereği tedavülde tutuluyor sanki.
Bazen insan gittiği ülkede, iletişim kurmakta zorlanmayı içten içe isteyebiliyor, “Ben yabancı diyarlardayım.” duygusunu güçlendirmek için. Burada karşılaşılan hemen her insan en kötü ihtimalle orta düzeyde İngilizce biliyor. Beyrut’da hayat pahalı, benzin neredeyse Türkiye’deki fiyata.
Beyrut karizmasını bir çırpıda ele veren Batı ülkelerinin barok şehirleri gibi değil, emek harcamak, keşfetmek, hayalgücünü zorlamak gerekebiliyor. Diğer deyişle, kentin hayat hikayesi yüzünden pek de kolay okunamıyor, “poker face” denir ya İngilizce’de işte aynen öyle. Belki Ece Temelkuran’nın yaptığı gibi gidilip aylarca kalınsa, “Muz Sesleri” tarzı afilli, bol aforizmalı romanlar, beylik hikayeler yazılabilir hakkında.
Yolumu kaybettim Arman!
Beyrut’da tanıdığım en renkli sima Arman’dı şüphesiz. Gece şehirden çıkıp kuzeye, Trablus’a doğru yönlenmek niyetideydim, Tabela yetersizliği, karışık yol şebekesi ve yorgunluğun etkisiyle, bir türlü doğru güzergaha giremiyor, dönüp dolaşıp aynı noktaya varıyordum, sonunda mola verip, karnımı doyurup dinlenmem gerektiğine karar verdim ve cadde üzerindeki bir bakkalın önünde durdum. Ortadoğu’da genelde lavaş tarzı yassı ekmekler yeniyor ve en lezzetlileri tartışmasız Lübnan’dakiler, işte o ekmeklerden, peynir ve meşrubat alacaktım. Raflara bakarken sanırım Türkçe söylenmişim, dükkan sahibi “Merhaba, nasılsın?” dedi. Şaşırmamak mümkün değil, “Türkiye’den gelip burada dükkan mı açmış, acaba?” diye düşünürken adının Arman olduğunu ve dedesinin 1915 Ermeni sürgününde buraya göçtüğünü öğrendim, Türkiye’ye gelmişliği yok, bizim TV kanallarını da seyretmemiş, ailesinden öğrendiği, geçmişinden gelen, hafızasından silinmemiş kelimelerdi diline gelen ve gayet rahat anlaştık, beni kucakladı, sohbet ettik. Beyrut’dan çıkmayı başaramadığımı söyleyince, hemen küçük bir kağıda kroki çizdi. Vedalaşıp yola çıktıktan beş dakika sonra, o çizim sayesinde Trablus’a giden yolu bulmuştum. Trablus Beyrut arası yolda gece yarısı deniz kenarında durup, aldığım ekmekle peyniri dürüm yapmış benzin ocağında demlediğim çay eşliğinde yerken, şu seyahat denen şeyin bana, buraya az miktarını aktarabildiğim, ne kadar çok ve tarifsiz mutluluk anları yaşattığını düşünmekteydim,özellikle de dostane insanlarla diyalog kurduğumda. Arabanın radyosunu açtığımda Fairouz çalıyordu ve manik-depresif Lübnan geldiğimi yeni fark etmiş, fırsat bulup nihayet beni bağrına basıyordu.
Kuzey’in dağları ve Bekaa Vadisi.
Lübnan küçük ülke, ancak Beyrut’dan daha güzel yerler var görülecek. Ben İsrail sınırına , güney kesimlere de gitmek istiyordum, ilk kontrol noktasından geri çevrildim, yabancı plakalı bir araçla gitmemi sakıncalı buldular, “İstersen Beyrut’a dönüp oradan otobüsle gidebilirsin.” dediler. Bu uygulama geçiciymiş. “Geçiçci durum ne zaman geçer?” diye sorduğumda “God knows!” cevabını aldım. Eğer Ortadoğu’da sorunuz karşılığında bu ya da “İnşallah!” cevabı geliyorsa, bilin ki net şekilde olumsuzluk ve imkansızlık anlatılıyordur, boşuna zaman kaybetmeyin.
Trablus’a kadar sahilden ilerledim, pek vakit harcanacak bir şehir olmadığını gördükten sonra, doğuya Qadisha vadisine yöneldim. Bu bölge Lübnan’ın doğal güzelliklerini barındırıyor, denizden dağlara doğru uzanan kilometrelerce uzunluğunda, yüzlerce metre derinliğinde vadi, dağınık yerleşimler, dağ manastırları, küçük köyler, bitki, örtüsü ve ileride karlı sarp zirveler, çekilen fotoğraflar manzaranın güzelliğini yeterince veremiyor, gidip bizzat bakmak lazım. Ehden ve Bcharre’yi gördükten sonra amacım, geçidi aşıp Bekaa vadisine inmekti, yol sorduğum yaşlı amca ikibin metre rakımdaki geçitte henüz karların erimediğini, yirmi gün kadar sonra belki geçilebileceğini söyleyince Ballbek’e 30 km kalmışken, tekrar sahile indim ve yaklaşık ikiyüzelli kilometrelik yolculuktan sonra geçiş yaptığım Lübnan-Suriye sınırına yakın noktadan Bekaa vadisine girip Baalbek’e ulaştım.
Burası huzur veren sakin bir kasaba, dinlenmek için ideal, dağlar deniz havasını kestiğinden hafif serin, karasal iklimi var. Otelinde kalıp, kafeteryasındaki güzel yemeklerle karnımı doyurduğum Shouman gayet misafirperver davrandı, orada kalan Kanadalı profesörden Türkiye anılarını dinledim bol bol. Unesco Kültür Mirası Listesi’nde de yeralan antik şehir alanının gezmek, özellikle de gece ışıklandırıldığında seyretmek güzeldi.
Lübnan’ı gezmenin en pratik yolu özel araç, mesafeler kısa, toplu taşım beklemek zaman ve para kaybettirir, Nişantaşı, Alsancak benzeri muhitlerde dolaşmaya özel merakınız yoksa Beyrut’dan ziyade, kuzeydeki dağlık bölgeye ve Baalbek taraflarına vakit ayırmalısınız.