Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan ebruca Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 26
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 25,218
Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Yol hikayeleri 14. ve 15. hafta


İki kız kardeşin geçimsizliğinin sonu…

Bir zamanlar düz bir ovada yaşayan bir köylünün iki kızı varmış. Bu iki kız kardeş bir birleriyle hiç geçinemezlermiş. Bir gün ihtiyar baba çalışamayacak duruma gelince çaresiz kalıp kızlarını odun toplamaya göndermiş. İki kız kardeş gittikleri yerde yeterince sobada yakacak odunu toplamışlar. Sonra abla odunları küçük kardeşin sırtına yüklemiş ve eve doğru yola koyulmuşlar. Biraz yol gittikten sonra beli ağrıyan küçük kız ablasına;

- Belim çok ağrıdı abla, ne olur biraz da sen taşı!

Diye seslenmiş. Abla küçük kardeşin bu sesine kulak asmamış ve yoluna devam etmiş. Biraz daha gitmişler küçük kız yine ablasına seslenmiş ama ablası hiç oralı bile olmamış. Küçük kız sonunda dayanamamış ve ablasına;

- Abla abla, senin gibi ablam olacağına olmaz olsun. Dağ olasın, taş olasın, uzun uzun kış olasın, belimdeki ağrı adın, seller yağmurlar muradın olsun. Demiş.

Ablası durur mu? O da küçük kız kardeşine vermiş veriştirmiş.

- Senin gibi kardeşim olacağına taş olsun. Saçların çayır, eteklerin bayır olsun. Başın dilin gibi sivri, yamacın boynun gibi eğri, adın da benim gibi ağrı olsun.

Derken bir gürültü kopmuş, bir toz bulutu kaplamış ortalığı. Biraz sonra ovada iki yüce dağ sivrilmiş... Biri Küçük Ağrı, diğeri Büyük Ağrı. Böylece iki geçimsiz kardeşin ikisi de birer dağ olmuş…

Doğu’da yaşayanlar bilirler. Uzun kış gecelerinde büyükler tarafından bu ve buna benzer efsaneler çok anlatılırdı. İki kız kardeşin geçimsizliğini, iki dağa dönüştüren sonları da Ağrı Dağı ile ilgili anlatılan efsanelerden biridir. Dört mevsim boyunca zirvesindeki karların erimediği, Ağrı Dağı’nı avucunun içi gibi bilen İskender Iğdır dâhil birçok dağcıyı yutan, hakkında şiirler, şarkılar yazılan bu dağın, aynı zamanda eteklerinde Nuh’un gemisini sakladığına da inanılır…

Ağrı Dağının eteklerini bisikletle tırmanmak

İsminden dolayı herkesin Ağrı ili sınırları içinde yer aldığını düşünmesine rağmen Ağrı Dağı’nın yüzde sekseni Iğdır sınırları içindedir. 5137 metre yüksekliğiyle; Türkiye, Nahçıvan, İran ve Ermenistan olmak üzere dört ülkeden izlenebiliyor. Ancak Iğdır’da kaldığım üç gün boyunca hava sisli olduğundan dolayı bu güzelliği tam anlamıyla göremiyorum. Iğdır’dan Doğubayazıt’a gitmek için öncelikle Ağrı Dağı’nın eteklerini tırmanmam gerekiyor. Hafif eğimlerle başlayan yaklaşık 25 km’lik rampayı, Doğubayazıt’ta çekeceğim Ağrı Dağı fotoğraflarını hayal ederek pedallamaya başlıyorum. Puslu havada dağ eteklerinde tek sıra halinde ilerleyen koyun katarlarını izlerken ilk 10 km’yi arkamda bırakıp bir jandarma kontrol noktasına geliyorum. İşte burada yolculuğumun ilk kimlik kontrolü yapılıyor. Yolda çoban köpeklerine dikkat etmem konusunda uyarılarda bulunan nöbetçi askerler, mataramdaki suyu da değiştirdikten sonra kimliğimi verip beni gönderiyorlar. Askerler beni çoban köpekleri konusunda uyardıktan sonra bu bölgedeki çoban köpeklerinin ne kadar saldırgan olabildiklerini düşünüyorum. Daha önce de karşılaşmıştım bu köpeklerle. Uzaktan çok vahşi görünmelerine rağmen yanlarına gidip sevdiğin zaman kuzu gibi oluyorlar. Ancak hepsi aynı değildir. Bazıları o kadar saldırgan ki, sahibi bile zapt etmekte güçlük çekebiliyor. Peki ya rampa tırmanırken bu saldırgan olan köpeklerden biri gelse ve yakınlarda sahibi de görünmüyorsa o zaman ne yapacağım? O korkuyla saate 8-9 km’yle çıktığım rampayı 20 km’le çıkarım. Hayır, olmaz. Yine yetişir ve ben nefes nefeseyken ısırır beni. O halde bisikletimin yönünü aşağı doğru çevirir, güçlükle çıktığım bu rampayı saatte 50 km hızla aşağı inerim… İşte böyle kafamda senaryolar kurarak rampa yukarı pedal çevirirken, uzaktan havlayarak bana doğru koşan bir çoban köpeğinin gerçekliğiyle irkiliyorum.

İstediğimiz kadar acil durumlarda neler yapacağımızla ilgili çok ince planlar yapalım o anı yaşamadan nasıl hareket edeceğimize karar veremeyiz. O anı yaşadığınızda saliseler içinde aklınıza öyle bir fikir gelir ki, yaptığınız onca planın havada kaldığını görürsünüz. Ve aklınıza gelen o fikir en doğru fikirdir. Bazen de hiçbir şey düşünemezsiniz donup kalırsınız. Bazen de hiç beklemediğiniz bir olay gerçekleşerek sizin kurtuluş biletinizi keser… Peki, ben o anda ne mi yaptım? Sadece durdum ve neler olacağını beklemeye başladım. Benim durduğumu gören çoban köpeği de durdu ve bir süre durduğu yerden havlamaya devam etti. Daha sonra hiçbir şey olmamış gibi çekip gitti ve ben de rahat bir nefes aldım…

‘’Oyun arkadaşları koyunlar ve köpekler, oyuncakları ise çamur ve taşlardır’’

Koçerleri bilir misiniz? Koçerler Yüzyıllardır Doğu ve Güneydoğu’daki yaylalarda hayvancılık yaparlar. Hayvancılıktan elde ettikleri; et, süt, yağ, yoğurt, yün vs. ile Türkiye ekonomisine de ciddi katkılar sağlıyorlar. Doğu’da yolculuk yaparken her an bir Koçer çadırı görmeniz mümkündür. Yerleşik bir hayatları olmadığı için çocuklar o çadırlarda doğar ve büyür. Birçoğu okula gidemez, yüzlerine baktığınız da masumiyeti ve o saf temizliği görürsünüz. Elbiseleri yırtıktır, ayaklarında ya bir terlik ya da bir lastik ayakkabı vardır. Oyun arkadaşları koyunları ve çoban köpekleridir. Oyuncakları ise çamur ve taşlardır. Hallerinden hiçbir zaman şikâyetçi değillerdir çünkü bizim yaşadığımız şatafatlı hayat onlara çok uzak ve çok yabancıdır. Gözlerinde mutluluğun sonsuz ışığını görürsünüz. Onlar Koçerlerdir, konup göçerler. Yaylaları, otları, soğuk suları onlara sorarsınız. Her koyuna bir isim vermişlerdir. Biz konuşarak bile anlaşamazken onlar dili olmayan bu hayvanlarla müthiş bir iletişim kurarlar…

İşte Ağrı Dağı’nın eteklerini tırmanırken bir Koçer çadırı görüyorum. Bisikletimi yol kenarına bırakıp çadıra doğru gidiyorum. Çadırın erkekleri hayvanları otlatmaya götürdüğü için çadırda sadece iki küçük kız çocuğu ve anneleri var. Bir de çadırın az ilerisinde yere çakılı bir kazığa bağlı hasta bir köpek var. Ben hemen bu sevimli çocukların fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Yüzlerindeki tebessüm utangaçlıklarıyla karışıyor, en küçük çocuk elindeki haşlanmış patatesi kabuğuyla kemirerek annesinin arkasına saklanıyor. Büyük çocuk ise en masum gülücükleriyle mutluluğunu içime işliyor. Çocukların annesi de bizi izleyip gülümsüyor. Sonra bana hoş geldin deyip çadıra girerek bir tas ayran getiriyor. Ayran aslında bardaktan değil tastan içilir. Köylerde ve kırsal yerlerde kimse size bardakta ayran vermez. Çünkü bu bir gelenektir. Yüzyıllardır ayranı tastan içerler. Bardak sonradan onların hayatına girmiştir ve o da sadece çay içiminde kullanılır…

Ağrı Dağı’nı sol tarafıma alıp demir atımla Doğubayazıt’a doğru gitmeye devam ediyorum. Hava yine hafif sisli ve bulutlar bir peçe gibi gizliyor Ağrı Dağı’nın zirvesini. Koyun sürüleri otluyor dağın eteklerinde, çevredeki köylerin bacalarından yükselen dumanlar ise kardeşlerin birbiriyle iyi geçindiğini müjdeliyor…

Hava souğuk, dışarıdayım, cebimde para yok ama çok mutluyum

Doğubayazıt’ın girişinde bisikletimi yol kenarına çekerek, termosumdan çay içip kumanyamdaki ekmek arası domates ve peyniri yiyorum. Sonra Doğubayazıt’a girip İshakpaşa Sarayına çıkan taş parkeli yolu kullanarak tekrar rampa tırmanmaya başlıyorum. Bir saat 15 dakika pedal çevirmenin ardından İshakpaşa Sarayının 100 metre altında bulunan Murat Kampinge varıyorum. Beni kapıda işletme sahibi Murat Şahin ‘’Welcome’’ diyerek karşılıyor. Ben ise ‘’Hoşbulduk’’ diyerek cevap verince gülümsemeye başlıyor. Murat abiye burada çadır kurmak isteğimi ama paramın olmadığını söylüyorum. Elini sırtıma vurarak ‘’Paranın hiç önemi yok, istediğin yerde çadırını kurabilir ve istediğin kadar kalabilirsin. Ama önce gel bir çay iç ve dinlen.’’ Diyor. İçeri geçip çayımızı içtikten sonra birlikte dışarı çıkıyoruz ve bana rüzgarı daha az hissedeceğim bir yer göstererek çadır kurmama yardımcı oluyor. O akşam aç olan karnımı da Murat abi doyuruyor. Murat Şahin Doğubayazıt’lı. Ağrı Dağına tırmanmak isteyenlere; İngilizce, Almanca, Rusça ve Farsça rehberlik yapıyor. Bugüne kadar 300’ün üzerinde zirve yapan Murat Şahin 2010’da da Ağrı’ya 15 zirve yapmış… Hava bozup yağmur yağmaya başlayınca çadırıma giriyorum. Termosumda sabahtan kalan ılık çayı içerken yüzümde bir tebessüm oluşuyor. Hava soğuk, dışarıdayım, cebimde para yok ama çok mutluyum…



‘’Zindanlarda çığlık atan tutuklulula ve kapıdaki muhafızlar!’’

Ertesi sabah uyandığımda çadırın tavanının neredeyse yüzüme yapışacak kadar aşağı çöktüğünü görüyorum. Gece yağan yağmur çadırın üzerinden baskı yapmış, toprak ıslanmış ve çiviler de gevşeyince gergin olan çadır büzüşerek o hale gelmiş. Hemen çadırı eski haline getirip Murat abinin ikramıyla kahvaltı yapıyorum. Hava açık ve güneşli, öğleden sonra da böyle devam ederse İshakpaşa Sarayı’nın kuzeyindeki yüksek dağa çıkıp yumuşak bir ışıkla Ağrı Dağını yüksek bir yerden fotoğraflayabileceğim. Ancak şansım burada da yaver gitmiyor. Güneşli hava bir anda yerini rüzgara ve yağmura bırakıyor. O gün akşama kadar hava bir açılıp bir kapanıyor. Ben de bu sırada İshakpaşa Sarayını gezme fırsatı buluyorum. İshak Paşa Sarayı, İstanbul Topkapı Sarayından sonra Osmanlı devletinin lale devrinde yapılan sarayların en ünlüsüdür. Bu saray 1685 yılında İshak Paşanın babası Çolak Abdi Paşa tarafından yapımına başlanmış, 1784 yılında ise oğlu İshak Paşa tarafından tamamlanmıştır. Som altından yapılan kapısı 1917 rus işgalinde sökülüp götürülmüş ve hala devam eden görüşmelerde kapının Türkiye’ye iadesi konusunda bir sonuç alınamamıştır. Lise yıllarında bize tarih derslerinde dünyanın ilk kalorifer sisteminin bu sarayda yapıldığı anlatılırdı. Hatta çeşmelerinden süt aktığının bile rivayet edildiği söyleniyordu. Ben de sarayın içini orada hala insanların yaşadığını hayal ederek geziyorum. Sarayın avlusunda bekleyen insanlar, selamlık dairesinde paşanın misafirlerini yolcu edişi, haremdeki kadınların aynalar karşısında süslenip birbirleriyle güzellik yarışına girmeleri, camide cemaat halinde namaz kılanlar, pencerelerden şehri izleyen saray sakinleri, mutfakta saray aşçılarının yemek pişirmeleri, erzak odalarını dolduran işçiler, hamamda yıkananlar, kütüphanede ders çalışan öğrenciler, zindanlarda çığlık atan tutuklular ve kapıdaki muhafızlar… İshak Paşa Sarayından dışarı çıktığımda saray önünden geçen insanları, seyyar satıcıları ve dilencileri görmeyi beklerken büyük bir sessiliğin içinde buluyorum kendimi…

‘’İnsanların gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp geçiyorum’’

Sonraki gün çadırımı toplayarak önce Tendürek dağını aşıp Van’ın Çaldıran ilçesi üzerinden Muradiye’ye geçmek üzere yola koyuluyorum. Rüzgar sakallarımı ve yüzümü okşarken İshak Paşa Sarayının yılan gibi kıvrılan taş parkeli yokuşundan, hiç pedal çevirmeden Doğubayazıt’a iniyorum. Bana el sallayan, selam veren ve gülümseyerek bakan insanların gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp geçiyorum. İlçe merkezinden uzaklaştıkça tarlalarda çalışan insan manzaralarını, toprak evleri ve yakacak olarak kullanılan tezek kümelerini izliyorum. Yol üzerindeki köylerden çay içmeye, yemek yemeye davet eden köylülerin samimiyetiyle bacak kaslarıma dolan enerjiden güç alarak Tendürek dağını tırmanıyorum. Yüzyıllar önce kusan bu dağın etrafa saçtığı lavlar tıpkı çöplere dökülen taş kömürü külü gibi duruyor. Bu öyle büyük bir kül çöpü ki, milyonlarca kamyon hiç aralıksız çalışarak kül taşısa yine bunu başaramaz. İşte Tendürekten geçerken yaratıcının o muazzam gücüne bir kez daha şahit oluyorum…

Muradiye Şelalesi ve köprüden geçen gelin!

Tendürekten Muradiye’ye giderken sadece Jandarma Kontrol noktasında duruyorum. Akşam karanlığına kalmamak için hiç mola vermeden demir atımı Muradiye Şelalesine sürüyorum. Bu şelale Tendürek dağından kaynağını alan Bend-i Mahi çayı üzerindedir. Bu çay Tendürek dağlarından doğduktan ve Çaldıran ovasını suladıktan sonra Muradiye ilçesinin kuzeybatısında, küçük çaplı şelaleler oluşturuyor ve Muradiye Şelalesinin bulunduğu yere geliyor. Daha sonra ise, Muradiye ovasını takip ederek, Van gölüne dökülüyor. Şelale suları çok yüksekten düşmemiş olmasına rağmen, suların oldukça kuvvetli akması nedeniyle, güzel bir görüntü sunuyor. Suların düşme yüksekliği: 15-20 metre arasında değişiyor. Adını ise Bağdat seferi sırasında, burada konaklayan Sultan IV.Murat’tan almıştır. Şelalenin oluşturduğu vadinin üzerinde bir asma köprü yapılmış ve yörede yeni evlenen çiftler bu köprüden geçerek kendilerine şans getireceğine inanırlar. Tesadüf bu ya ben de tam oraya gittiğimde yeni evlenen bir çiftin köprüden geçişini görüp fotoğraflıyorum.

Geceyi çadırda geçirmek için hazırlıklarımı yaparken şelalenin yanında bulunan kahvehaneden bir kişi gelerek; istersem gece onlarla birlikte kahvehanede kalabileceğimi söylüyor. Havanın da soğuk olması onların bu teklifini bana çok cazip kılıyor ve çadırımı toplayıp kahvehaneye geçiyorum. Bana ısmarladıkları sandviçle karnımı da doyurup, Muradiye Şelalesinin sesini dinleyerek rahat bir uykuya dalıyorum...

Van Gölü’nde yüzen göz bebeklerim!

Artık Doğu Anadolu bölgesinin en büyük vilayeti olan Van’a gitmenin vakti geliyor. Daha önce Çıldır Gölüne yaklaşırken yaşadığım heyecana benzer bir heyecanı yaşıyorum pedal çevirirken. Ufak tefek rampaları aştıkça kalp atışlarımın ritmi de gittikçe artmaya başlıyor. Aslında denize olan özlemimi Van gölünün eşsiz güzelliğiyle gidermenin heyecanıdır bu. Önce Bend-i Mahi çayındaki sazlıklarda balık tutan balıkçıları görüyorum. Ardından mavinin en güzel tonlarıyla insana huzur veren Van gölü çıkıyor karşıma. Hemen bisikletimden inip bir kayanın üzerine çıkarak kollarımı açıyorum ve göz bebeklerimi o eşsiz maviliklerde yüzdürerek ruhen ve bedenen gevşiyorum… İçimde pır pır eden kuşu azat edip yükleniyorum pedallara ve karşıma çıkan rampaları nasıl geçtiğimin farkına bile varmadan kendimi Van’ın içinde buluyorum. İlk olarak iskeleye gidip bir çay bahçesinde oturarak göz bebeklerimi Van denizinde bir kez daha yüzdürüyorum. Sonra Anadolu Ajansının Van muhabirliğini yapan arkadaşım Ahmet İzgi’yle buluşuyoruz. Van’da kaldığım dört gün boyunca da Ahmet’in misafiri oluyorum…

Van

Van Urartulardan kalan bir şehirdir. Urartuların başkenti olan Van’ın o zamanki adı Tuşba imiş. Bölgedeki kazılarda bulunan kalıntılar; Van’ın tarihinin M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzandığını gösteriyor. Şehir, bu zaman dilimi içerisinde birçok medeniyete de ev sahipliği yapmış. Van Gölü ise Türkiye'nin ve dünyanın en büyük soda gölüdür. Gölün suyu çok tuzlu ve sodalıdır. Yani normal deniz suyundan 6 kere daha tuzludur. Gölün sodalı ve tuzlu suyunun cilt hastalıklarına iyi geldiği söylenmektedir. Hatta ben bunu bizzat yaşadım. 1999 yılında vücudumdaki kaşıntılara ilaçlar çare olamazken Van Gölü’ne girdikten sonra kaşıntıların bir hafta içerisinde geçtiğine şahit oldum.
Van Gölü'nün deniz yüzeyinden yüksekliği, 1720 m, Yüzölçümü 3765 km2’dir. Yani Marmara Denizi'nin 3/1 i kadardır. Göl Nemrut Dağı'nın patlaması sonucu oluşan Set Gölü'dür. Eski sınırları Muş Ovası'na kadar uzanmaktaymış. Ancak bazı evreler sonucu bugünkü halini almış. Her mevsim, her saatte farklı bir renk alan, gündoğumu ve günbatımının muhteşem olduğu bu gölü herkesin görmesi gerekir. Van deyince akla kahvaltı gelir. Sadece Van’da değil, Türkiye’nin birçok ilinde Van kahvaltı salonlarına rastlamak mümkündür. İşte Van’ın yerel lezzetler sunan mutfağının önemli bir kısmını da bu kahvaltı salonları oluşturuyor. Kentin hemen hemen her sokağında bulunan kahvaltı salonlarında kendine özel masaları, kaymak, bal, otlu peynir ve tereyağı gibi doğal ürünler donatıyor…



Van kedileri sağır olurlar!

Türkiye’de kediden bahsederken ilk akla gelen türlerin başında Van Kedisi gelir. gözleri her ikisi mavi, her ikisi kehribar veya bir gözü mavi diğer gözü kehribar renkte olmak üzere üç çeşit olabiliyor. Ama son yıllarda nesli tükenmek üzere olduğundan dolayı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi onları koruma altına almak için üniversite kampüsünde bu kediler için özel bir ev yapmış. Van’a gelirken özellikle bu kedilerin fotoğraflarını çekmek istiyordum. Hani diğer kediler gibi değiller ki her sokak başında karşılaşmanız mümkün olsun. Kendi memleketlerinde bile kolay kolay rastlayamazsınız bu kedilere. Ben de üniversiteden özel izin alarak şu meşhur kedi evine giriyorum. Daha içeri girer girmez etrafımı onlarca kedi kuşatıp sırnaşıyorlar. O kadar nazlı ve özenliler ki, onlara dokunmak istediğiniz anda hemen uzaklaşıyorlar. Madem uzaklaşacaksın ne diye sırnaşıyorsun diye sormak istersiniz ama o zaman da şöyle bir gerçeğin farkına varırsınız. Van Kedileri genelde sağır olurlar. Yani ona bir isim verseniz ve o isimle kediyi çağırsanız sizi duymaz. Van kedilerini diğer kedilerden ayrılan ilginç bir özelliği daha vardır. Bu kediler suyu çok severler ve yüzerler. Eğer suya doğru gidiyorsa, bu zorunluluktan değil, sadece zevktendir… Kedi evinde çekim yaptıktan sonra bisikletimle tekrar şehir merkezine dönerken yolda lise arkadaşım Serdar’la karşılaşıyorum. Beni bisiklet üzerinde ve Van’da görünce önce şaşırıyor sonra sevinçle boynuma sarılıyor. Serdar, Van’ın bir köyünde öğretmenlik yapıyormuş. Onu gördüğüm sırada köy dolmuşunu bekliyordu. İkimizin de vakti olmadığı için sadece ayaküstü hasret giderip ayrılıyoruz…

‘’Lüks restaurantlarda havyar ve suşi yiyenler asla bunun zevkine varamazlar!’’

Van’ı çevreleyen yüksek dağların zirvesindeki karlar, doğunun sert kışına yakalanacağımın habercisi gibi görünüyor. Fazla vakit kaybetmeden kendimi önce Hakkari’ye oradan Şırnak’ın Cizre ilçesine atmam gerekiyor. Ancak Cizre’ye ulaştığımda hava sıcaklığındaki değişikliği hissedebilirim. Aksi takdirde yüksek rakımlı bu bölgede geçirdiğim her dakika benim aleyhime işliyor. Bir sabah uyandığımda şiddetli kar ve tipiden dolayı bu bölgede mahsur kalma ihtimalim çok yüksek. Beni kışa yakalanmaktan başka ne yolların zorluğu ne de ıssız dağlar endişelendiriyor. Bir an önce yola çıkmak için hazırlıklarımı yapıyorum ve Van’ın en yüksek ilçesi olan Başkale’ye doğru pedallara asılıyorum. Van’dan çıkabilmek öyle kolay değil, öncelikle 2225 rakımlı Kurubaş Geçidini aşmam gerekiyor. Ardından 2730 rakımlı Güzeldere Geçidini de aşınca ancak 2460 rakımlı Başkale ilçesine varabilirim. Kışa yakalanma korkusu bana bu yüksek rampaları öyle bir tırmandırıyor ki, sanki peşimden beni kovalayan bir sürü çoban köpeği var gibi. İlk rampayı tırmandıktan sonra yol kenarındaki büyük bir kayanın üzerine çıkıyorum. Termosumdan bir bardak sıcak çay içerek, ayaklarımın altında kalan Gürpınar’ı ve etraftaki yüksek dağları izliyorum. Sonra kendimi ödüllendirmek için bisikletime binip kendimi aşağı doğru salıyorum. Evet, saatlerce süren tırmanışların ödülü hep 10 dakikalık inişler oluyor. Daha önce anlatmıştım; bu öyle bir haz ki, 10 dakika içinde kendinizi başka bir dünyada hissediyorsunuz… Gürpınar – Başkale yol ayrımına geldiğimde yol kenarında öğle yemeği yiyen çobanlara rastlıyorum. Beni sofralarına davet eden bu çobanlarla otlu peynir, zeytin ve tandır ekmeği yiyoruz. Lüks restaurantlarda havyar ve suşi yiyenler asla bunun tadı ve zevkinin verdiği mutluluğu yakalayamazlar…



Hayat sürprizlerle doludur

Akşam karanlığına kalmadan Başkale’ye yetişmem gerekiyor deyip tekrar yola devam ediyorum. Dağlarda sarının her tonuna rastlamak mümkün. Dağ eteklerinde ise bahardan kalan son yeşillikleri büyük bir iştahla biçen koyunlar var. Güzelsu beldesine yakın bir yerde arka tekerimin patlaması beni biraz oyalıyor ama hala Başkale’ye varma ümidimi yitirmiyorum. Ta ki, Güzeldere geçidine çıkan 33 virajda arka tekerin iki defa daha patlamasına kadar. Burada en az bir saat vakit harcıyorum. Çevrede hiç yerleşim yeri yok, ve karanlık birazdan çökmek üzere. Bu rampayı tırmanmak ise en az iki saatimi alır. Bu saatten sonra bisikletle Başkale’ye varmamın imkanı yok. O halde ne yapabilirim? Yoldan geçen araçlardan yardım isteyebilirim. Yalnız bir sorun daha var. Akşam olduğu için yoldan 10 dakikada bir araç geçiyor, tek tük geçen kamyonlar ise hınca hınç dolu ve rampada durmak onlar açısından büyük bir risk oluşturuyor. Bir taşın üzerinde oturup çaresiz beklemeye başlıyorum. Yaklaşan araba ışıklarını görünce ayağa kalkıp el sallıyorum ama duran yok. Duranlar ise küçük otomobiller, onlara da bisikleti bindiremiyoruz. Yaklaşık bir saatlik beklemeden sonra nihayet bir kamyon biriket yüklü olmasına rağmen duruyor. Bisikletimi arkaya iple bağlıyoruz ve geri kalan 20 km’lik yolu kamyonla giderek Başkale’ye varıyorum.

Ben yolda kalınca Van’daki arkadaşım Ahmet’i aramış karanlıkta Başkale’ye varacağımı söylemiştim. O da sağ olsun oradaki öğretmen evinde bana yer ayırttırmıştı. Öğretmen evine gittiğimde öyle bir sürprizle karşılaşıyorum ki resmen afallıyorum. En son 13 yıl önce Muş Anadolu Lisesi’nde resim derslerime giren öğretmenim İsmet Samsa’yla karşılaşıyorum. İsmet hocam bu öğretmen evinin müdürlüğünü yapıyormuş. Burada sürprizlerle karşılaşmaya devam ediyorum. Lise arkadaşlarımdan Senem’in de burada öğretmen olduğunu öğreniyorum. Uzun bir aradan sonra eski bir arkadaş ve öğretmenle karşılaşmak müthiş bir duygu. Başkale’de onlarla üç gün geçiriyorum. Daha sonra tekrar demir atıma binerek Zap suyunu akışına doğru takip edip Hakkari’ye geçiyorum.

 

Etiketler
Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Yol hikayeleri 16. ve 17. hafta


Gitme Hasan, öldürürler seni!

‘’Gitme Hasan, öldürüler seni, aç kalırsın, bir daha çıkamazsın o bölgeden!’’ Gözlerinde inanılmaz bir korku vardı. Acıyarak bakıyordu bana. Gideceğim yerleri düşündükçe bu sözler nefretle çıkıyordu onun ağzından. Sık sık ölüme gittiğimi tekrarlıyordu. Sonra sesi kısılmaya başladı ve bir süre sonra benden umudunu kesip sessizce ölüm haberimi beklemeye başladı… O susmuştu ama sesi hala kulaklarımda çınlıyordu. ‘’Gitme Hasan, öldürürler seni’’

İnsan eti yiyen, yamyamların yaşadığı, kendilerine benzemeyen herkesi parçalayıp yedikleri bir bölgeye gideceğimi düşünüyordu. Korkuyordu, çünkü orayı hiç görmemişti, acıyordu çünkü korkularının esiriydi, nefret ediyordu çünkü başka bir dünyada yaşıyordu…

Bu ses, bana gelen bazı maillerin kafamda vücut bulmuş haliydi. Van il sınırlarına girdiğimden beri sürekli kulaklarımda çınlıyordu. Başkale’den çıkıp Hakkari yoluna girdiğimde ise bu sesin şiddeti kulaklarımı sağır ediyordu. Duymak istemiyordum onu, gerçek değildi söyledikleri. Gerçek olan tek şey vardı o da; Türkiye’nin Türkiye’ye en uzak olan noktasına gittiğimdi…

Fotoğraflarını çekmek istediğimde birden tedirgin oluyorlar!

Gökyüzündeki bulut kümeleri hemen tepemin üzerindeler. Elimi uzatsam dokunacak gibiyim. Etrafımdaki yüksek dağların arasından Zap vadisine doğru ilerliyorum. Sol tarafımda sessizce akan Zap suyu Hakkari’ye kadar bana eşlik edeceğini fısıldıyor. Birkaç km ilerde İran köyleri görünüyor. Yollar çok sakin 10 dakikada bir tek tük geçen araçlar dışında kimseler yok. Zap suyunun çevresinde uzak mesafelerde tabelası bile olmayan köylerle karşılaşıyorum bazen. Hava soğuk, ellerim üşüyor. Giyindiğim kışlık kıyafetler beni soğuktan korumaya çalışıyor. Rakım yüksek ondandır diyorum. Fakat dağların zirveleri beyaza bürünmüş bile. Kış erken geliyor yüksek kesimlere…

15 Km sonra karşıma bir köy çıkıyor, yol kenarında beni meraklı gözlerle izleyen iki genç karşılıyor. Onlara yaklaştığımda el işaretleriyle durmamı istiyorlar. Yanlarında durup ‘’Selamün Aleyküm’’ diyorum. Çok da fazla şaşırmıyorlar. ‘’Nereye gidiyorsun? Gel otur bir çay içelim’’ diyorlar. Memnuniyetle kabul ediyorum. İçlerinde evi en yakın olan Murat’ın evine gidiyoruz. Biz Burhan’la kapıda beklerken Murat oturmamız için içerden iskemleler getiriyor. Beş dakika sonra çaylar da geliyor. Sanki her an misafir gelecekmiş gibi hazırdır çayları… Gözlerinde bir yabancıyla oturup sohbet etmenin sevincini görüyorum. Heyecanlılar, hem dinlemek hem de anlatmak istiyorlar. İkisi de liseyi yeni bitirmiş. Şu an köylerinde gündelik işlerde çalışıyorlar. Benim bisikletle neden gezdiğime hala bir anlam veremiyorlar. Fotoğraflarını çekmek istediğimde ise birden tedirgin oluyorlar. Gözlerindeki o ışık sönüp yerini şüpheye bırakıyor. Çünkü alışık değiller, hiç tanımadıkları birisi neden fotoğraflarını çeksin? Onların bu isteksizliğini görünce fotoğraf çekmekten vazgeçiyorum. Çayımdan son bir yudum aldıktan sonra eldivenlerimi takıp bisikletime binerek rehberimi (Zap suyu) takip ediyorum.

Çıkılmayı bekleyen bir labirentin tam ortasındayım!

Su, eğim olmayan yerlerde durağandır, eğer bir akıntı varsa orada eğim vardır. Ben de Zap suyunu akış yönüne doğru takip ettiğimden dolayı pedal çevirmek çok kolay ve saatteki hızım 25 km nin altına düşmüyor. Hakkari İl Sınırı tabelasının önüne geldiğimde içimde garip bir heyecan hissetmeye başlıyorum. Etrafımda sanki özenle yontulup duvar gibi dümdüz hale getirilmiş yüksek kayalar var. Çıkılmayı bekleyen bir labirentin tam ortasındayım, sadece gökyüzünü görebiliyorum. Yapa yalnızım hiç kimseler yok. Telefonuma baktığımda şebekenin çekmediğini görüyorum. Biraz tedirgin oluyorum ancak içimde zerre kadar korku yok. Aksine bu durum daha çok hoşuma gidiyor ve avazım çıktığı kadar bağırıyorum; ‘’Öözgürlüüüüükk’’ sesim sert kayalara çarparak yankı yapıyor. Sonra boş yolda ellerimi yana doğru açıp başımı gökyüzüne doğru çeviriyorum. Birkaç saniye gözlerimi kapadıktan sonra derin bir nefes alıp tekrar bisikletimin gidonunu tutarak pedal çevirmeye devam ediyorum. Önüme yine tabelası olmayan isimsiz köyler çıkıyor. Karadeniz’deki gibi bu köylerde kahvehaneye yok, arkamdan beni kovalayan köpekler de yok. Evlerinin önünde oturan kadınlar ve çocuklar şaşkınlıkla beni izlemekle yetiniyorlar. Bir evin önünde durduğumda yanıma on yaşlarında bir çocuk yaklaşarak ‘’bisikletin çok güzel’’ diyor. ‘’Eğer büyük ve ağır olmasaydı sana verirdim bir tur atardın’’ diyorum, çocuk gülümsüyor. Mataralarımı verip bana su doldurmasını istiyorum. Çocuk bir çırpıda eve koşup mataralarımı annesine veriyor. Biraz sonra su dolu mataralarla geri dönüyor. Adın ne diye sorduğumda bana ‘’Egit’’ diyor. Buralarda ‘’A’’ ‘’E’’ diye okunur…

‘’Anam dedi ki git bu ekmeği o adama ver dedi’’

10 km sonra bir başka isimsiz köyden daha geçiyorum. Bu köy de Zap suyunun diğer tarafında. Asma köprülerle karşıdan karşıya geçiliyor. Top oynayan çocuklar beni gördüklerinde oyunlarını bırakıp uzaktan el sallıyorlar, ben de bisikletimden inmeden onlara el sallıyorum. İçine girdiğim labirent bazen daralıp bazen genişliyor. Yollar hep aşağı doğru eğimli ve ben yüksek dağların ihtişamını izleyerek pedal çeviriyorum. Karşıma önceki köylere oranla biraz daha büyük bir köy çıkıyor. Yol da köyün tam ortasından geçiyor. Bu köyü diğerlerinden farklı kılan bir özellik daha var. O da; bir evin odasının küçük bir bakkala dönüştürülmesi. Bakkalın önünde küçük çocuklar top oynarken büyükleri de onları izliyor. Evin bahçesinde de dumanı tüten bir tandır var. O anda canım tandır ekmeği çekiyor. Hemen yanlarına gidip selam veriyorum. Oradaki çocuklar dahil herkes elimi tek tek sıkıp hoş geldin diyorlar. Ben bisikletimden inip büyüklerle birlikte bakkalın önünde otururken, çocuklar ise top oynamayı bırakıp bisikletimi incelemeye başlıyorlar… Bakkal Serhat, köy koruculuğu yaparken evinin bir odasını da bakkal yaptığını anlatmaya başlıyor. Hakkari merkezden ufak tefek mutfak malzemeleri, çocuklar için de bisküvi ve gofret getirip sattığını söylüyor. Beş dakika sonra bir çocuk elinde kocaman bir tandır ekmeğiyle yanımıza yaklaşarak; ‘’Anam dedi ki git bu ekmeği o adama ver dedi’’ diyerek minik elleriyle uzatıyor mis gibi kokan sıcak ekmeği. Sonra arkasını dönüp koşarak uzaklaşıyor… Tandırda ekmek pişirilirken fotoğraf çekmenin iyi bir fikir olduğunu düşünerek Serhat’tan fotoğraf çekmek için izin istiyorum. Ancak fotoğraf deyince onun da bir anda yüz ifadesi değişiyor ve ‘’Boş ver, fotoğraf çekip ne yapacaksın?’’ diyor. Neyse çekmeyelim o halde deyip bana verilen sıcak tandır ekmeğinin yarısını yiyip, yarısını da çantama koyduktan sonra Serhat’a teşekkür ederek yola devam ediyorum.

Devrimci Gençlik Köprüsü

Artık Hakkari’ye varmak üzereyim. Yolda usulca bisikletimin üzerinde ilerlerken Zap suyunun üzerinde yeni kurulduğu belli olan bir köprü dikkatimi çekiyor. Biraz daha yaklaştığımda köprünün isminin Devrimci Gençlik Köprüsü olduğunu görüyorum. Normal sıradan bir köprü olduğunu düşünüyorum ancak hikayesini sonradan öğrendiğimde hiçte öyle olmadığını anlıyorum. Yıl 1969 Hakkari’de geçit vermez Zap suyu canlar almaya devam ederken, İstanbul Boğazı’na ilk köprüyü yapma çalışmaları başlamıştır. 68 gençliği içinden bir grup üniversite öğrencisi, ülkenin doğusu ile batısına eşit yatırım yapılması yaklaşımıyla İstanbul Boğaz Köprüsü’nün yapımına karsı çıkarlar ve Zap suyunun üzerine bir köprü yapmak için Hakkari’ye giderler. Orada 70 genç 22 günde çelik halatlar üzerinde tahta bir köprü yaparlar. Aradan 30 yıl geçer kimliği belirsiz kişilerce bu köprü yıkılır ve bölge halkı mağdur bırakılır. 2010 yılında ise yazar Cezmi Ersöz ve bazı sanatçıların girişimleri sonucu Barışa Köprü olması amacıyla yeniden yapılıp halkın hizmetine sunulmuş…

Kartal yuvasında şıklık ve zarafet!

Hakkari girişindeki polis kontrol noktasında kimlik kontrolüm yapılıyor. Sonra yüksek dağların arasındaki kartal yuvasını andıran şehir merkezine doğru tırmanışa başlıyorum. Yaklaşık sekiz kilometrelik bir tırmanışın ardından hava kararmak üzereyken kartal yuvasına varıyorum. Burada gazeteci arkadaşım Yılmaz Kazandıoğlu beni karşılıyor. Onunla birlikte akşam yemeğini yiyip Hakkari’de nasıl bir program yapacağımızı konuşuyoruz. İlk iki gün Yılmaz’ın misafiri oluyorum bir gece de lise arkadaşlarım Ali Ümit ve Nazlı’da kalıyorum.

Hakkari’de özellikle düğün çekimi yapmak istiyorum. Bunu Yılmazla konuştuğumda bu hafta bir arkadaşının düğünü olacağını ve ondan çekim yapmak için izin isteyeceğini söylüyor. Sabırsızlıkla düğün sahibinden gelecek olan izini bekliyorum. Nihayet Yılmaz’dan müjdeli haber gelince düğün evine gidip çekimler yapmaya başlıyorum. Hakkari’de düğünler düğün salonunda başlayıp düğün salonunda bitmez. Düğünler iki gün hem damat evinde hem de gelin evinde düzenlenen değişik eğlence programlarıyla yapılır. Bu günün önemine binaen davetliler en güzel elbiselerini giyerler, genç kızlar ve kadınlar şıklığı ve estetik görünüşüyle dikkat çekici yöresel kıyafetleri giyerler. Başa takılan rengarenk püsküllerle süslenmiş kesrevanlar, ayak bileklerine kadar uzanan kıras ve fistanlar, kollara dolanan levendiler, ince bellere takılan gümüş kemerler ve diğer aksesuarlarla yöre kültürünün ve yaşamının en renkli örnekleri sergilenir. Düğünler renkli, hareketli ve geniş katılımlı olur. Gelen davetlilere yer sofraları serilir ve yöresel yemekler ikram edilir. Misafirperverliğin en güzel örnekleri gösterilir…

Hakkari’den ayrılıp Şırnak’a geçme vakti geldiğinde arkadaşlarımla vedalaşıp kendimi kartal yuvasından aşağı doğru salıyorum. Bir saatte çıktığım sekiz kilometrelik yokuşu 10 dakikada iniyorum. Polis kontrol noktasında görev yapan polisler bana çay ısmarlamak istiyorlar, onlarla birlikte oturup bir süre sohbet edip çaylarımızı içtikten sonra bisikletime binerek yine Zap suyunu takip etmeye başlıyorum.

Askerler benden kimlik sormuyorlar ama ismimle hitap ediyorlar!

Haritama baktığımda eğer Üzümcü beldesinden Şırnak’a geçersem yolu 20 km kısaltacağımı görüyorum. Bu yolu kullanarak gitmeye karar veriyorum ancak Üzümcü beldesine vardığımda verdiğim kararın yanlış olduğunu anlıyorum. Çünkü haritada görünen bu yol devlet yolu değil, stabilize toprak bir yol. Şayet bu yolu kullanırsam 20 km kısaldığı için erken gitmem, aksine yolu en az 80 km kadar uzatmış olurum. Hemen karar değiştirip Köprülü’den gitmek üzere pedallara asılıyorum. Köprülüye vardığımda Jandarma kontrol noktasında beni askerler karşılıyor. Önceki kontrollerden çok farklı bir durumla karşılaşıyorum. Askerler benden kimlik sormuyorlar ama bana ismimle hitap ediyorlar. Yolların güvenli olduğunu, gönül rahatlığıyla yoluma devam edebileceğimi söyleyip beni yolcu ediyorlar. Askerlerle ve Zap suyuyla vedalaşıp 2470 metre rakımlı Çığlı geçidini tırmanışa başlıyorum. Başkale’den beri sol tarafımda bana eşlik eden Zap suyu artık yok. Bu defa solumda Irak sınırı ve Irak dağları var. Kısa molalarla tırmanışıma devam ederken etrafımdaki muazzam dağların büyüsüne kapılıyorum... Biraz sonra önümde bir otomobil duruyor ve içinden bir adam inerek; ‘’Hadi bisikleti arabanın bagajına bindirelim seni gideceğin yere kadar götüreyim’’ diyor. ‘’Hayır abi, ben böyle devam edeceğim’’ diyorum ama ısrarla beni arabasıyla götürmek istiyor. Benim inadım onun inadını yenince ısrar etmekten vazgeçiyor. ‘’O halde Çığlı’dan aşağı indiğinde Ortaköy var. Seni orada bekleyeceğim bu akşam benim misafirim olacaksın’’ diyor. Adamın iyi niyetli olduğu yüzündeki ifadeden anlaşılabiliyor. Zaten Çığlı’yı geçene kadar karanlığa kalmış olacağım. Bu adamın misafiri olmaktan başka bir alternatifim olmadığı için teklifini kabul ediyorum…

Var gücümle bisikletimin pedallarını çeviriyorum, bugüne kadar kaç dağ, kaç rampa tırmandım hatırlamıyorum bile. Sanırım alıştım artık tırmanışlara… Çığlı’ya varana kadar iki tane Jandarma kontrol noktasından daha geçiyorum. Buralarda da bana ismimle hitap ediliyor. Bölgede kuş uçsa haberleri oluyor… Zirvedeki Jandarmaya Ortaköy’de falanca kişinin evinde kalacağımı söylüyorum. Onlar da Ortaköy’deki jandarmayı arayıp benim köyde kimin evinde kalacağımın bilgisini veriyorlar…

Benim için tavuklarını kesiyorlar!

Hava kararmaya başladığında ben hala Çığlı geçidinden aşağı iniyordum. Yolda arka tekerim patladığı için biraz oyalanmıştım. Neyse köye vardığımda yol kenarında beni Sadık abi karşılıyor. Birlikte onun evine gidiyoruz. Önce bisikletimi ahıra götürüp oradaki küçük bir odaya bırakıyoruz ardından evin önündeki çeşmede elimi, yüzümü ve ayaklarımı yıkayıp içeri geçiyoruz. Eve girişimizde büyük ve yerde halı olmayan bir holden geçiyoruz, holün sonundaki sağ kapıda ayakkabılarımızı çıkarıp odaya giriyoruz. Odada yerdeki mindere bağdaş kurarak oturan yetmiş yaşlarında bir amca var. İçeri girdiğimizde yaşlı amca başından sarkan sarığı bir eliyle omuzlarından arkasına atıyor sonra diğer eliyle yerden güç alıp ayağa kalkmaya çalışıyor. Onun ayağa kalmasını önlemek için hızla yanına gidip önce elini sıkıyorum sonra yerinden kalkmaması için diğer elimle kolunu tutup aşağı doğru baskı yapıyorum.

- Hoş geldin, başımın üzerine geldin.

- Hoş bulduk amca, Allah razı olsun.

- Nasılsın, iyi misin?

- Şükürler olsun, sizin gibi insanlarla tanıştıkça daha da iyi oluyorum.

- Sen şimdi burada bizim misafirimizsin. Düşmanın bile gelse bizi ezmeden sana dokunamaz haberin ola.

- Eyvallah amca…

Biz otururken evin diğer sakinleri de sofrayı hazırlıyorlar. Yere serilen sofrada tavuk yahnisi, bulgur pilavı, yoğurt ve bal var. Sadık abi tavuk yahnisini işaret ederek; ‘’Et tazedir, senin için kestik’’ diyor. Onların bu ilgisi utandırıyor beni… Yemekten sonra çay ve meyveler geliyor akşam ona kadar sohbet ediyoruz. Yatma vakti geldiğinde ise beni misafir odasına götürüyorlar. Yere serilen döşek ve üzerine bırakılan simli, kalın yorganı göstererek burada uyuyabilirsin diyerek odadan çıkıyorlar…

Kimse fotoğraf çekilmek istemiyor!

Sabah saat 07:00’da uyanıp kahvaltımızı yapıyoruz. Birlikte fotoğraf çekilelim dediğimde onlar da diğerleri gibi ‘’gerek yok’’ diyerek kabul etmiyorlar. Aslında buradaki insanların fotoğraf çektirmemelerinin haklı nedenleri var. Tamam misafir kim olursa olsun en iyi şekilde ağırlarlar ancak kim olduğunu bilmezler, fotoğrafların ne amaçla kullanılacağını kestiremezler. Çünkü bugüne kadar çekilen fotoğrafları gazetelerde ve televizyonlarda terör olayları anlatılırken kullanıldı. Onlar da artık bölgenin terörle anılmasından bıkmışlar. Anlatılacak o kadar çok şey varken, görülmesi gereken o kadar güzellik varken hep terör olaylarıyla gündeme geldiler. İşte bu nedenlerden dolayı fotoğraf çekilmesini istemiyorlar…

Karşımda Cudi, arkamda Kato, yamacın arkasında ise Besler Dereler

Beni misafir eden Sadık abi ve ailesiyle vedalaşıp Şırnak Merkez’e doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Bazen vadilerden geçiyorum bazen de, ormanlık alanlardan. Karşıma çıkan her köyde kolumdan tutup çekercesine çay içmeye davet ediliyorum. Yollarda kömür madeni çıkarılan ocaklarla karşılaşıyorum. Kimi zaman kömür yüklü uzun tırlarla yarışıyorum, kimi zaman da bir kayanın dibinde oturup muhteşem manzarayı seyrediyorum. Şenoba’yı geçip Merkez’e yaklaştığımda ise artık bu bölgenin hafızamda kalan haritası gözümde canlanmaya başlıyor. İşte burası Kuyutepe, Karşıda Cudi Dağı, arkadamda Kato Dağı, şu yamacın arkasında Bestler Dereler…

O an içimde bir ateş parçası kopuyor, kalbim acıyor!

Evet, askerliğimi burada yapmıştım. Birazdan askerlik yaptığım birliğin önünden geçeceğim. İçimde garip bir heyecan var. En son 2010 Nisan ayında bir asker olarak buradaydım. Fakat şimdi sivil bir vatandaş olarak geçeceğim bu bölgeden… Komutanlarım ve asker arkadaşlarımın bir kısmı hala oradaydılar. Gitmişken onları da ziyaret edecektim. Birliğime yaklaştıkça kalp atışlarımın ritmi de gittikçe artıyor. Nöbet tuğum nöbet kulelerini görünce de askerlik anılarım bir film şeridi gibi gözümün önünden akmaya başlıyor. Sonra bölük komutanım Şehit Jandarma Yüzbaşı Levent Çetinkaya’nın sesini duyar gibi oluyorum. O an da içimden bir ateş parçası kopuyor, kalbim acıyor… Ben terhis olduktan birkaç hafta sonra altı ay boyunca korumalığını yaptığım sivil askeri araç saldırıya uğramış, Levent yüzbaşı şehit olurken iki arkadaşım da yaralanmıştı. Bu haberi duyduğumda beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Şanslıydım. O aracın içinde ben de olabilirdim ama dağ gibi koca yürekli bir adamı yitirmiştik… Terhis olduğumda vedalaşamamıştım onunla, içimde bir ukte kalmıştı. Şehadetini öğrendikten sonra aylarca aklımdan çıkmadı. Bir gece rüyama girdi. ‘’Çok güzel bir iş yapıyorsun Hasan, seninle vedalaşamadık ama hakkımı helal ediyorum sana’’ dedi. Rahatlamıştım biraz ama ateş düştüğü yeri yakıyor hala…

O sesi duyunca gözlerim kapandı, gevşedim, bulutların üzerinde uçuyordum sanki!

Birliğime gidip komutanlarımı ve arkadaşlarımı ziyaret ediyorum. Onlarla hasret giderip biraz sohbet ettikten sonra Şırnak Merkez’e geçiyorum. Burada da altı yıldır tanıdığım gazeteci arkadaşım Cafer Balık ile görüşüyoruz. Bana; ‘’Hasan senin çılgın olduğunu biliyordum ama bu kadarını da beklemiyordum’’ diyor. Ben burada askerken bir gün tesadüfen Cafer abiyle çarşıda karşılaştık. Normalde uzun zamandır birbirlerini görmeyen insanlar ilk karşılaştıklarında hal hatır sorarlar ama bizimkisi öyle olmadı. ‘’Cafer abi’’ dedim, ‘’Hasan’’ dedi. Hemen Cafer abinin boynuna atladım ama sarılmak için değil, boynundaki fotoğraf makinasını almak için. Makinayı alır almaz seri çekim moduna ayarlayıp kulağıma yanaştırarak deklanşöre dokunmaya başladım. O an deklanşörden çıkan sesle kendimden geçtim şak şak şak şak şak şak şak… Nasıl da özlemişim bu sesi, o sesi duyunca gözlerim kapandı, gevşedim, gülümsedim bulutların üzerinde uçuyordum sanki… Cafer abi de şaşkınlıkla beni izleyip kahkahalara boğulmuştu…

Önemli olan ayrıştırıcı yönleriyle değil, birleştirici yönleriyle bakabilmektir.

Şırnak’ta üç gün kaldım ve ilk defa sivil vatandaş olarak geziyordum. Meydanda Cudi Dağı’nı gören kahvehanede oturup saatlerce Cudiyi izledim. Hakkari’yi Şırnak’ı, insanlarını düşündüm. Bu bölge ve halkı için oluşan önyargının nasıl da zihinleri zehirlediğini düşündüm… Olayı nereye çekerseniz çekin, önyargı gerçeği hep saklar. Dili, dini, ırkı, mezhebi, kimliği ne olursa olsun herkesin çok rahat bir şekilde bu bölgelerde gezebileceğinin artık bilinmesi gerekiyor. Bu ülke doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi hiç fark etmiyor kültürler ve yaşam tarzları farklı olabilir ancak birleştirici yönleri daha fazladır. Önemli olan ayrıştırıcı yönleriyle değil birleştirici yönleriyle bakabilmektir. İşte o zaman önyargılar kırılır, işte o zaman insanlar birbirlerini daha çok sever ve sahiplenir…



Kömür işçileriyle öğle yemeği

Türkiye’de sadece Zonguldak’ta kömür çıkarılmadığını biliyor muydunuz? Cudi Dağı’nın altından her gün binlerce ton kömür çıkartılıyor. Bölgede altın değerinde görülen Şırnak kömürü, yoksul halkın en büyük ekmek kapısı. Köyden göç edenler için en önemli kazanç kapısı olan kömür ocaklarında binlerce insan geçimini sağlıyor. Başta Doğu ve Güneydoğu olmak üzere birçok bölge Şırnak kömürüyle ısınıyor. Şırnak’ın birkaç kilometre bitişiğindeki Irak petrol zengini bir ülkeyken hemen yanı başında bulunan ülkemizde neden petrol olmasın? Cudi Dağı’nın altında bir petrol denizinin olduğu yıllardır söyleniyor. Ancak açılan kuyular beton dökülerek kapatılmış ve bu bölgeden petrol çıkarılmasına izin verilmiyor. Zaten kömür petrolün katılaşmış halidir… Dünyada yer altı zenginliğinin ve işsizliğin buradaki kadar çok fazla olduğu başka bir bölge var mıdır?

Şehir merkezinden Cizre’ye giderken yol kenarlarında üst üste yığılmış kömür tepeleri görüyorum. Özel şirketlerin maden ocaklarından çıkarılan kömürler buralarda kamyonlara yüklenerek dağıtılıyor. Öğle saatlerinde kömür işçilerini yemek molasında yakalıyorum. Onlarla birlikte otlu peynir yiyip çay içiyoruz. Hepsi yıllardır kömür işinde çalışıyorlar. Cudi dağını göstererek; ‘’bu gördüğün dağın sadece üstünde taş ve toprak var altı tamamen petrol ve kömürdür’’ diyerek şöyle devam ediyorlar: Eğer bu madenlerin çıkarılmasına izin verilirse, herkesin çalışabileceği bir ekmek kapısı olursa bölgemiz daha fazla huzurlu bir hale gelir. Ancak şu an bir rant kavgası var. Maden ocaklarını özel şirketlerin değil devletin işletmesi ve büyütmesi gerekiyor. Neden Zonguldak’ta TTK (Türkiye Taşkömürü Kurumu) var da burada yok?

Dicle Nehrinde çırılçıplak yüzen çocuklar!

Gabar ve Cudi Dağını birbirinden ayıran Kasrik Boğazı’nı geçtikten sonra Dicle Nehriyle selamlaşıyoruz. Bu defa Cizre’ye kadar Dicle Nehri bana rehberlik yapıyor. Cizre nüfus ve ekonomik olarak bağlı bulunduğu Şırnak’tan daha gelişmiş bir ilçe. Sadece köylerden değil Şırnak merkezden bile göç alıyor. Hava sıcaklığı çok yüksek olduğundan dolayı tarım pek yapılmıyor. Geçim kaynağı sınır ticareti ve hayvancılıktır. İlçenin çok eski bir tarihi var. Nuh peygamber ve oğulları tarafından tufandan sonra kurulduğu söylenen Cizre’nin bilinen tarihi M.Ö. 4.000 yılına kadar dayanıyor. İslamiyet’in Cizre’ye girmesi ile birlikte şehre yarımada anlamına gelen Cezire adı verilmiş, Cumhuriyet döneminde ise küçük bir düzeltmeyle Cizre olarak değiştirilmiş. Önceleri Mardin iline bağlı bir ilçe iken 1990 yılında Şırnak iline bağlanmış. Cizre’de doktorluk yapan lise arkadaşım Adem Boztepe’de üç gün kalıyorum. Gündüz o sağlık ocağında çalışırken ben de ilçeyi gezip tanımaya çalışıyorum. Dicle nehrinde çırılçıplak yüzen çocukları izliyorum. Sokak aralarında evlerinin önünde oturmuş örgü ören kadınlar, kaldırımlarda sek sek oynayan çocuklar, seyyar satıcılar, Nuh Peygamber ve Mem u Zin…

Pek çok gezgin, tarihçi ve yorumcunun yapıtlarında Nuh’un Gemisi’nin Cudi dağı üzerinde durduğu yazılmaktadır. Nuh’un mezarının Cizre’de bulunması, Şırnak’a bir zamanlar Şehr-i Nuh denmesi, Cizre Surlarının gemi biçiminde olması da buna kanıt olarak gösterilmektedir.

Ölüm bile Beko’nun katı yüreğini yumuşatmamış!

Mem u Zin ise Ahmed Hani'nin (Kürtçe:Ehmede Xani) 17. yüzyıl'da yazdığı ünlü bir destandır. Kürtçenin Kurmanci lehçesiyle yazılmıştır. Birbirine aşık olan ancak kavuşamayan iki gencin trajik öyküsünü anlatır. Bu hikâye milattan çok önceden bu yana halk arasında söylenen ve mitolojik nitelik kazanan bir destandır. Ahmed Hani bu destandan ilham alarak o hikayeyi kendi çağının yaşantısına göre somut bir kalıba dökmüş, çağdaş bir üslupla yazmıştır. Bu suretle hem destanı kaybolmaktan kurtarmış, hem de insanlığa ölmez bir eser armağan etmiştir.

Bu eserde Mem ve Zîn'in aşkı etrafında çağının yaşantısını, o zamanın sosyal, kültürel ve idari durumunu da güçlü bir maharetle tasvir etmiştir. İyiliği, doğruluğu, suçsuzluğu, zayıflığı ve çaresizliği Mem ve Zîn'in şahsında toplayarak; kötülüğü, dalkavukluğu, fitneciliği ve ikiyüzlülüğü de Beko (Bekir) karakterinde somutlaştırarak gözler önüne sermiş. Mem ve Zîn’in mezarları bir bütün ve tek parça halindedir. Acı bir sıcaklık hissettirir bu durum. Küçük mezar taşları da bitişik şekilde… Mem’inkine oranla Zîn’in mezar taşı daha küçük ve yuvarlak. Mezar taşları, yan yana aşk sarhoşu iki sevgiliyi andırıyor.

Ayakuçlarında başlayan bir başka mezar daha var. Aşklarına çalı dikeni olmuş Beko’nun mezarı. Çatık kaşları ve aşkı anlamayan gözleriyle sevgilileri gözetlemeye devam ediyor. Zîn’in vasiyeti dahi olsa Beko’nun mezarının burada, Mem u Zîn’in yanı başında oluşu, hüzün duygusunun öfke ile yer değişmesine sebep oluyor, “Ölüm bile Beko’nun katı yüreğini yumuşatmamış” dedirtiyor…



Cizre’de hayvan pazarı

Nuh peygamberin burada yaşadığına inanılması ve Mem u Zin hikayesi ülkemiz topraklarının çok zengin bir kültüre sahip olduğunu gösteriyor... Cizre’den İdil’e giderken hayvan pazarına uğrayıp orada da fotoğraflar çekiyorum. Daha sonra önümdeki 3 km lik rampayı tırmanıp geri kalan düz yolda hızla pedal çevirerek Şırnak’ın İdil ilçesine varıyorum. İdil’de bir arkadaşım aracılığıyla iki yıl önce tanıştığım Hamit abi ve ailesiyle buluşuyoruz. Hamit abi iki gün önce beni aramış İdil’den geçerken ona uğrayıp bir çayını içmemi rica etmişti. Çay içmek için İdil’e gidiyorum ama Hamit abi ve ailesi beni bırakmamaya kararlılar. Onların yoğun ısrarıyla geceyi İdil’de geçiyorum. Ertesi gün de İdil’e bağlı ama Mardin Midyat’a daha yakın olan Öğündük köyüne gitmemi tavsiye ediyorlar.



Müslüman köyler arasında bir Süryani köyü



Öğündük, Şırnak'a bağlı üç Süryani köylerinden biri. Çevredeki Müslüman köylerin arasında bir Süryani köyünün varlığı ve orada sadece Süryanilerin yaşaması ilgimi çekiyor. Köye girdiğimde dikkatimi çeken ilk şey çok bakımlı ve temiz olması. Pazar günü Hıristiyanların tatil günü olması nedeniyle de kimse çalışmıyor. Bir ağacın altında yatan koyunlar ve onların yanı başında ayaküstü sohbet eden iki köylüyü görünce bisikletimi onlara doğru sürüyorum. Köylüler beni gülümseyerek karşılıyorlar. Köylerini gezmek istediğimi söylediğimde telefonla Gabriel adında birini arayarak yanımıza çağırıyorlar. Gabriel köyde çobanlık yapan bir Süryani. Köyleri, kültürleri ve yaşam tarzları hakkında çok şey biliyor. Gabriel ile birlikte köyü geziyoruz. Evlerin tamamı taştan yapılmış. Köyün en kutsal yeri Mor Yakup kilisesinin 1600 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen hala yeniliğinden bir şey kaybetmemiş. Köyün ana geçim kaynağı üzüm ve hayvancılık.

Öğündüklüler için üzüm, 'ekmek parası' demek, yıllanacak şarap demek. Üzümden pestil, pekmez yaparak satıyorlar. Şarap, Öğündüklüler için kutsal. Yüzlerce yıldır bölgenin en iyi şaraplarını yapıyorlar. Gabriel bana; ‘’Keşke bir gün önce ya da bir gün sonra gelseydin. Pazar günü kimse çalışmadığı için pestil, pekmez ve köme yapımını görürdün’’ diyor. Biraz sonra yanımıza bisikletiyle bir çocuk gelerek Gabriel’e Süryanice bir şeyler söylüyor. Çocuk gittikten sonra Gabriel; ‘’Haydi, kilisede vaftiz töreni varmış çabuk yetişelim’’ diyor ve töreni kaçırmamak için alelacele kiliseye gidiyoruz. Vaftiz anını kaçırmamak için hiç vakit kaybetmeden fotoğraf çekmeye başlıyorum. Hristiyanlarda yeni doğan bebekler kırkıncı günlerine girdiklerinde kilisede törenle vaftiz edilirler. Çünkü dünyaya günahkar olarak gelindiğine inanılır. Bu nedenle vaftiz yapıldığında günahlarından arınır yeniden doğar. Vaftiz nedir, kimler tarafından yapılır, neden yapılır? Gibi bilgileri Belgesel Fotoğrafçısı Öznur Kılıç’ın bu linkteki çalışmasından öğrenebilirsiniz. http://oznurk.blogspot.com/2010/12/yunanca-baptizo-dan-turkceye-cevrilen.html



Mor Gabriel Manastırı ve Midyat

Kiliseden çıkarak Gabriel’in evine giderek öğle yemeğini yiyoruz. Daha sonra köyden ayrılıp dillerin ve dinlerin kenti olan Mardin’in Midyat ilçesine doğru yola devam ediyorum. İlçeye varmadan 23 Km önce Mor Gabriel Manastırı’nı (Deyrulumur) ziyaret ediyorum. Bu manastır, Süryanilerin en önemli dini merkeslerinden biridir. İçinde 70 kişi yaşıyor fakat yaşam alanları ziyaret edilemiyor. Sadece ibadet alanları, mezarlık ve avluların gezilmesine izin veriliyor. Manastırda yaşayan gençler gelen misafirlere rehberlik yapıp tarihini anlatıyorlar. Manastırdaki bir mezar odasında 12 bin azizin yattığını duyunca çok şaşırıyorum. Sanırım çok derin bir kuyunun içine üst üste gömüldüklerinden dolayı bu kadar kişiyi alabiliyormuş. Bir de yerde küçük bir mezar dikkatimi çekiyor. Bu mezarda ise manastırın kurucusu Mor Gabriel yatıyormuş. Mor Gabrieli diğerlerine göre biraz daha farklı gömülmüş. Alçak gönüllü olmasından dolayı mezarının diğer mezarlara oranla daha alçakta yapılmasını istemiş. Ayrıca kendisi ayakta gömülmüş. Bunun nedeni İsa Mesih geldiğinde onu ayakta karşılayabilmek içinmiş. Manasırın büyüleyici atmosferini üzerimden kolay kolay atamıyorum...



Akşam karanlığında nihayet Midyat’a varıyorum. Burada dayımlar ve amcamlar olduğu için dört gün kalıyorum. Tabii bu zaman zarfında hem dinlenip hem de Midyat’ı rahatlıkla gezme fırsatı buluyorum. Midyat, yüzyıllarca bir çok uygarlığa beşiklik etmiş, farklı dinlere ve dillere mensup insanların (Kürt, Süryani, Arap, Yezidi) kardeşçe yaşadığı tarihi bir yer. Zengin bir mimari doku içinden yükselen çan kuleleri ve cami minareleri sanki farklılıkların birlikteliğini çağrıştırıyor. Müslüman, Hristiyan ve Yezidilerin yoğunlukta yaşadığı ilçede son yıllarda ciddi oranlarda Avrupa’ya göçler yaşanmış. Özellikle Yezidilerin fazla göç vermesi inançlarından dolayı eskisi kadar rahat olamadıklarından kaynaklandığı söyleniyor... Midyat sokaklarında gezerken tarihin içinde kaybolup uzun bir zaman yolculuğuna çıkıyorum…

Not: Yolculuğumdaki kısa ve güncel notları: http://twitter.com/hasansoylemez ve http://www.facebook.com/hasansoylemezz adreslerinden takip edebilirsiniz.

164029 174919262529456 100000341516534 487629 6483002 n
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Hasan bu akşam CNN Türk'te Cüneyt Özdemir'in sunduğu 5N1K programının İzmir Stüdyosundan canlı yayın konuğu.Program 20:15 gibi başlayacak..
5 Şubat Cumartesi gecesi 12:00-02:00 arasında da Okan Bayülgen ile Disko kralına telefonla bağlanıcak.
Bisiklet üzerinde 7000 küsür km yol yapan bu cengaveri izleyin,dinleyin derim..

Sevgilerimle,
Ebru
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Merhabalar,
Hasan dün gece Disko Kralı isimli programın konuğuydu.İzlemeyenler için bir link veriyorum.Buradan Hasan'ı izleyebilir-dinleyebilirsiniz..
Sevgiler..

http://www.youtube.com/watch?v=YJb-xYK-K5M
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Cesaret İsteyen Bir İş Kendisine Başarılar
 



Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Forumda konu açılalı aylar olmuş ve ben şimdi görüyorum :smiley:

Geçen akşam Okan'ın programında tanıdım ilk. Az evvel de face'de Mustafa'nın paylaşımı ile güncellendim :D Sonra Hasan'ı ekledim arkadaşlara. Forumda konusunu açalım herkesin haberi olsun dedim.
Meğer sona kalan benmişim :D

Nasıl güzel bir yürek nasıl güzel insanlık örneğidir bu..

Canı gönülden tebrik ediyorum..
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Hasan 4. ve 5. sergisini açıyor..

İzmir sergisi yer: Konak Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi sergi salonu
Tarih: 21 Şubat - 2 Mart
Açılış: 21 Şubat Pazartesi saat: 18:00


Antalya sergisi yer: Antalya Büyükşehir Belediyesi AKM sergi salonu
Tarih: 25 Şubat - 28 Şubat
Açılış: 25 Şubat Cuma saat: 18:00

242634359
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Hasan İstanbul'a gelmek üzere. Bir aksilik olmazsa 12 Mart Cumartesi günü saat 14:30'da Kadıköy Meydanı'ndaki Beşiktaş İskelesi önünde 10 bin kilometrelik yolculuğunu tamamlayacak.Bu güzel tura başladığı Kadıköy Meydanı'nda son verecek.Sevenleri ve destekçileri ile buluştuktan sonra Okan Bayülgen'in sunduğu Disko Kralı'na katılacak.
Hasan'ı takip eden ve seven takipçileri olarak gelin hep beraber bisikletlerimizle Kadiköy'de olup Hasan'a hoşgeldin diyelim..
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

http://www.ntvmsnbc.com/id/25191344/
 

Bir çok gerçek kredi için arıyorsunuz? İyi haber işte! Sıra--dan $5, 000.00 $ 30, 000, 000.00 başına yıllık % 2 faiz oranıyla kredi veriyoruz. Biz sertifikalandırılmıştır, güvenilir, güvenilir, verimli iş geliştirmek için krediler, hızlı ve dinamik bize ulaşın e-posta yoluyla: khalifafinancialcompanies@gmail.com
 



Bir çok gerçek kredi için arıyorsunuz? İyi haber işte! Sıra--dan $5, 000.00 $ 30, 000, 000.00 başına yıllık % 2 faiz oranıyla kredi veriyoruz. Biz sertifikalandırılmıştır, güvenilir, güvenilir, verimli iş geliştirmek için krediler, hızlı ve dinamik bize ulaşın e-posta yoluyla: khalifafinancialcompanies@gmail.com
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,465
Mesajlar
1,518,274
Kayıtlı Üye Sayımız
172,117
Kaydolan Son Üyemiz
fmt35

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst