muratsahin
Kamp I
Not: Aşağıdaki yol notları offroad türü değil touring tipi bir geziye aittir. İlginizi çekmes dileğiyle.
Amasya'ya yaptığım bir gezi sırasında dönüş yolunda aklımın bir köşesine "Sinop" diye yazmıştım... Fakültede oda arkadaşım Sinop'lu Aziz Konukman'ın kişiliği beni hep etkilerdi; kendisine kendi ile ilgili soru sorulduğunda lafı bir şekilde Sinop'a bağlar; Sinop'un insanının bir başkalığını hatırlatırdı. Bir şekilde Aziz'in beni etkilemesine izin verişimden bir şekilde Sinop'un adının neredeyse kirli hiç bir şeyle anılmayışına tanıklıktan, zihnimde hep farklı bir yere koymuşum Sinop'u...
Tasrladığım rota iki güne sığmıyor ille de 3 gün istiyordu çünkü en acele haliyle 1200 km tutacağa benziyordu. Bu tür uzun ve sıkıştırılmış programlarda yol arkadaşlığı özellikle önemli; hem nazımı çeken hem de uyumlu sürdüğümüz Zihni "Aslan" Aslan'la yola çıktık...
Ankara'dan Kastamonu'ya gelene kadar yolda heyecan uyandıran pek bir şey yok. Kastamonu'ya yaklaşırken biraz virajlar başlıyor ama Küre Dağlarınaki beklentim çok daha yüksek olduğundan fazla bir şey yaşamadığımı düşünerek Kastamonu'da şehir merkezinde Nasrullah Camiî yakınına motorları park edip o tarafta en güzel etli ekmek yaptığı söylenen Karadeniz Pide'de etli ekmeklerimizi yedik. Daha önce 5-6 kez içinden geçerken gezdiğimiz için şehirde oyalanmadan yola koyulduk. Etli ekmek bir porsiyon yeterli kesilikle 1.5 yememek lazım çünkü uyutuyor
Yolda Taşköprü ilçesine geldiğimizde nehir (Gökırmak) boyu süren yeşilliğin üzerine bir altın kemer atılmış olduğunu gördük. Yaklaşık 650 yıldır altından geçen suyla sarmaş dolaş, sırtında bir kıyıdan diğerinde insan taşıyor... Öyle vakur bir duruşu var. 1460'daki fetihten bu yana hiç işgal yaşamamış Taşköprü 1. Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş(İstiklal) savaşları sırasında ve sonrasında çok sayıda evladını "şehit" olarak vermiş. Köprünün vakarı birazdan oradan geliyor belli ki.
Bir kaç fotoğraf için burada dinlenerek yola devam ettik. Kastamonu çıkışında uzunca süre düz ve temiz asfaltta gittik. Daha sonra Taşköprüyü geçtikten sonra ve özellikle Hanönün Boyabat taraflarında yol çok zevkli hale gelmeye başladı. Endurocu bir arkadaşımın tavsiyesi ile yeni aldığım lastikleri (Michelin- Anakee) denemeye başlıyorum. Çok güvenli bir asfalt ve kimi uzun kimi kısa virajlar var. Zihni abi de lastikleri yeni değiştirdi o yüzden içimiz rahat. Önce normal tempomuzda denedik sıfır sorunla yatıyor motorlar. Sonra biraz daha biraz daha derken Varadero'nun imkanlarının mucizevi sınırlarını keşfettim. Açıkçsı ikinci motorum BMW K1200S'i bu kadar rahat yatırabilmiş değilim ama Varadero ben viraj kurduyum istediğin kadar kudur diyor...
Boyabat taraflarında alt taraflarda yeni bir yol çalışması var. Geniş ve daha az virajlı. İleride büyük ihtimal bizim gittiğimiz yol Zigana Hamsiköy arasındaki yol gibi kendi kaderine terk edilecek, o yüzden meraklısı vakit geçirmeden o yolun tadını alsın derim.
Fotoğraf sitelerinde Erfelek Şelalerinin fotoğraflarını görüp görüp, ben de çeksem diye özenirdim... Diyaframı kıs, obtüratör hızını düşür, makineyi sağlam bir yere daya akan suya pamuk etkisi sağlayarak herkesin çektiği şeyi sen de çek.... rahatla ! Biraz yol olsun biraz da görmek istediğim için Erfelek yoluna girdik. Mükemmel bir yol, virajlar çok hoş ara ara ters meyiller var ama lastikler zamk gibi yapışıyor yola sorunsuz şekilde Erfelek'e gittik. Şelalelere gelmeden önce DSİ Erfelek Barajı diye bir baraj gölü gördük. Muhteşem güzellikte bir göl. Barajı besleyen nehirin adı Karasu. Gerçekten de barajda çevredeki yoğun yeşilliklerden yansıyan bir koyuluk var.
Baraj etrafını dolaşarak şelale bölgesine geliniyor. Stabilize toprak yol. biraz toz yutuyoruz ama sorunsuz... Göle ulaştığım saatlerde ışık çok güzeldi epeyi fotoğraf çektim. Bu kadar güzel ışığı olan yerden neden kimse çekmemiş diye düşünmeden edemiyor insan. Fotoğrafçı takımını bir miktar tanırım. Bir yerde bir şey bulundu mu hep birlikte tüketmek için projektere uçuşan gece böcekleri gibi aynı yöne doğru koşmaya koşullu yaşar çoğu. Aynı tuzağa düşmeyelim diye ben pamuklu şelale fotoğrafı çekmemeye yemin ederek o işi takvim fotoğrafçılarına emanet ettim
Şelale girişinde Ankaralı arkadaşlar arasında Dakar Zihni olarak anılan Zihni abimin kısa da olsa nehir geçişini zevkle izledim ve fotoğrafladım.
Erfelek Şelaleri yaklaşık üç saatlik bir yürüyüş yolu üzerinde irili ufaklı yirminin üzerinde şelalenin izlenebildiği bir dizi. Bu diziyi izleyebilmek için öncelikle oraya vardığınızda oturan yerinizin acımaması ve aklınızın da "yemişim şelalesini... bir sade Türk kahvesi ve ayaklarımı uzatmak için bütün kültürel değerleri aha şu suya dökmeye razıyım" diye çalışmaması gerekiyor
Uzun lafın kısası yürümeyi ve tırmanmayı gözümüz yemediğinden çıkmadık ama kahve iyi geldi. Daha sonra Azdavay'da karşılaşacağımız Öner'e yok biz oraya çıkmadık derken onun inanılmaz bakışlarla "nasıl yani e o zaman niye gittiniz" diyen bakışlarına da bu satırlar cevap olsun
Erfelek'den Sinop'a giden yol üzerinde Doğu Karadenize özgü olduğunu sandığım "serender"lerden gördüm.
Yiyecek depolamak için kullanılan ayaklarla yerden kesilmiş ve içine fare girmesin diye yassı yuvarlak taşlarla engelli hale getirilmiş odacıklar bunlar. Komik görünümleri var. Bir de yine daha doğuda olduğunu sandığım laz aksanının bu bölge kırsalında oldukça yaygın olduğunu fark ettim. Erfelekden Sinop'a indikten sonra yatacak yer arama telaşı başladı.Üç günlük tatil nedeniyle Öğretmen Evi dahil her tür makul adres doluydu. Makul olmayan yerlerde de fiyatlar hem uçuk hem de şehir dışı olduğundan elverişsiz geldi. Yeniden şehir merkezine indik ve bütçeyi kasmayan bir yer bulduk.
Üzerimizi değişip kendimizi limana attık. Sinop Karadeniz'in İzmir'i.
Nazım Hikmet Ran'ı, Orhan Kemali, Sebahattin Ali'yi, Necip Fazıl Kısakürek'i konuk edişindeki mahçubiyet sanki şehirde her duvarın gölgesine sızmış gibi gelirdi bana. Şehrin fotoğraflarında, küçük İtalyan kasabalarının telaşlı ve neşeli sadeliğini yansıtan bir asudelik sezerdim. Gerek kent dokusu, gerek insanı ile sanki komşularından farklı durduğunu düşünürdüm. Şehrin merkezinde geçirdiğimiz akşam bu düşünceleri doğruladı. Ölçülü, samimi bir ortam her kes kendi halinde ve yanyana. Üstelik "aile yeri" uygulaması yok. Nerede yemek istiyorsanız oraya oturup yiyebiliyorsunuz. Bunu Ankarada İstanbulda yapabileceğiniz yer sayısı çok fazla değildir. Balık tutanlarla laflayarak, akşam da istavrit ve rakı eşliğinde geceyi tamamladık ve uyumaya gittik.
Ertesi gün Cide'ye yola çıkmadan Sinop'un içinde tur attık. Öyle tarihi yerlre falan değil insanların yaşadığı çocukların oynadığı sokaklardan geçmeye özen göstererek.
Balkonlarda asılı çamaşırlardaki temizliğin kokusunu, hemen yanındaki apartmandaki çanak antenlerin o apartmandaki delikanlılalara ne heyecanlar yaşattığını hayal ederek geçtik Sinop'tan. Şehirden ayrılmadan Hamsilos koyunu ve İnceburun'u görmek istedik. Hamsilos Koyunca bir karı koca küçük bir teknede ağ atıyorlardı.
Büyük şehirlerde bir yaşam telaşı egzost dumanı ve birbirinin ayağına basarak sürerken, aynı telaş burada biraz ıslak biraz bir kayığın içine sığabildiği kadar umutla sürüyor işte... aslında aynı şeyleri ya daha modern ya da daha iptidai araçlarla yaşıyor gibiyiz. Ulaşımı da kendisi de çok güzel Hamsilos koyunun orada epey vakit geçirip İnceburuna gidiyoruz. Yol boyu asfalt üzerinde mıcır döküntüleri var, biraz dikkatli olmak yetiyor.
İnceburun feneri "en uç" noktası Türikiye'nin. en uçta tek kişilik bir mezar vardı. mezar taşlarını oldum olası severim. bununki alelade beyaz bir mermerdi. üzerindeki isim boya ile silinmiş. En uca gömülmüş... en uca gömülmek tuhaf bir şey. Gömüldükten sonra son yanlızlıkla örtülüyor üstün. Ama en uca gömülmek sanki o örtüyü biraz daha kalınlaştıran, altındakini biraz daha ışıksızlaştıran bir şey... Senden ötede kimse ve hiç bir şey yok... İnsan tuhaf oluyor. Mezarın bunun dışında bir özelliği olmadığından fotoğrafını koymadım. Hem adını boya ile kapatmışlar belki fotoğrafı da olsun istemezdi yakınları...
Sinop'tan çıkıp Ayancık yoluna saptık. Yol yine tipik orta Karadeniz yolu. Virajlar, yeşillikler, dağlara çıkış iniş... doğu Karadenizdeki kadar nehir ve akarsu yok ama yine de çok güzel. Yol boyu ufak yerlere girip çıkarak devam ettik. Cide'ye yaklaştığımızda en son Doğanyurt diye bir kasabaya girdik; ben evlerin fotoğrafını çekerken Zihni abi de çay içöeceğimiz bir yer arıyordu. Birden kasabanın sessiziliği bozuldu. "Şehitler ölmez vatan bölünmez" diye slogan atılıyor. Önce acaba kasabadan şehit mi var diye bakındık. Sonra bunun bir askere uğurlama töreni olduğu anlaşıldı.
8-10 genç bir kamyonun tepesinde bir davul eşliğinde, arkalarında bir Mercedes Vito (belli ki asker adayının aile yakını orta yaşlı dayı amca takımı o araçta) bir cümbüş tutturmuşlar avuç içi kadar kasaba içinde dönüp duruyorlar... Her Türk asker doğar.... Şehitler ölmez vatan bölünmez... İnsanın içi acıyor. Şimdi güle oynaya attıkları bu son slogan göz yaşları ve nefretle de atılabilir... Bu mümkün... Ve ben bunu sadece TV'den izleyip o derece dışında kalabilirim bu üzüntünün... Ya da en fazla bir sigara içimi kahredebilirim. Ama arkadaşları onu şehitler ölmez diye davul eşliğinde uğurluyor askere. Ve evine dönene dek belki de her gece o davuldan daha çok ses çıkaracak anasının yüreği... ihtimal hiç birimiz duymayacağız.
Amasya'ya yaptığım bir gezi sırasında dönüş yolunda aklımın bir köşesine "Sinop" diye yazmıştım... Fakültede oda arkadaşım Sinop'lu Aziz Konukman'ın kişiliği beni hep etkilerdi; kendisine kendi ile ilgili soru sorulduğunda lafı bir şekilde Sinop'a bağlar; Sinop'un insanının bir başkalığını hatırlatırdı. Bir şekilde Aziz'in beni etkilemesine izin verişimden bir şekilde Sinop'un adının neredeyse kirli hiç bir şeyle anılmayışına tanıklıktan, zihnimde hep farklı bir yere koymuşum Sinop'u...
Tasrladığım rota iki güne sığmıyor ille de 3 gün istiyordu çünkü en acele haliyle 1200 km tutacağa benziyordu. Bu tür uzun ve sıkıştırılmış programlarda yol arkadaşlığı özellikle önemli; hem nazımı çeken hem de uyumlu sürdüğümüz Zihni "Aslan" Aslan'la yola çıktık...
Ankara'dan Kastamonu'ya gelene kadar yolda heyecan uyandıran pek bir şey yok. Kastamonu'ya yaklaşırken biraz virajlar başlıyor ama Küre Dağlarınaki beklentim çok daha yüksek olduğundan fazla bir şey yaşamadığımı düşünerek Kastamonu'da şehir merkezinde Nasrullah Camiî yakınına motorları park edip o tarafta en güzel etli ekmek yaptığı söylenen Karadeniz Pide'de etli ekmeklerimizi yedik. Daha önce 5-6 kez içinden geçerken gezdiğimiz için şehirde oyalanmadan yola koyulduk. Etli ekmek bir porsiyon yeterli kesilikle 1.5 yememek lazım çünkü uyutuyor
Yolda Taşköprü ilçesine geldiğimizde nehir (Gökırmak) boyu süren yeşilliğin üzerine bir altın kemer atılmış olduğunu gördük. Yaklaşık 650 yıldır altından geçen suyla sarmaş dolaş, sırtında bir kıyıdan diğerinde insan taşıyor... Öyle vakur bir duruşu var. 1460'daki fetihten bu yana hiç işgal yaşamamış Taşköprü 1. Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş(İstiklal) savaşları sırasında ve sonrasında çok sayıda evladını "şehit" olarak vermiş. Köprünün vakarı birazdan oradan geliyor belli ki.
Bir kaç fotoğraf için burada dinlenerek yola devam ettik. Kastamonu çıkışında uzunca süre düz ve temiz asfaltta gittik. Daha sonra Taşköprüyü geçtikten sonra ve özellikle Hanönün Boyabat taraflarında yol çok zevkli hale gelmeye başladı. Endurocu bir arkadaşımın tavsiyesi ile yeni aldığım lastikleri (Michelin- Anakee) denemeye başlıyorum. Çok güvenli bir asfalt ve kimi uzun kimi kısa virajlar var. Zihni abi de lastikleri yeni değiştirdi o yüzden içimiz rahat. Önce normal tempomuzda denedik sıfır sorunla yatıyor motorlar. Sonra biraz daha biraz daha derken Varadero'nun imkanlarının mucizevi sınırlarını keşfettim. Açıkçsı ikinci motorum BMW K1200S'i bu kadar rahat yatırabilmiş değilim ama Varadero ben viraj kurduyum istediğin kadar kudur diyor...
Boyabat taraflarında alt taraflarda yeni bir yol çalışması var. Geniş ve daha az virajlı. İleride büyük ihtimal bizim gittiğimiz yol Zigana Hamsiköy arasındaki yol gibi kendi kaderine terk edilecek, o yüzden meraklısı vakit geçirmeden o yolun tadını alsın derim.
Fotoğraf sitelerinde Erfelek Şelalerinin fotoğraflarını görüp görüp, ben de çeksem diye özenirdim... Diyaframı kıs, obtüratör hızını düşür, makineyi sağlam bir yere daya akan suya pamuk etkisi sağlayarak herkesin çektiği şeyi sen de çek.... rahatla ! Biraz yol olsun biraz da görmek istediğim için Erfelek yoluna girdik. Mükemmel bir yol, virajlar çok hoş ara ara ters meyiller var ama lastikler zamk gibi yapışıyor yola sorunsuz şekilde Erfelek'e gittik. Şelalelere gelmeden önce DSİ Erfelek Barajı diye bir baraj gölü gördük. Muhteşem güzellikte bir göl. Barajı besleyen nehirin adı Karasu. Gerçekten de barajda çevredeki yoğun yeşilliklerden yansıyan bir koyuluk var.
Baraj etrafını dolaşarak şelale bölgesine geliniyor. Stabilize toprak yol. biraz toz yutuyoruz ama sorunsuz... Göle ulaştığım saatlerde ışık çok güzeldi epeyi fotoğraf çektim. Bu kadar güzel ışığı olan yerden neden kimse çekmemiş diye düşünmeden edemiyor insan. Fotoğrafçı takımını bir miktar tanırım. Bir yerde bir şey bulundu mu hep birlikte tüketmek için projektere uçuşan gece böcekleri gibi aynı yöne doğru koşmaya koşullu yaşar çoğu. Aynı tuzağa düşmeyelim diye ben pamuklu şelale fotoğrafı çekmemeye yemin ederek o işi takvim fotoğrafçılarına emanet ettim
Şelale girişinde Ankaralı arkadaşlar arasında Dakar Zihni olarak anılan Zihni abimin kısa da olsa nehir geçişini zevkle izledim ve fotoğrafladım.
Erfelek Şelaleri yaklaşık üç saatlik bir yürüyüş yolu üzerinde irili ufaklı yirminin üzerinde şelalenin izlenebildiği bir dizi. Bu diziyi izleyebilmek için öncelikle oraya vardığınızda oturan yerinizin acımaması ve aklınızın da "yemişim şelalesini... bir sade Türk kahvesi ve ayaklarımı uzatmak için bütün kültürel değerleri aha şu suya dökmeye razıyım" diye çalışmaması gerekiyor
Erfelek'den Sinop'a giden yol üzerinde Doğu Karadenize özgü olduğunu sandığım "serender"lerden gördüm.
Yiyecek depolamak için kullanılan ayaklarla yerden kesilmiş ve içine fare girmesin diye yassı yuvarlak taşlarla engelli hale getirilmiş odacıklar bunlar. Komik görünümleri var. Bir de yine daha doğuda olduğunu sandığım laz aksanının bu bölge kırsalında oldukça yaygın olduğunu fark ettim. Erfelekden Sinop'a indikten sonra yatacak yer arama telaşı başladı.Üç günlük tatil nedeniyle Öğretmen Evi dahil her tür makul adres doluydu. Makul olmayan yerlerde de fiyatlar hem uçuk hem de şehir dışı olduğundan elverişsiz geldi. Yeniden şehir merkezine indik ve bütçeyi kasmayan bir yer bulduk.
Üzerimizi değişip kendimizi limana attık. Sinop Karadeniz'in İzmir'i.
Nazım Hikmet Ran'ı, Orhan Kemali, Sebahattin Ali'yi, Necip Fazıl Kısakürek'i konuk edişindeki mahçubiyet sanki şehirde her duvarın gölgesine sızmış gibi gelirdi bana. Şehrin fotoğraflarında, küçük İtalyan kasabalarının telaşlı ve neşeli sadeliğini yansıtan bir asudelik sezerdim. Gerek kent dokusu, gerek insanı ile sanki komşularından farklı durduğunu düşünürdüm. Şehrin merkezinde geçirdiğimiz akşam bu düşünceleri doğruladı. Ölçülü, samimi bir ortam her kes kendi halinde ve yanyana. Üstelik "aile yeri" uygulaması yok. Nerede yemek istiyorsanız oraya oturup yiyebiliyorsunuz. Bunu Ankarada İstanbulda yapabileceğiniz yer sayısı çok fazla değildir. Balık tutanlarla laflayarak, akşam da istavrit ve rakı eşliğinde geceyi tamamladık ve uyumaya gittik.
Ertesi gün Cide'ye yola çıkmadan Sinop'un içinde tur attık. Öyle tarihi yerlre falan değil insanların yaşadığı çocukların oynadığı sokaklardan geçmeye özen göstererek.
Balkonlarda asılı çamaşırlardaki temizliğin kokusunu, hemen yanındaki apartmandaki çanak antenlerin o apartmandaki delikanlılalara ne heyecanlar yaşattığını hayal ederek geçtik Sinop'tan. Şehirden ayrılmadan Hamsilos koyunu ve İnceburun'u görmek istedik. Hamsilos Koyunca bir karı koca küçük bir teknede ağ atıyorlardı.
Büyük şehirlerde bir yaşam telaşı egzost dumanı ve birbirinin ayağına basarak sürerken, aynı telaş burada biraz ıslak biraz bir kayığın içine sığabildiği kadar umutla sürüyor işte... aslında aynı şeyleri ya daha modern ya da daha iptidai araçlarla yaşıyor gibiyiz. Ulaşımı da kendisi de çok güzel Hamsilos koyunun orada epey vakit geçirip İnceburuna gidiyoruz. Yol boyu asfalt üzerinde mıcır döküntüleri var, biraz dikkatli olmak yetiyor.
İnceburun feneri "en uç" noktası Türikiye'nin. en uçta tek kişilik bir mezar vardı. mezar taşlarını oldum olası severim. bununki alelade beyaz bir mermerdi. üzerindeki isim boya ile silinmiş. En uca gömülmüş... en uca gömülmek tuhaf bir şey. Gömüldükten sonra son yanlızlıkla örtülüyor üstün. Ama en uca gömülmek sanki o örtüyü biraz daha kalınlaştıran, altındakini biraz daha ışıksızlaştıran bir şey... Senden ötede kimse ve hiç bir şey yok... İnsan tuhaf oluyor. Mezarın bunun dışında bir özelliği olmadığından fotoğrafını koymadım. Hem adını boya ile kapatmışlar belki fotoğrafı da olsun istemezdi yakınları...
Sinop'tan çıkıp Ayancık yoluna saptık. Yol yine tipik orta Karadeniz yolu. Virajlar, yeşillikler, dağlara çıkış iniş... doğu Karadenizdeki kadar nehir ve akarsu yok ama yine de çok güzel. Yol boyu ufak yerlere girip çıkarak devam ettik. Cide'ye yaklaştığımızda en son Doğanyurt diye bir kasabaya girdik; ben evlerin fotoğrafını çekerken Zihni abi de çay içöeceğimiz bir yer arıyordu. Birden kasabanın sessiziliği bozuldu. "Şehitler ölmez vatan bölünmez" diye slogan atılıyor. Önce acaba kasabadan şehit mi var diye bakındık. Sonra bunun bir askere uğurlama töreni olduğu anlaşıldı.
8-10 genç bir kamyonun tepesinde bir davul eşliğinde, arkalarında bir Mercedes Vito (belli ki asker adayının aile yakını orta yaşlı dayı amca takımı o araçta) bir cümbüş tutturmuşlar avuç içi kadar kasaba içinde dönüp duruyorlar... Her Türk asker doğar.... Şehitler ölmez vatan bölünmez... İnsanın içi acıyor. Şimdi güle oynaya attıkları bu son slogan göz yaşları ve nefretle de atılabilir... Bu mümkün... Ve ben bunu sadece TV'den izleyip o derece dışında kalabilirim bu üzüntünün... Ya da en fazla bir sigara içimi kahredebilirim. Ama arkadaşları onu şehitler ölmez diye davul eşliğinde uğurluyor askere. Ve evine dönene dek belki de her gece o davuldan daha çok ses çıkaracak anasının yüreği... ihtimal hiç birimiz duymayacağız.