GEZGİNİN DÜNYASITARİH KÜLTÜR VE SANAT

Sanatın evinde

Dünün Dalyancı Konağı, bugünün Eldem Sanat Alanı’nın avlusundayım. Konağın hemen yanı başındaki mahalle fırını da Çağdaş Sanat Galerisi olmuş. Yaaa bu Eskişehir ne güzel şehir. Sanat Eskişehir’i tevekkeli (17) çok sevmemiş.

Büyük inşai projelerin sonunda şantiye kapanırken sahada aylarını, kimi zaman yıllarını harcamış çalışanların artık “özel mülkiyet”e dönüşmüş hastaneler, konut projeleri, iş ve alışveriş merkezleriyle bir daha ziyaret etmemek üzere vedalaşmaları alışılagelmiş bir durum.
Büşra Erkara.(1)

Peki böyle olmak zorunda mı?

El dokuması bir halının üzerinde yürüdüğümde, sık sık dokuyanını düşünür, hayatta olup olmadığını kendi kendime sorar, kâh yüzünü kâh nasırlı ellerini gözümde canlandırmaya çalışırım. Emekten doğan her ürüne emektarının ruhu sinmiştir. O ruhu geri çağırmak isterim.

Tıpkı AnneMarie’nin eserlerindeki gibi.

Çalışmaları kavramsal, anıtsal, şiirseldir; ya kapalı bir mekâna kurulmuş gelip geçici bir yerleştirme (örneğin buharlaşan bir su manzarası, tuz/şeker kaideleri) ya da kamusal alandaki kalıcı heykellerden oluşur (örn. heykel oyun alanı, park bankı, buz pateni pisti, çitler,…) (2)

Dowse Sanat Müzesi’nin önünde AnneMarie van Splunter’in oyun modüllerinden oluşan işi.

Farkındayım, böyle söyleyince pek bir şey ifade etmiyor olabilir; özellikle eserleri kendi gözlerimizle görmediysek. Bu yüzden fotoğraflarını paylaşacak ve dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Tuz, buharlaştırılmış deniz suyundan geriye kalan tortudur.” diyor AnneMarie. İşte o tortuları, bir anlamda denizin zeminindeki kumulları ya da yüzeyindeki dalgaları, kendi döktüğü tuz kalıplarını yan yana getirerek yeryüzüne çıkarıyor adeta. İşte bu çalışması “kapalı bir mekâna kurulmuş gelip geçici bir yerleştirme”ye örnek teşkil ediyor. (3)

Yeni Zelanda’daki Dowse Sanat Müzesi’nin (4) hemen önündeki çalışması, betondan bir dizi dalgalı oyun modülünden oluşuyor; 1-12 yaş arası çocuklar için bir heykel oyun alanı. Bu çalışması da “kamusal alandaki kalıcı heykellere” örnek oluşturuyor. (5)

Neden yapıyor bunu AnneMarie? Gezegenin neredeyse tamamını kaplayan okyanusların tortusunu iç mekâna; hiç var olmamış bir oyun alanını heykelleştirip dış mekâna neden taşıyor? Bilmiyorum. Ancak hem fikri hem de uygulaması bana iyi geliyor. Tutamadığım, geçici, sonsuz denizi bir anlık dondurup önüme halı gibi sermesi ya da çocukların içinde çılgınlar gibi keyifle yuvarlandıkları, gençlerin etrafında kaykay kaydıkları, kendilerini bir parçası hissettikleri çimento kalıplarını; yumuşak kıvrımlı bir yılana, bir sanat eserine dönüştürmesi çok hoşuma gidiyor. Her yaştan insan AnneMarie’nin eserleriyle hemhâl oluyor. Sanatla aralarındaki mesafe kalkıyor.

Aynı kadın Avrupa’nın diğer ucundan Türkiye’ye, kuşçularla tanışmak için gelmiş. Hollanda’da Suriyeli mültecilere gönüllü olarak İngilizce öğretirken; beslemesi yasak olduğu halde, yasalara karşı çıkıp güvercin yetiştiren biriyle tanışıyor. Be Mobile – Create Together! Konuk Sanatçı Programına (6), Türkiye’de yaygın olduğunu duyduğu kuşçuluğu daha yakından tanımak için başvuruyor. Bakalım bu karşılaşma insanla ve insanlıkla iç içe olan sanatını nasıl dönüştürecek?

Tutkunun, peşinden koşturduğu; hayallerine perestiş eden insanlara bayılıyorum. Erol Tabanca ile yüz yüze tanışmasam da onlardan birisi olduğunu biliyorum. Nasıl mı? Erol Bey’in hayal denizi, OMM (Odunpazarı Modern Müze) olarak muhteşem bir tuz kristalinde billurlaşmış da ondan.

.

OMM açılırken en büyük hayallerimden biri gerçekleşiyor… Benim hayalim, yediden yetmişe farklı yaştan, sosyoekonomik kesim ve meslekten insanların müzeden içeri girip yan yana eserleri seyrederken sanatla yakınlık kurabilmesi; bir anlamda, sanatın hayata katıldığı bir gerçeklik yaratmak. (7)

Hannah Arendt’in söylediği gibi, nasıl “Demokrasinin oturacak bir yere ihtiyacı var.” (8) ise sanatın da barınacak bir yuvaya ihtiyacı var.

AnneMarie, sanatı üreterek; Erol, sanatı paylaşıp çoğaltarak, ayrım gözetmeksizin herkesi davet ettikleri evler inşa ediyorlar. Davetliler kim? Sanattan anlayan insanlar mı? Sanata ilgi duyanlar mı? Hissim o ki, onlar bu tür sorular sormuyorlar, kapılarını herkese açmış bekliyorlar, “merak eden” insanları! İllaki tekleştireceksek, dünyada ihtiyaç duyduğumuz tek insan tipi de bu değil mi zaten?

Mimar olsam kendi müzemi kendim çizmek isterdim. Erol Tabanca istese öyle yapabilirdi. Yapmıyor. Tevazu gösteriyor. Sanırım Eskişehir’e vefa borcunu ödemek, şehrini bir cazibe merkezine dönüştürmek için; Asya’nın öbür ucundan Kengo Kuma ve Yuki Ikeguchi’yi davet ediyor projeyi çizmeleri için.

İnşaat alanı ararken yapılacak yeni binayı zincirin bir halkası gibi görürüz. Kentin özünü çekip çıkarıp bambaşka bir formla aktarmaya çalışırız. Böylece, eski ile yeni arasındaki bağ çok daha sağlam hale gelir.(9)

Sözünü bire bir hayata geçiriyor Yuki, Kengo ile birlikte. OMM, çevresindeki Osmanlı mimarisinin özünü yüzyılların içinden çekmiş, yirmi birinci yüzyılın ortasına küllerinden doğmuş. Ne çevresindeki yapıları eziyor, ne de çevresindeki yapılar onun altında kalıyor. Yıllar öncesinde bir belgesel izlemiştim, en az elli yıl birbiriyle evli kalmış yaşlı çiftlerle ilgiliydi. “Uzun birlikteliğinizi neye borçlusunuz?” sorusuna verilen o yanıtı hiç unutmuyorum: “Gün içinde hayatımızın en büyük kavgasını etsek bile, başımızı yastığa koyduğumuzda olup biten her şeyi unutur, sabaha ilk günümüzdeki gibi uyanırız.” Yalan söylemedikleri gözlerinden okunuyordu. Odunpazarı ve OMM, karakterleri birbirine zıt, tam da bu nedenle birbirlerinin farklılıklarından beslenen, kavga da eden günün sonunda uyum içinde yaşayan evli çiftler gibi.

AnneMarie, Marianne, Simon(e) ve Mirak; “Biz kendimiz gezeceğiz, rehbere ihtiyacımız yok.” diyorlar. Ohhh ne güzel, canımıza minnet, tercümeye gerek kalmadan anadilimizde gezdirileceğiz Gözde ve Duygu ile. İşte o anda bir şey oluyor. Dur, oraya gelmeden hemen araya girmem lazım.

Çok İyi Şeyler” adında bir Whatsapp hesabı var Rumeysa’nın. (10) Sanat dünyası, egoların aysberg kıvamında yüzegeldiği bir ortam. İşte bu ortamda iyi işleri yüceltmek daha da bir anlam kazanıyor. Sanat eleştirmeni Rumeysa Kiger tarafından kurulan “Çok İyi İşler”, görsel sanatlar, edebiyat, sinema, sahne sanatları, arkeoloji ve mimari gibi birçok alanda kısa içeriklere yer veren mikro bir sanat yayını. Üye olursan Whatsapp hesabına her gün kısa, kolay okunur ve anlaşılır tek bir mesaj geliyor. Reklam gibi oldu, olsun varsın. Çirkinliklerin her bir yerleri ele geçirdiği zamanlarda, güzeli var etmek sevaptır. Kaldı ki bu paylaşımın bir anlamı var. Rumeysa’nın, OMM direktörü Defne Casaretto ve OMM’nin ilk sergisi Vuslat’ın küratörü Haldun Dostoğlu ile Medyascope’ta yaptığı röportajı izlemeni öneririm. (11)

Evet nerede kalmıştık, işte o anda bir şey oldu, Yağmur (12) içeri girdi. Müzelik, eski ve köhne demektir, olumsuz anlamda kullanılır genelde. Müze de çoğu zaman statik ve sıkıcı bir mekân olarak algılanır. Yağmur, OMM’yi sanatın yaşayan evine, bizi de en gözde konuklarına dönüştüren kişi oldu. Eserleri, sanatçılarını, kişiliklerini, anılarını harmanlayarak sıra dışı bir hikâyenin içinde gezdirdi bizi.

Modern mimaride, beton ve çeliğin hakimiyetindeki enternasyonal üslup, insanlarla yaşadıkları yer arasındaki bağı zedeledi. Ahşabın yanı sıra coğrafyaya ait doğal malzemelere dönerek, dünyadaki varoluşumuzu sürdürebilir kılmanın bir yolunu arıyoruz.(13)

Diyor Kengo. Odun; kaba saba, yontulmamış, anlayışsız anlamında erkekler için kullanılan argo bir kelime. Adında geçen odunun aksine, sesinde yankılanan “Om”un bütün dinginliğine sahip Odunpazarı Modern Müze. Daha yeni doğmuş olmasına karşın, yüzyıllarca sonra her iki cinsiyeti kendinde barındıran bir ağaç gibi cinsiyetsiz. Ağaç, OMM dahil bütün Odunpazarını sarıp sarmalıyor.

OMM’den çıkmadan önce, Tiryakizade Süleymanağa Camisi’nin yerini sor. Camiyi kendine merkez aldın mı dört bir yandaki sokaklara dal kaybol derim. Caminin çaprazında simitçi, hemen yanında taş fırın, biraz ileride helvacı… Turistik olmaya başlarken ruhunu korumuş, çocukluğumun mahallesi, kanlı canlı yaşıyor Odunpazarı’nda. Umarım daha da çok tarihi evi şehre kazandırmaya devam eder Odunpazarı ve Büyükşehir Belediyeleri.

Haydi pazara. Barış Manço’nun sesi yankılanıyor sokaklarda: “Domates, bibeeer, patlıcaaan…”

Oysa bütün cesaretimi toplayıp sana gelmiştim
Senin için çarpan şu kalbi gör istemiştim
Tam elini tutmak üzereyken
Aşkımı itiraf edecekken
Sokaktan gelen o sesle yıkıldı dünyam
Bir anda bütün dünyam karardı
Bu sesle sokaklar yankılandı
Domates, biber, patlıcan

Aşk, kültür ve sanat gündelik hayatla iç içe değilse, kopuksa sokaktan, kaç para yazar? Çocukluğumdan tek farkı, mahallelinin fileler yerine naylon torbaları dolduruyor olması. Tombul teyzeler bir o yana bir bu yana sallana sallana taşıyor yüklerini. Aaaa sonra bir de brokoli yoktu benim çocukluğumda. Bıyıklı pazarcı amcalar tezgahlara davet ediyor. İkizlere takkeler cirit atıyor, en az Odunpazarı evleri kadar canlı renkleriyle. Pazar yeri panayır yeri.

İnsanların otorite ile dalga geçtikleri yerdir karnavallar. Orada her kılığa girebilir, toplumsal bütün rollere bürünüp oyun oynayabilirsin, istediğin her şeyi eleştirebilirsin. Yalan yarışmaları düzenlenir karnavallarda, en güzel uyaklı yalanları uyduranlar birinci seçilirler.

Diyor Marianne. (14) Şimdi sana, Marianne sanatıyla “Gündelik hayattaki kentsel alanları sorguluyor.” desem… Ne yalan söyleyeyim bu tür sözler bana hiçbir şey ifade etmiyor. Ama şöyle söylesem.

Karnavallar baharda başlar, baharı da ayılar haber verir. Kış sona erince uykularından uyanan ayılar kocaman bir kaka yaparlar. Aynı yeni doğan bebeklerin annelerinin karnındayken biriktirip doğar doğmaz yaptıkları mekonyum (15) gibi.

Desem, hemen yeniden doğmak için eski yükleri geride bırakmak gerektiğini söylemeye çalıştığımı anlarsın öyle değil mi? Öyleyse ben de örnekle açıklayayım neymiş bu kentsel alanı sorgulama. Marianne, İstanbul’un çıkmaz sokakları üzerinde çalışıyor. Bu çıkmaz sokaklardan birisinde düzenleyeceği karnavalda giyilecek giysileri tek tek kendi elinde dikiyor aylardır. Neden? Nedir bu sanatçıların derdi? Özellikle telefonlarınkiler olmak üzere ekranlara alerjisi var Marianne’ın. Son yıllarda ekran karşısında geçirdiğimiz zamanı yitirişimizi vurgulamak için, rengarenk kostümlerinin kalbine pırıl pırıl dikdörtgenler yerleştiriyor. Göğsümüze siper ettiğimiz bu ekranlar, çıkmaz bir sokak karnavalında gündelik hayatı kaybedişimize dair mis gibi bir eleştiri ortaya koymuyor mu sence de?

Neredeydik, karnavaldaaaa… Pazar yerindeee… Tıp diye sokak arasına dalıveriyorum, sessizlik.

Dünün Dalyancı Konağı, bugünün Eldem Sanat Alanı’nın avlusundayım. (16) Konağın hemen yanı başındaki mahalle fırını da Çağdaş Sanat Galerisi olmuş. Yaaa bu Eskişehir ne güzel şehir. Sanat Eskişehir’i tevekkeli (17) çok sevmemiş.

Eldem Sanat Alanı Dalyancı Konağı

Yetmiyor bana sayfalar, zaman hep eksik kalıyor. Ozansu ile Dalyancı Konağı’nın odalarında keyifle gezinişimizi anlatacaktım daha. Sanatın Eskişehir’de kendisine edindiği diğer bir yuva bu konak. Esra Eldem’in misafirperverliğinden söz edecek, fırından nasıl sergi alanı olur tasvir edecektim. Onlara sözüm olsun.

E daha OMM’daki Vuslat sergisini gezecektik, Haldun Dostoğlu’nun bir çırpıda dillendirdiği “Eskişehir müzesine, koleksiyoner hayaline, eserler seyircisine kavuşuyor.” sözünü ballandıra ballandıra anlatacaktım.

Amma, bunu söylemezsem olmaz. Al yanına çocuğunu, yeğenini, arkadaşını; hiçbir yeri göremezsen de mutlaka tek bir yeri ziyaret et: Etkileşimli Kinetik Heykel: Ada’yı. (18) Yahu korkma sanattan, onu çevreleyen anlaması zor kavramlar ürkütmesin ikimizi. Etkileşimli Kinetik Heykel dediğime bakma, harika bir şey Ada. İçi helyum dolu kocaman şeffaf bir balon. Etrafı kara tebeşirlerle sarılı, oradan oraya hoplayıp zıplayıp duruyor, bembeyaz salonu yaramaz çocuklar gibi pervasızca boyuyor. Bizim “Yok müzeyi biz kendimiz gezeceğiz!” diyen, genç oldukları kadar ağırdan alan sanatçılarımızı bir görecektin Ada’yla buluştuklarında, şen şakraklık neymiş görecektin.


ADA: Etkileşimli Kinetik Heykel

Son söz Hüsamettin Hoca’dan (19) gelsin o zaman. Eveeet gitmez olur muyuz, oraya da gideceğiz bir gün birlikte seninle, sanatın Anadolu’nun bağrındaki evi, Baksı Müzesi’ne. (20)

Satyr-Taner Ceylan

Eve dönüş. Çok yakınımızda olan, ama sadece uzaklaşarak yaklaşabildiğimiz bir gerçeklik.

E oldu mu, o kadar laf ettin, sanatı sokakla buluşturdun, ama yazıyı yine bir profesörün sözü ile bitirdin!” diyeceksin tabii. Haklısın.

Aydemir 46 yaşında. OMM’nin inşasında kaynak ve alçı ustası olarak çalışmış en son söz onun hakkı.

-İlk sergide en çok ilginizi çeken eser hangisi?
-Koç boynuzlu bir adam var, Taner Ceylan’ın bir eseri. Onu çok beğendim.
-Eseri hangi yönüyle beğendiniz?
-Ressam ışığı, gölgelemeyi çok güzel kullanmış. Ayrıntılara çok dikkat etmiş. Gözbebekleri, sakalların kıvrımları detaylı bir şekilde çizilmiş. Ben de karakalem çalışması yapıyorum. Eseri yapan kişiyle tanışmak isterdim.

Böyle olmak zorunda değil!

“OMM’yi Yapan İnsanlar” önümüzdeki günlerde çıkacak olan aynı isimli kitapla hep hatırlanacak ve inşa ettikleri müzenin kapıları onlara daima açık olacak. Emek ürünü, emektarından asla ayrı kalmayacak.

* SANATÇI KONUK EVİ YAZI DİZİSİ NEDİR?

Altı aya yayılan bir yolculuğa çıkacağız seninle, benim de yeni adım attığım farklı bir dünyaya. Bildik coğrafyalara başka açıdan yaklaşacağız. Alışık olmadığımız kavramlar keşfedeceğiz. Bir kısmını mantıklı bulup, bir kısmına hiç anlam veremeyeceğiz. Anlam veremesek de anlamaya çalışmanın keyfini yaşayacağız. Bazen belki yanlış, belki örtük laflar edecek, bir sonraki yazıda bunları düzeltmeye, açıklamaya çalışacağız. Öyleyse en güzeli “Sürçü lisan ettiysek affola.” diye başlamak.

Kaşiflerin neden seyahat ettiklerini tahmin edebiliyoruz, peki ya sanatçılar! Neden yer değiştirme ihtiyacı duyuyorlar? Bence onlar da hepimiz gibi ışığı ve aydınlattıklarını arıyorlar. Lambanın pervanesi böcekten nedir ki farkımız?

Avrupalı sanatçılar yüzyıllar boyunca kıtalarının güney ve doğusuna aktı. İtalya, Yunanistan ve ışığın gerçek anlamda yükseldiği Doğu’ya, kadim uygarlıklara uzandılar. Amerika ve diğer kıtaların keşfi, egzotik ülkeler ile tropik adaların cazibesi, gezginlerin yanı sıra sanatçıların güzergahlarını belirledi. Tazelenmenin adı Yeni Dünya oldu.

Ancak Yeni Dünya tanımı da son iki yüzyılda durmadan değişti. Elektrik önce gecelere sonra gündüzlere sızdı. Teknoloji bizi dijital evrenlerle tanıştırdı, zaman ve mekân algımızı dönüştürdü. Bugün hepimiz, yerimizden zerre kıpırdamadan, kucağımızdaki bilgisayarlar, tabletler ve cep telefonlarımız sayesinde; en uzak galaksilerden, mikroskobik evrenlere ziyarette bulunabiliyoruz.

Peki insan sıcaklığının yanında sanal serinliğin esamesi okunur mu? Dünya müzelerindeki en ünlü tabloların dijital kopyalarını milimetrik çatlaklarına varıncaya kadar görmek ile, eserin aslının önünde durmak arasında yüzlerce ışık yılı fark yok mu sence de? Bence sanatçılar, benzer nedenlerle, sanat ve kültürün yoğrulduğu memleketlere bizzat gitmeyi; oralarda kâh kendi başlarına kâh meslektaşlarıyla zaman geçirmeyi tercih ediyorlar.

Rönesans dönemindeki hamiler eskilerde kaldı. Geçmiş yüzyıllarda asil ya da burjuva, varlıklı ailelerin sanatçılara yaptıkları davetlerin yerini konuk sanatçı programları; sarayların, malikanelerin yerlerini sanatçı evleri aldı.

Önümüzdeki aylarda sanatçıların misafir oldukları bu programlar ve evlere seninle birlikte misafir; yer değiştirmenin sanatı nasıl beslediğine şahit olacağız.

Gezinin yepyeni bir boyutuyla tazelenmeye ne dersin?

Sait Fehmi Ağduk

Kaynak : GazeteDuvar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu