Hikayeler

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan Nursel Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 808
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 123,293
Ynt: Hikayeler

"çok eski yıllarda krallıkla idare edilen bir ülke varmış. ama; bu ülkede , hukuk ve hakimler de varmış.

törelere göre, bir vatandaş öldüğünde, şehir merkezindeki dev çan bir defa çalınırmış. uzun uzun da yankılanırmış. eşraftan birisi ölürse çan iki defa, büyük bir devlet adamı ölürse üç defa çalınırmış.
ya kral ?..
o öldüğünde , çan dört defa çalınırmış.

gel zaman git zaman…
şehirde bir olay olur, iş mahkemeye intikal eder...
davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masumiyetini ise bütün vatandaşlar bilmektedir. bir formalite olarak görülmesi ve beraat beklenen, davadan sürpriz bir karar çıkar. sanık para cezasına mahkûm olmuştur.

hakim sorar :
" -bir diyeceğin var mı ?.. ..."
sanığın cevabı
" - hayır !.. ..."
mahkeme biter. dinleyiciler dağılır. kafalarda bir kaygı!.. kısa bir süre sonra dev çanın sesi duyulur..

acaba kim öldü ?..
çan bir defa daha çalar. acaba eşraftan kim öldü ?..

şehir çan sesi ile bir defa daha inler. hımmmmm… büyük bir devlet adamı, acaba kim ?.. soruya cevap alınmadan çan bir defa daha çalar, yeri, göğü inletir.

herkeste bir feryat: eyvah!.. kralımız öldü!..

ancak, törede görülüp işitilmemiş bir şekilde çan, beşinci defa da çalınır, yer gök inler ve sesler kesilir.

herkes bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için. çan görevlisine koşar, bir de bakarlar ki çanı , haksız yere mahkûm edilen adam çalmaktadır.

sorarlar :
" -ne demek beş defa çan çalmak ?.. kraldan daha büyük birisi mi öldü ?....."

cevap şaşırtıcı olduğu kadar anlamlıdır da :

" -evet ! adalet öldü ! ..."


adaletsizliği önleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir ama ; adaletsizliğe itiraz etmeyi beceremeyeceğimiz bir zaman asla olmamalıdır!..

Elie Wiesel
(nobel barış ödülü sahibi)
 

Etiketler

Ynt: Hikayeler

Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu Bir gün bunun için tellallar çağırttı "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu Karısına dedi ki: "Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım

Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz"

Adamın karısı kanaatkar biriydi "Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye Bundan sonra da idare ederiz Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi Ama adam kafaya koymuştu Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi Bunun için kırk gün izin istedi Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: 'Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu Ailece sıkıntı çekiyorduk Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi Padişah buna çok kızdı: "Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı Adam da her şeyi göze aldığını söyledi Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu Birinci vezire sordu:

- Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?

- Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım

Bu sırada peyda olan, nurani, ak sakallı bir ihtiyar I vezirin sözleri üzerine söyle dedi: Küllü şeyin yerciu ila asıhı"

Padişah ikinci vezirine sordu:

- Bu adama ne ceza verelim?

- Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım

Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine "Küllü şeyin yerciu ila aslını" dedi

Padişah üçüncü vezire sordu:

- Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?

- Padişahım bana göre, bu adamı affedin Size yakışan, sizden beklenen budur Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli

Nurani ihtiyar yine söze karıştı: "Küllü şeyin yerciu ila asıhı"

Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi:

- Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir?

ihtiyar cevap verdi:

- Senin birinci vezirinin babası kasaptı Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bah setti Yani aslını gösterdi İkinci vezirin babası yorgancı idi Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu O da babasına çekti

Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi Benim söylediğim söz "Herkes aslına çeker" demektir Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu
 

Ynt: Hikayeler

Kasabın Anne Sevgisinin Sonucu

Ya Rabbi, Cennet’te benim komşum kim olacak, bana bildir de gidip onunla görüşeyim,” dedi.
Musa Aleyhisselama vahiy geldi.Falan beldeye git! Orada.çarşının başında bir kasap dükkanı var.O dükkanın sahibi olan kasabı gör! O veli bir kulumdur.Yalnız bilesin ki, onun çok önemli bir işi vardır. Çağırırsan gelmez. İşte o senin cennetteki komşundur.”


Musa Aleyhisselam hemen bildirilen yere gitti.Kasabı buldu ve ona: Ben sana misafir geldim”, dedi.
Kasap Musa Aleyhisselamı tanımıyordu. Ona “Hoş geldin” deyip bir kenara oturttu. Dükkandaki işi bitince de Alıp evine götürdü.Evinin baş köşesine oturtup çok ikramda bulundu.Musa Aleyhisselam, ev sahibini dikkatle takip ediyordu. Ev sahibi kasabın ocakta çömlek içinde, et pişirdiğini gördü. Et pişince çömlekteki eti küçük küçük parçalara ayırdı. Bunları bir tabağa koyup, bir kenara bıraktı.Sonra bir et parçası daha çıkartıp, onu da misafiri Musa Aleyhisselam’a ikram ederek dedi ki: < <

Benim önemli bir işim var. Sen beni bekleme yemeğini ye”! < <
Sonra da yanından ayrıldı. Önemli bir işim var deyince, Musa Aleyhisselam, önemli işi nedir diye merak etti ve gizlice kasabı takip etti. Kasap Musa Aleyhisselam’ in yanından ayrıldıktan sonra, yandaki odaya geçti.Duvarda asılı duran büyük bir zembili indirdi. Zembilde çok ihtiyar, mecalsiz bir kadın vardı. Kadına küçük küçük parçaladığı etleri yedirdi.Karnını güzelce doyurduktan sonra,altındaki kirlenmiş bezleri aldı, yerine temizlerini koydu. Sonra kirli bezleri yıkayıp astıktan sonra ellerini yıkayıp Musa Aleyhisselam’ın yanına geldi.Daha yemeğe başlamadığını gören kasap sordu.
Niçin yemeğe başlamadınız ?
Musa Aleyhisselam “Sen bana zembildeki sırrı söylemedikçe bir lokma
bile yemem”. Dedi.
“Mademki merak ettin anlatayım”: -Ey misafir, bu zembildeki benim yaşlı annemdir. Çok yaşlı olduğu için takatten duştu. Evde bakacak başka kimsem de yok.Evleneceğim, fakat hanımım annemi incitir, onu üzer diye evlenemiyorum.İşe gittiğimde herhangi bir hayvanın kendisine zarar vermemesi için onu gördüğün gibi bir zembile koydum.Her gün gelip iki öğün yemek yediriyorum.Diğer hizmetlerini de görüp gönül rahatlığıyla işime gidiyorum.Bunun üzerine Musa Aleyhisselam dedi ki:
-”Ancak anlamadığım bir şey daha var. Sen annene yemek yedirip su içirdikten sonra, dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler söyledi, sen de AMIN dedin.Annen ne söyledi ki amin dedin?
r1;Annem, her hizmet edişimde “Allah seni Cennette Musa Aleyhisselam”a komşu eylesin diye dua eder. Ben hiç ihtimal vermediğim halde, bu güzel duaya amin derim. Ben kimim ki, O büyük peygamberle komşuluk edebileyim.Onunla komşuluk edebilecek ne amelim var ki ?
O zamana kadar kim olduğunu saklayan Musa Aleyhisselam, buyurdu ki:
Ey Allahın sevgili kulu, ben Musa’yım. Beni sana Allah-u Teala
gönderdi. Annenin rızasını kazandığın için Cennet-i A’layı ve orada
bana Komşu olmayı kazandın.
Kasap hemen kalkıp Musa Aleyhisselamın elini öptü ve sevinç içinde yemeğini yedi.
Allah-u Teala sizleri ANNE şefkatinden mahrum etmesin ve ANNE
bedduasından uzak kılsın.
 

Ynt: Hikayeler

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği talebesinin seviyesini öğ...renmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip:

"Oğlum" der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.

Talebe elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.

İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar .

Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra:

"Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.

İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.

Üçüncü defa bir semerciye gider. Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der "benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm."

En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu talebenin elindekini görünce yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?"

Talebe sorar: Siz ne veriyorsunuz?".. "Ne istiyorsan veririm der kuyumcu."

Talebe, "Hayır veremem" diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar:

"Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim."

Talebe emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan talebenin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler..

Bilge hocasının yanına dönen talebe büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır.

Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?"

Talebe: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık" diye cevap verir.

Bilge hoca çok kısa cevap verir:

"Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir."

Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır.

Mesele kuyumcuyu bulmaktadır.
 



Ynt: Hikayeler

Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer.
Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır.
En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten
kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine karar
verir. Bütün komşularını yardıma çağırır. Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar.
Eşek ne olduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar. Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser.
Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra, çiftçi kuyuya bakar. Gözlerine inanamaz.
Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır.
Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşır!

Hayat üzerinize hep toprak atacaktır; her türlü pislik ile.
Kuyudan çıkmanın sırrı, bu pisliği silkeleyip bir adım yükselmektir.

Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır. En derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmayarak çıkabiliriz.
Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın.
 

Ynt: Hikayeler

Körlerin Hikâyesi - Doğan Cüceloğlu

Dere tepe dağ taş dolaşmayı çok seven tek gözlü bi adam varmış. Yürür yürür gider gider gider yürürmüş. Birgün uzaklarda renkleri karmakarışık bi köy görmüs; alacalı bulacalı garip bi köy.


Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf evleri bir tuhaf insanları bir tuhafmış köyün. Köyün içine girince anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası.


Kadınların erkeklerin çocukların velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri. Gezgin tek gözlü adam karar vermiş burda yaşamaya. "hiç değilse benim tek gözüm var" diyormuş. "körler ülkesinde şaşılar kral olur derler. Ben de bunların başına geçer yaşarım"




Körlerin gözleri yokmuş ama elleri kulakları burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyolarmış. Adam şaşkın hallerine bakıyomuş onlarin. Yürümeleri konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.


Birgün körlerden biri ötekilerden birinin malını çalmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş "filanca falancanın malını çaldııı"




Körler; nerden biliyosun ki demişler o kadar uzaktan duyamazsın ki? Ben duymadım gördüm demiş adam. Gözüm var benim görüyorum... Körler göz diye görmek diye birşey bilmiyolarmış. Uzun zaman içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.


Ne demek görmek demişler. Nasıl görüyosun yani duyulmayacak mesafeden anlayabiliyo musun ne olup bittigini? Anlıyorum tabi demiş adam. İnanmayız imtihan edeceğiz seni demişler.


Adamı almış uzakta bi yere dikmişler. Tecrübeleriyle eminlermiş ki o uzaklıktan hiçbişey duyulamaz. Anlat bakalım demişler biz şimdi ne yapıyoruz?


Adam anlatmış: oturuyorsunuz kalkıyosunuz koşuyosunuz yemek yiyosunuz şu şunu yaptı bu bunu yaptı falan... Derken körler bi evin içine girmişler bağırmışlar. "hadi anlatsana..."içeri girdiniz göremiyorum ki demiş adam.


ne olmuş yani içeri girdiysek elli santim fark var anlat hadi anlat demişler. Arada duvar var ama demiş adam göremiyorum... Körler sen atıyosun demişler. Deminki tesadüftü bak şimdi bilemiyosun...


-Çıkın dışarı söliyim demiş adam. Bu kadar mesafeden duyduktan sonra ha içerisi ha dışarısı demiş körler. "Ama ben duymuyorum ben görüyorum " diyormuş adam. Oyle sey olmaz demisler. Sende bi sorun var. Saçmalıyosun acayip şeyler sölüyosun. Hekime muayene ettireceğiz seni.




Adamı yaka paça hekime getirmişler.Hekim de kör tabi. Elleriyle yoklamaya başlamış. Adamın açık olan gözünü kastederek "Buldum" demiş sorun burda...


Saçmalaması bundan dolayı diyormuş şimdi düzeltirim ben onu... Körler ülkesinde kral olmak isteyen gezgin zor kurtarmış kendini onların elinden.




Sözün Özü: KÖRLER GÖRENLERİ ANLAYAMAZLAR. SAÇMALIYOR SANIRLAR VE ONU DA DÜZELTİP KENDİLERİNE BENZETMEK İÇİN GÖZLERİNİ ÇIKARMAYA UĞRAŞIRLAR
 

Ynt: Hikayeler

AFFETMEK
Günlerden bir gün: Buddha bir ağacın altında öğrencileriyle oturmaktadır. Bir adam gelir ve yüzüne t...ükürür. Buddha yüzünü siler ve adama sorar, “Başka? Başka ne söylemek istiyorsun?” Adam şaşırır, çünkü bir insanın yüzüne tükürülünce “Başka?” diye sormasını beklememiştir. Böyle bir deneyimi yoktur.
Daha önce insanları hep aşağılamıştır ve onlar da kızarak tepki vermiştir. Ya da korkudan gülümsemiş ve adama yaranmaya çalışmışlardır. Ama Buddha ikisini de yapmamış, ne öfkelenmiş, ne de korkmuştur. Sadece düz bir şekilde “Başka?” diye sormuştur.
Tepki vermemiştir.Ama Buddha’nın öğrencileri öfkelenir, tepki verir. En yakın öğrencisi Ananda der ki: “Bu çok fazla, buna tahammül edemeyiz. Sen öğretine devam et, biz de şu adama bunu yapamayacağını gösterelim.

Cezalandırılması gerekiyor. Yoksa herkes aynı şeyi yapmaya başlar.”Buddha konuşur:”Sesini çıkartma. O beni kızdırmadı, ama siz kızdırdınız. O bir yabancı, buralara yeni gelmiş. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olmalı; ‘bu adam tanrı tanımaz, tehlikeli, insanları yoldan çıkarıp yanıltıyor’ gibi şeyler. Benim hakkımda bir fikir edinmiş. O bana tükürmedi, kendi fikrine tükürdü; beni tanımıyor ki, bana nasıl tükürmüş olabilir? Eğer düşünürseniz, o kendi zihnine tükürdü.
Ben onun bir parçası değilim, ve görüyorum ki bu zavallı adamın söyleyecek başka bir şeyi olmalı. Çünkü bu, bir şey söylemenin bir yolu; tükürmek bir şey söylemenin bir yolu. Bazen dilin yetmediğini hissettiğin anlar olur; derin sevgide, yoğun öfkede, nefrette, duada. Dilin yetmediği yoğun anlar olur. O zaman bir şey yapman gerekir.
Derin sevgi duyduğunda, birine sarılırsın; ne yaparsın orada? Bir şey söylersin. Çok öfkelendiğinde birine vurursun, tükürürsün, bir şey söylüyorsundur. Bu adamı anlayabiliyorum. Söyleyecek başka bir şeyi daha olmalı. O yüzden ‘Başka?’ diye sordum.”Adam daha da çok şaşırır! Ve Buddha öğrencilerine der ki: “Siz beni daha çok kızdırdınız, çünkü siz beni tanıyorsunuz, benimle yıllarca yaşadınız, ama yine de tepki veriyorsunuz.”Şaşıran, kafası karışan adam evine döner. Bütün gece uyuyamaz. Bir buddha gördükten sonra artık eskisi gibi uyumak zordur, mümkün değildir. Bu deneyim tekrar tekrar aklına gelir.

Ne olduğunu kendine açıklayamaz. Titreme, terleme nöbetleri geçirir. Böyle bir adama hiç rastlamamıştır; bütün zihni, bütün kalıpları, bütün geçmişi dağılır.Ertesi sabah geri döner. Buddha’nın ayaklarına kapanır. Buddha sorar: “Başka? Bu da sözle söylenemeyeni söylemenin başka bir yolu. Ayaklarıma dokunduğun zaman, sözcüklere sığmayan, sıradan dille anlatılamayan bir şey söylüyorsun.” Buddha devam eder: “Bak Ananda, bu adam yine burda, bir şey söylüyor. Çok derin duyguları olan bir adam bu.”Adam Buddha’ya bakar: “Dün yaptığım şey için beni affet.”Buddha cevap verir: “Affetmek mi? Ama ben, dün o hareketi yaptığın adam değilim ki.
Ganj nehri sürekli akıyor, o hiçbir zaman aynı Ganj değil. Her adam bir nehirdir. Senin tükürdüğün adam artık burada değil; aynı onun gibi görünüyorum, ama aynı değilim, bu yirmidört saatte öyle çok şey oldu ki! Nehirden çok su aktı. O yüzden seni affedemem, çünkü sana kızgın değilim."“Ve sen de yenilendin. Görüyorum ki sen dün gelen adam değilsin, çünkü o adam kızgındı. O kızgındı, ama sen önümde eğilip ayağıma dokunuyorsun, nasıl aynı adam olabilirsin? Sen o değilsin, o yüzden bunu unutalım. O iki adam; tüküren adam ve tükürülen adam, artık yok. Yakına gel. Başka şeylerden konuşalım."
 

Ynt: Hikayeler





Bin Turna Kuşu

Sadako Sasaki'nin Turna Kuşları...

Kentlerde patlayan bombalar için “terörist işi” deniliyor. Masum insanları katletmenin elbette haklı görünür bir yanı yoktur, olamaz da! Tıpkı, günümüzden tam 60 yıl önce, 6 Ağustos 1945 günü Hiroşima’da on binlerce masum insanın ölümüne neden olan atom bombası gibi!!! Sahi, ne diyeceğiz Hiroşima’ya atılan atom bombası için? Savaş mı, yoksa terör saldırısı mı? Yüze yakın masum insanı öldüren saldırılar “terör” olarak adlandırılırken, ölen sivil insan sayısı on binleri aşınca bunun adı “savaş” mı oluyor?

6 Ağustos 1945’de, Hiroşima halkı sığınaklarda geçirdiği gecenin ardından güzel bir yaz gününe uyanırlar. Duyulan uçak sesleri kimseyi korkutmaz, çünkü saldırı alarmı verilmemiştir... Saat 8.15’de, 20 bin ton TNT gücünde olan bir atom bombası patlar, Tinian Adası’nın 600 metre üstünde…O gün, Hiroşima’da yaşanılanların korkunçluğunu kentteki Barış Müzesi’nde sergilenen bir fotoğrafla anlatmaya çalışalım: Atom bombasının patladığı an çekilen bu fotoğrafta bir insan gölgesi görülüyor yalnızca; o korkunç sıcaklıkta bir insan bedeni eriyip giderken, Sumitoma Bankası’nın duvarında gölgesi kalır yalnızca!.. İnsan yok olmuş ama gölgesi kalmış duvarda… Ve tam o an çekilmiş fotoğraf, gölge de silinmeden az önce! Atom bombasının insanları nasıl da bir anda kül ettiğini uzun uzun yazmaya hiç gerek yok. Sözünü ettiğimiz fotoğraf her şeyi anlatıyor apaçık. Latin şair Tibullus, yaklaşık iki bin yıl önce yazdığı bir şiirde savaşın korkunçluğunu şu dizelerle dile getirir:

Kimdi kılıç denilen korkunç silahı icat eden
Sel gibi akıtılıyor insanlık kanı
Ölümün yolu ne kadar kısa ve korkunç

Yıllar geçer aradan… İnsanlık kılıçtan daha korkunç, ölümün yolunu daha da kısaltan silahlar icat eder… Sonunda Melih Cevdet Anday “Hiroşima” adlı şu dörtlüğü kaleme alır:

Büyükbabam, babam, ben,
Küçük oğlan, kız, damat,
Gelişimiz teker tekerdi,
Gidişimiz cümbür cemaat!

Sadako Sasaki atom bombası atıldığında iki yaşında bir kız çocuğudur. Sasaki 12 yaşına geldiğinde radyasyonun etkisiyle yatağa düşer. Bir Japon inancına göre kağıttan bin turna kuşu yapanın dileği gerçekleşirmiş. Ölümün pençesine düştüğünü öğrenen Sasaki, kağıtlardan turna kuşları yapmaya başlar, hasta yatağında… 5 Mayıs 1957’de “Atom Bombası Çocukları” adına bir anıt dikilir Hiroşima’ya. Bu anıtın tepesinde, omuzuna turna kuşu konmuş bir kız çocuğunun heykeli vardır, Sadako Sasaki’dir heykeldeki çocuk… Hasta yatağında son nefesini verdiğinde başucunda kağıtlardan yapılan 646 turna kuşunun biriktiği Sadako Sasaki!.. Hiroşima’nın her yıldönümünde, Atom Bombası Çocukları Anıtı’na dünyanın dört bir köşesinden gönderilen kağıttan turna kuşları asılır… Sasaki’nin ömrü yetmediği için yapamadığı turna kuşları dünya çocukları tarafından tamamlanır, umutlar tükenmesin, savaşlar olmasın diye…

(Sunay Akın, 18 Temmuz 1010)


 

Ynt: Hikayeler

Küçükken origamiye çok ilgimiz vardı arkadaşlarla. En çok da turna kuşu yapardık hikayesini bilmeden. Yıllar geçti büyüdük turna kuşu yapmıyoruz belki ama her bir Hiroshima hikayesi
bizi derinden etkiliyor ve hikayesini biliyoruz artık. Tarihin en acı olaylarındandır yaşananlar. Din, dil ve ırk farketmiyor, insan her yerde insan.

Engin bey hoşgeldiniz :smiley:
 



Yanlış Hesap Bağdattan Döndürür Adamı

İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelirTüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılırDaha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş
yanlış hesap adamı Bağdattan döndürür hikayesi Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar

Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor dönerbende bu parayı işletirim diye düşünür

Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler
Tüccarın yaptığı hileyi anlarKervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin der
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar

Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurarİstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister

Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsinizBiz Hicaza gideceğizSize bu iki çantayı emanet etmek istiyoruzderler

Çantaları açıp tüccara gösterirlerÇantaların için incialtın,pırlanta envayi çeşit müccevher

-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsunbize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsınderler

Bunları duyan tüccar sevinçten uçarKadınları hürmet ,ziyafet
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoşgeldinbizim hesapta bir yanlışlık olmuş paralarını ayırdımÇocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verinBen kul hakkı yemem kardeşim der

Parayı hemen verir
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik Kısmetse seneye !deyip dükkan
çıkarlar

Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
-hani sen Mısır'a gidecektin yaktın beni! diye bağırır
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan döndürür der ve yoluna gider
 

Ynt: Hikayeler

Standart Sultan Mahmut hikayesinin aslı :smiley: ;) :D 8)



Sultan II. Mahmud Han Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış.

Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.

Tıkandı baba, çay getir

Tıkandı baba, oralet getir, kahve getir….

Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.

Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?

Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba

Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;

Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu.

‘Benimki de onlarınki kadar aksın’ diye içimden geçirdim.

Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.

Bu sefer içimden ‘ Onlarınki kadar akmasada olur, yeter ki eskisi kadar aksın’ dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamayabaşladı.

Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım ‘Tıkandı baba’ ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.

Tıkandı baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.

Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;

Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.

Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba’ya baklavaları vermişler.

Tıkandı baba baklavayı almış , bakmış baklava nefis. ‘ Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik.

Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim’ diye içinden geçirmiş.

Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken ‘Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim’ demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya Taze baklava, güzel baklava ! Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş.

Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın.

Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelirmi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye.

Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler.

Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını Karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş. Tıkandı baba da

Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba’dan baklavaları satın almış.

Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut ;
Bizim Tıkandı baba’ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş.

Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın.

Sultan;

Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş

Geldi sultanım

Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?

Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım.

Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.

Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş.

Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş.
Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.

Sultan demiş;

Baba senin buradan da nasibin yok.
Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış,
Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin.
O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş.
Padişahın adamları ‘peki’ deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.

Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba,

Niçin, demiş. Askerler

Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline

Ne olacak şimdi, demiş

Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı demiş.
Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş.
Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler.
İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;

‘VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT’ .
 

Ynt: Hikayeler

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip
utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından
fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların
Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan
masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa
gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini
bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce
bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun
anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam"
dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için
bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a
bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar
fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu
biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan
fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan
kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin
kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı.
Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,
Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara
yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle
Nereye baktığın değil,Ne gördüğün önemli
 

Ynt: Hikayeler

Yasa önünde (Franz Kafka)

Yasanın önünde bir kapı görevlisi durmaktadır. Taşradan bir adam bu kapı görevlisine gelip yasaya girmek için ricada bulunur. Ama kapı görevlisi, o an için içeri girmesine izin veremeyeceğini söyler. Bunun üzerine adam düşünür ve bu durumda daha sonra girip giremeyeceğini sorar. “Olabilir” diyen kapı görevlisi ekler: “ama şimdi değil”. Yasanın kapısı her zamanki gibi açık olduğundan ve kapı görevlisi kenara çekildiğinden, adam, kapıdan içerisini görebilmek için eğilir. Kapı görevlisi bunu fark ettiğinde güler ve şunları söyler: “Sana bu kadar çekici geliyorsa, yasağıma rağmen içeri girmeyi denesene. Ama dikkat et: Ben yetki sahibiyim. Ve yalnızca en alt kademedeki kapı görevlisiyim. Ama her bir salonun önünde, biri diğerinden daha yetkili kapı görevlileri duruyor. Ben bile, bir an için olsun üçüncü kapı görevlisinin gözüne görünmeye cesaret edemem.” Taşralı adam bu tür zorluklarla karşılaşmayı beklememiştir; yasa, herkes için ve her zaman ulaşılabilir olmalı, diye düşünmektedir, ama şimdi, kürk paltolu kapı görevlisinin büyük ve sivri burnuna, uzun, ince ve siyah Tatar bıyığına daha dikkatlice baktığında, içeri girmesene izin verilene kadar beklemesinin daha iyi olacağına karar verir. Kapı görevlisi ona bir tabure verir ve kapının yan tarafına oturmasını sağlar. Orada günler ve yıllar boyunca oturur. İçeri girmesine izin verilmesi için pek çok girişimde bulunur ve ricalarıyla kapı görevlisini yorar. Kapı görevlisi onu sık sık kısaca sorgular, memleketi ve başka pek çok şey hakkında sorular sorar, ama bunlar, büyük adamlarınkine benzeyen, kayıtsızca sorulmuş sorulardır ve bunların ardından, her seferinde, girmesine henüz izin veremeyeceğini söyler. Yolculuğa çıkmadan önce yanına pek çok şey almış olan adam, kapı görevlisini rüşvetle ikna etmek için, ne kadar değerli olduklarına bakmadan her şeyini kullanır. Kapı görevlisi hepsini kabul etse de, bir yandan da şunu söyler: “Bunu yalnızca, yapabileceğin bir şeyi yapmamış olduğunu düşünmemen için alıyorum.” Aradan geçen uzun yıllar boyunca adam neredeyse aralıksız olarak kapı görevlisini gözler. Diğer kapı görevlilerini unutur ve bu ilk kapı görevlisi ona yasaya ulaşmanın önündeki tek engel gibi görünür. Kötü kaderine ilk yıllarda kaba ve gürültülü bir şekilde lanet okur; sonradan, yaşlandıkça, yalnızca kendi kendine homurdanmaya başlar. Çocuklaşır ve kapı görevlisini yıllarca incelemesi sayesinde kürkünün yakasındaki pireleri bile tanımış olduğundan, pirelerden bile ona yardımcı olmalarını ve kapı görevlisini ikna etmelerini ister. Sonunda görme duyusu zayıflar ve gerçekten çevresi mi kararıyor yoksa yalnızca gözleri mi onu yanıltıyor, ayırt edemez olur. Ama şimdi, karanlıkta, yasanın kapısından çıkması engellenemeyen bir ışıltıyı fark eder. Fazla ömrü kalmamıştır. Ölümünden önce, aradan geçen tüm zaman boyunca edindiği deneyimler, kafasında, o ana kadar kapı görevlisine yöneltmemiş olduğu bir soruya dönüşür. Katılaşmış bedenini artık doğrultamadığından, ona el sallar. Aralarındaki boy farkı adamın aleyhine çok fazla değişmiş olduğundan, kapı görevlisi, ona doğru bir hayli eğilmek zorunda kalır. “Hâlâ ne öğrenmek istiyorsun?” diye sorar, kapı görevlisi: “doymak bilmiyorsun”. “Herkes yasa için uğraşıp didinir” diyen adam devam eder: “öyleyse nasıl oldu da, aradan geçen uzun yıllar boyunca benden başka hiç kimse içeri girme izni istemedi?” Adamın ölmek üzere olduğunu anlayan kapı görevlisi, sağırlaşmakta olan kulaklarına sesini duyurmak için haykırır: “Burada başka hiç kimse girme izni alamazdı, çünkü bu kapı yalnızca sana ayrılmıştı. Şimdi gidiyorum ve onu kapatıyorum.”
 

Ynt: Hikayeler

Eski Bir Çin Hikayesi..

Köyün birinde yaşlı bir adam yaşarmış. Çok fakirmiş ama kralın bile kıskandığı bir ata sahipmiş. Kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. “ Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı?” dermiş.

Bir sabah kalkmışlar ki at yok! Köylü ihtiyarın başına toplanmış. “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne atın,” demişler.

İhtiyar, “Karar vermek için acele etmeyin,” demiş. “Sadece ‘at kayıp’ deyin, çünkü gerçek sadece bu. Ötesi sizin yorumunuz. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa şans mı bunu henüz bilemiyoruz.”

Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden, bir gece ansızın at dönmüş. Meğerse çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.
“Tamam”, demişler, “sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var.”
“Karar vermek için yine acele ediyorsunuz,” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden, “bu adam sahiden budala,” diye geçirmişler.
Bir hafta geçmeden, ihtiyarın tek oğlu vahşi atları terbiye etmeye çalışırken attan düşmüş ve bacağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun bir süre yatakta kalacakmış.

Köylüler gene gelmiş ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın,” demişler. “bu atlar yüzünden tek oğlun uzun süre bacağını kullanamayacak. Sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın.”
İhtiyar, “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz,” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin yorumunuz, sizin verdiğiniz karar. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra düşmanlar kat kat büyük bir orduyla saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan herkesi askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu hariç büyün gençleri askere almışlar! Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler gene ihtiyara gelmişler. “Gene haklı olduğun kanıtlandı,” demişler. “oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki hiç dönmeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, şansmış meğer.”
“Siz erken karar vermeye devam edin,” demiş ihtiyar. “Oysa gelecekte ne olacağını kimse bilemez. Bilinen tek şey var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde…Bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu kim bilebilir ki?”

Eski bir çin hikayesi olan bu anlamlı öyküden çıkarılacak dersler nelerdir?

1. ders: bu öykü bana dilimizdeki ‘hayırlısı olsun’ deyişinin anlamını açıklıyor.
2. ders: elde ettiğimiz sonuçlar değil, onlara yüklediğimiz ‘iyi’ ya da ‘kötü’ gibi anlamlar ne hissedeceğimizi belirliyor.

(alıntı)
 




Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,479
Mesajlar
1,518,552
Kayıtlı Üye Sayımız
172,133
Kaydolan Son Üyemiz
sereze

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst